IV. Masa: Bilimsel Yöntem ve Din

II. Ulusal Risale-i Nur Kongresi Sonuç Bildirileri

Metafizik, Nedensellik, Bilimin Yeterliliği Sorunu, Parapsikoloji, Bilginin Kaynağı Problemi, Hurafe, Karl Popper ve Yanlışlanabilirlik Teorisi, Doğruluk, Kuantum, Epistemoloji, Ontoloji.

Katılımcılar

Dr. Hakan YALMAN
Metin KARABAŞOĞLU
Ali BULAÇ
Murat ÇİFTKAYA
Mehmet METİNER
Dr. Özcan HIDIR
Yrd. Doç. Dr. Osman ÖZKUL
Dr. Adnan ASLAN
Yrd. Doç. Dr. İsmail L. HACINEBİOĞLU
Dr. Murat AKBAŞ

Bilim ve din ilişkisi ile bağlantılı olarak bilimsel yöntem ele alınırken çözümlenmesi gereken öncelikli problem bilim ve dinin nereye ve nasıl konumlandırılacağıdır. Bu çerçevede varlığın algılanması ile ilgili olarak bilimin ve dinin ortaya koyduğu verilerin insanlık tarihinin gelişimi içinde modern dönemde ayrışmaya maruz kaldığı; Batının bilimle ilgili oryantasyonu tamamen madde eksenli olduğu ve madde ötesini dışladığı için problemli bir noktaya gelindiği görülmektedir. Varlığı anlama yönünde modern Batıda ortaya konan çalışmalar, kendi sistemini tek doğru ve geçerli sistem olarak kabul eden bir yapı arzettiği için problemli sonuçlar doğurmuştur. Bu madde eksenli varlık algısı içinde bilim ve din ayrışımı keskinleşirken bilimsel bilginin insanı eşyanın hakikatine ulaştırabileceği düşüncesi bilimin yüceltilmesine yol açmıştır. Rönesans sonrası dinden bağımsız mutlak hakikat arayışı ile gelinen noktada tamamen maddi aleme dayalı ve vahyi göz ardı eden bir bakış açısı ortaya çıkmıştır. Kartezyen yaklaşım, Kant’ın dini bilgiyi anlaşılabilir alanın dışına iten arayışları ve Hegel’in “mutlak benle” bunu vurgulaması modern bilimin buhran üreten yaklaşımlarının özünü oluşturmuştur. Bu süreç içerisinde bilim, varlığı nedensellik içinde ele alan ve mekanik kurallarla işleyen bir yapıya dönüştürmüştür. Aynı mekanik anlayış sosyal bilimlere de yansımış ve sosyal yapıları biçimlendiren arayışlar içine girilmiştir. Bütün bu süreçlerden sonra yirminci yüzyılda determinizme karşı kuantum fiziği, Heisenbeg belirsizliği, Einstein’in izafiyet teorisi gibi eleştirel yaklaşımlar gelişmiştir. Yirminci yüzyılda batı epistemik bir bunalım ve bundan kurtuluş için arayış içine girmiştir. Bilimin ve dinin farklı bakış açılarının oluşturduğu bu uçlardaki algılanışlarında farklı çözüm arayışları ortaya konmuştur. Çatışma, bağımsızlık, diyalog ve entegrasyon gibi yaklaşımlar içinde ele alınan bilim ve din bilimsel bir dini söylem ile uzlaştırılmaya çalışılmıştır.

Modern bilimin geldiği bu dönüm noktasında, çözüm üretmekten aciz kaldığı ve varlığın arka planını göz ardı eden yaklaşımlar ile anlamlar boyutunu körelttiği noktada Kur’an eksenli yeni bir varlık algısına ihtiyaç netleşmiştir. Bu noktada dünya problemlerinin çözümü için ve varlığı bir bütün olarak algılayabilmek için yeni ve arka planı hesaba katan bir tarife ihtiyaç doğmuştur. Modernizmin insanlık aleminde oluşturduğu depremle adeta yıkılmış olan İslami düşünce geleneği sarayının Kur’an merkezli bir planla ve günün ihtiyaçları da dikkate alınarak yeniden inşaasına büyük bir ihtiyaç vardır. Bu noktada Kur’an’ın kuşatıcı bakışına ihtiyaç şiddetlenmiştir. Gelinen yol ayrımı, Kur’an medeniyeti üzerine bina edilecek yeni bir varlık algısını, bilimin ve dinin alanlarını kuşatacak bir varlık algısını insanlık açısından çok önemli hale getirmiştir.

Kur’an medeniyeti eksenli yeni yöntem inşaası için Risale-i Nur sağlam bir zemin oluşturmaktadır. Bu anlamda her mesleğin içinde var olan hakikat kırıntıcıklarını toplayan yaklaşımı ile Risale-i Nur, Kur’an’ın kuşatıcılığını asra taşımaktadır. Temel mesleği Kur’an’ın yöntemlerini kullanmak olan ve sahabe mesleğini esas alan Risale-i Nur, gelinen ayrım noktasındaki varlığın tanımlanması problemine mülk alemini ve varlığın yaratıcıya bakan boyutunu, yani melekut alemini birlikte ele alan kalıcı ve anlamlandıran çözümlemeler ortaya koyma istidadındadır. Modern bilimin uzun arayışlarının sonucunda Yaratıcıdan irtibatı kopuk olan bir maddi alemle ve diyalektik süreçle varlığı anlamlandıramayacağı görülmüştür. Klasik medrese eğitiminin dışına çıkmanın avantajını hayatında gözlemleyebildiğimiz Bediüzzaman, taassuptan uzak ve Batı medeniyeti karşısında kişilikli cesur duruşuyla Doğu ve Batı medeniyetlerinin buluşturulması ve bunun Kur’an’ın kuşatıcılığı içinde gerçekleştirilmesi noktasında önemli bir yere sahiptir. Sebep ve sonuç bağlantısı içerisinde algılanan ve Yaratıcı’dan kopuk bir şekilde anlamlandırılmaya çalışılan varlığa modern bilimin ürünü olan dil ve yaklaşımların ötesinde Kur’an eksenli ve varlığın Sanatkarına vurgu yapan yeni bir varlık tarifi ve yeni bir dil Risale-i Nur’la ortaya konmuştur. Bilimin gözleme dayalı bakış açısı ile sebep sonuç ilişkisi içinde algıladığı determinist yapı sebep ile sonucun sadece yan yana geliyor olduğunu ifade eden iktiran kavramı ile değiştirilmiş; böylece sebep ve sonucun her ikisi de Alemlerin Rabb’i ile doğrudan irtibatlı olan bir bakış açısı içerisinde ele alınmıştır. Risale-i Nur, determinist yaklaşıma karşılık her an varlık alemini yeniden şekillendiren ve hep O’nunla irtibatlı olan bir Yaratıcı anlayışını geliştirmiştir. Yine varlık alemi içerisinde Bediüzzaman’ın insan tanımı marifetullah ve ubudiyet ekseninde şekillendirilmiştir.

Risale-i Nur, İslam düşünce geleneğinin günün ihtiyaçlarına uygun bir sentezi ile seyyiatı hasenata galip gelen modern dünyanın çıkmazlarını aşacak çözüm yollarını da içinde bulundurmaktadır. Bu noktada felsefeyi ve bilimin ürettiklerini yok saymayan, ancak, bunların Kur’an eksenli yorum ile hikmete dönüştürülmelerini hedefleyen bir yaklaşımdır. Moderniteyi İslamlaştırmak ya da İslamı modernleştirmek gibi bir arayış içerisine girmeksizin varlığı ve yaşadığımız zamanı İslami zeminde anlamaya çalışan ve Kur’an eksenli çözümler önümüze koyan bir yaklaşımdır. Bu çözümleri sunarken yeni bir terminoloji ve dil üretmekte ve bu yaklaşımı ile modern bilimin dayattığı terminolojiye vahye dayalı bir alternatif geliştirmektedir. Bu yeni bakış açısında varlığı direk sanatkarı ile irtibatlandıran harfi yaklaşım ve varlık algısında niyet ve nazarın mahiyeti değiştirdiği bir genişlik gözlenmektedir. Bu bakış açılarının dikkate alındığı varlık anlayışı ve bu algıyla uyumlu bir dil oluşturma çabası Risale-i Nur’un önemli farklılıklarından biri olarak göze çarpmaktadır. Bu yaklaşımı dinin bilimi de içine alan varlık çözümlemeleri ile akıl ve kalbin uyum içerisinde hayatı anlamlandırabileceğini ortaya koymaktadır. Teknolojinin gelişimi ile varlığa atfedilen sabitlik ve kalıcılık şeklindeki güven yerine varlığın ardında işgören Sonsuz Kudrete dayanmanın getirdiği ontolojik güven tesis edilmektedir. Vahiy, insan ve kainat üçlüsü içerisinde kainatın ve insanın anlamını vahiy ve fıtrat eksenli bir zeminde açıklamanın farklılığı Risale-i Nur’da gözleniyor. Bu, var olan bilimsel birikimi ve var olacak bilimsel birikimleri ilahi hakikatler bağlamında yeniden üretme imkanını sağlayan bir enfüsi-afaki gerçeklik olarak önümüze çıkıyor.

İndirgemeci bir yaklaşım ile varlığı fiziksel gerçekliğe dayandıran bilimin belirgin bir hakikat ortaya koymaması modern insanın kişiliğinde şizofrenik bir yapı doğurmaktadır. Modern bilimin bu haline karşılık redçi, teslimiyetçi ve aşmacı tutumlar içerisinde değerlendirilebileceği düşünülmektedir. Bunlardan en makul olanı zihin ve aklın müteal olana yöneltilmesi şeklindeki aşmacı tutum olabilir. Bunun yapılabileceği en sağlam zemin Risale-i Nur olmalıdır. Bu, peygamberlerin kendi asırlarında ifa ettikleri vazifenin asrımıza taşınması, yani veraset-i nübüvvet anlamına gelmektedir. Bu anlamda Bediüzzaman, Kur’an’dan ve Hazret-i Muhammed’den aldığı dersle insanlık aleminin kozasını çatlatması ve hakikate ulaşması noktasında önemli bir konumdadır. Yalnızca bir İslam alimi değil, aynı zamanda büyük bir mütefekkir olan Bediüzzaman’ın varlıkla ilgili çözümlemelerine bütün İslam alemi ve insanlığın ihtiyacı olduğu ortaya çıkmaktadır. Kuvvete dayalı yapısı ile İslam alemi ve insanlığı ezen Batı ile yüzleşme ve modern bilimin paradigmalarına antitez geliştirebilme cesaretini gösterebilmesi onu İslam düşünce dünyasında çok farklı bir yere getiriyor. Klasik düşüncenin dışına çıkabilen, öze dayalı çözümler üretebilen ve modernitenin oluşturduğu dünyanın dışına çıkabilen cesur bir İslam mütefekkiri olması dünyanın geleceğinde ona hayati bir misyon yüklüyor. Vahiy temelli ve Batı ile yüzleşebilen bir zeminde komplekse kapılmadan, kendi kavramları üzerinde bir kainat yorumu ortaya koyabilmesi ontolojik özgüven ve entelektüel cesaret şeklinde açıklanabilir.

“Şarkın ulumundan ve Garbın fünunundan” gelmediği ifade edilen Risale-i Nur, direk Kur’an’dan feyz almış olmanın farkını ortaya koymaktadır. Bu anlamda bilimsel yöntemin bir ürünü değildir. Batı bilimi kaynaklı örgün eğitimin yaygınlaştığı bir yapı içerisinde, aydınlanmacı felsefenin belirleyici olduğu bir dünyada modern bilimle nasıl yüzleşileceği sorusu gözardı edilemezdi. Bu noktada Kur’ani ölçülerle mücehhez bir ferdin bilimle ve onun üretimi ile şekilleniyormuş gibi algılanan modern dünya ile, teknoloji ile daha rahat yüzleşebileceği, kimliğini muhafaza edebileceği bir yapı ortaya konmaktadır.

Bediüzzaman’ın varlık tanımı “mana-i harfi”, “mana-i ismi”, “ene”, “niyet” ve “nazar” kavramları çerçevesinde şekillenmiştir. Bu kavram haritasına özellikle varlık içinde insanın ve benliğin tanımlanması ile ilgili olarak ene yerleştirilmiştir. Varlığın tanımlanmasında enenin kendini bir kul olarak algılıyor ve yaratıcı ile tanımlıyor olması çok önemlidir. Kendini bir kul olarak tanımlamayan enenin, varlığı ve kendini gerçek anlamı ile tanımlayabilmesinin mümkün olmadığı ortaya konmuştur.

Peygamberlerin mucizelerinin bir boyutu ile insanlık aleminin maddi dünya içinde ulaşacağı zirveyi gösterirken diğer boyutu ile varlık dünyasından Sanatkar’a ulaştıran harika sanatlardan onları Yaratan’a işaret eden bir boyutu olduğunu ortaya koyuyor. Hazret-i Adem’e öğretilen eşya içinde bütün fenlerden ve ilimlerden ortaya çıkacak harikalıklara işaretler olduğunu ortaya koyuyor. Bu anlamda Kur’an’ın da talim-i esma hakikatine bir mazhariyetinin olduğu, hak ve hakikat olan bütün ilim ve fenlerin doğru hedeflerini işaret ettiği, onlardan ortaya çıkacak dünyevi ve uhrevi sonuçları gösterdiği ve insanlığı buna teşvik ettiği ifade ediliyor. İnsanlığın temel gayesinin rububiyet karşısında ubudiyet olduğunu anlamak olduğunu ifade ediliyor. İnsanlığın ahirzaman da bütün kuvvetini ilimden alacağına işaretle hüküm ve kuvvetin ilmin eline geçeceği ifade ediliyor. Bu ilimler içinde en parlağının belagat ve cezalet olacağı ifade ediliyor.

Sonuç olarak, insanlık aleminin geldiği noktada varlığı Halık-ı Kainat’tan bağımsız şekilde algılamaya ve anlamlandırmaya çalışan egemen bilimsel yaklaşım bir tıkanma noktasına gelmiştir. Bilimlere ışık tutan ve her bilim dalının en nihai hedeflerini ve maksatlarını gösteren Kur’an-ı Mu’cizülbeyan’a dayanan yeni bir varlık tarifine ihtiyaç çok net bir şekilde ortaya çıkmıştır. Bu kendine has bilimsel yöntemi, sanat anlayışı, terminolojisi ile yeni bir Kur’an medeniyeti inşası anlamına gelmektedir. Önümüzdeki dönemde insanlığın çıkış noktası ve Batı dünyasından kaynaklanan buhranların çözümü buradadır. Bu anlamda yeni medeniyetin altyapısını oluşturacak bir zemin ve önümüzdeki asrın Kur’an merkezli medeniyetinin terminolojisini oluşturma anlamında Risale-i Nur tüm insanlığa ulaştırılması gereken bir kaynak konumundadır. Gelecek dönemin hakikat eksenli şekilendirilmesi ve yeni bir varlık inşasında bir yol haritası konumundadır. Bediüzzaman’ın vesile olduğu ontolojik inşa bütün insanlığa ulaşabilmeli ve bu maksatla bugünün ifade şekillerine uygun bir yöntem ve tabi olan değil, belirleyen bir yöntem geliştirilmelidir. Modern dünyanın paradigmaları ile yüzleşebilecek donanım ve cesaret Risale-i Nur’da ve müellifin onlara kattığı ruhta mevcuttur. Gelecek zaman içinde gücün sözcülerine karşılık sözün gücünün kazanacağı umudundadır. Bu hakikatlerin insanlığa ulaştırılması materyalist bilimin ürettiği buhranlara bir çözüm geliştireceği için anlatımın alt yapısı tez elden kurulmalıdır. Risale-i Nur kendi entelektüelini yetiştirmeli, buna zemin hazırlanabilmesi için istidatların önünde bir engel teşkil edebilecek aşırı himayeci ve ilmi istibdat ile kapalı yapılar oluşturma riskinden uzak durulmalıdır. Sözün gücü özgüven gerektirmektedir ve özgüven için hür ortamalar lazımdır. İstidatların gelişme imkanı bulduğu bu münbit zeminde Genç Said’lerin vücut bulması önündeki engeller de kalkmış olacaktır. Bu zeminlerin verimli ve münbit hale gelmesi ile İslam aleminin ve insanlığın geleceğinde yeryüzünü kuşatan yeni bir medeniyetin, Kur’an medeniyetinin doğuşu fıtri bir süreç olarak gözükmektedir. Bu yeni medeniyetin oluşumunda gerek terminolojisi gerekse asrın ihyaçlarına Kur’an’dan çıkarımlar şeklindeki çözümleri ile Risale-i Nur önemli bir rol üstlenecektir.

Bilim ve din insanlığın geldiği yol ayrımında ilişkileri çok önem arzeden ve geleceğin şekillendirilmesinde merkezi konumda iki kavramdır. Bilimsel yöntemin ve modern bilimin insanlığın problemlerine çözüm sunamadığı, varlığı anlamlandıramadığı bir durumda bilimin ve varlığı anlamlandırma yönteminin yeniden şekillendirilmesi yeni medeniyetin de başlangıç noktalarından biri olmalıdır. Varlığın ve benliğin gerçek anlamı ile tanımlandığı, görünen alem ve görünmeyen alemler, Kur’an ve kainat, akıl ve vicdan, mülk ve melekut bütünlüğü içinde bir varlık tasavvuru ve bunun ifade edileceği dilin Kur’an’a dayalı olarak şekillenmesi, geleceğin müreffeh dünyasının temel şartı olarak önümüze çıkmaktadır. Bu anlamda Risale-i Nur’un ortaya koyduğu kavramlar, üzerinde çalışılmayı hak etmektedir.