İSM-İ VEDÛD – 1

“Kâinat kalbindeki ciddî aşk, bir Maşuk-u Lâyezâlî’yi gösterir”

Arapça’da sevgi, meveddet ve muhabbet yada vüdd ve hubb kelimeleriyle ifade edilir. Vedûd, “sevgi” anlamına gelen “mevedde” ve “vüdd” mastarından gelir. Fa’ûl kalıbı, hem ism-i fail hem de ism-i mef’ul mânâsına geldiği için, bu kalıpta gelen Vedûd da hem çok sevilen hem de çok seven diye mânâlandırılmıştır.1 İbn Kayyim’e göre “vüdd”, yine sevgi anlamına gelen “hubb”dan daha üstün ve daha derin anlam taşımaktadır.2 Allah peygamberlerini, meleklerini ve mü'min kullarını sever, onlar tarafından da sevilir. Onlara, Allah’tan daha sevgili hiçbir şey yoktur. Allah dostlarındaki Allah sevgisi, ne aslında, ne keyfiyetinde ve ne de taalluk ettiği şeylerde başka hiçbir sevgiye denk olamaz. Kulun kalbindeki Allah sevgisinin bütün sevgileri geçmesi, bütün sevgilere galip gelmesi ve diğer sevgilerin hepsinin de O’nun sevgisine bağlı olması gerekir.3

Kur’ân-ı Kerim’de Allah’ın “Vedûd” ismi iki yerde geçmektedir.4 Hud Sûresi’nde Hz. Şuayb’ın (as) kavmine “istiğfar” ve “tevbe” etmeyi tavsiye etmesinden sonra “Şüphesiz benim Rabbim Rahim ve Vedûd’dur” demesinden bahsedilmiştir. Bürûc Sûresi’nde ise Cenâb-ı Hak kendisini “Gafur ve Vedûd” olarak isimlendirmiştir. Vedûd isminin, bir sûrede Rahim ismiyle, diğer bir sûrede ise Gafur ismiyle beraber zikredilmesinin önemli bir mânâsı ve hikmeti olduğu düşünülebilir. Vedûd isminin, her ne kadar Rahim ve Gafur isimlerine yakın bir mânâ ifade ettiği kabul görse de bu iki isimle arasında fark vardır. Meselâ, kişi kendisine kötülük eden kimseyi bağışlayabilir, fakat onu sevmeyebilir. Yine sevmediği kimseye de merhamet etmeyebilir. Allah ise, kendisine tevbe eden kulunu bağışlar, ona merhamet eder ve her şeye rağmen onu sever. Çünkü O, tevbe eden kimseleri sever. Yine kulu kendisine tevbe ettiği zaman onu sever.5

İmam-ı Gazali de Vedûd isminin Rahim ismine yakın bir mânâ taşıdığını düşünmüştür. Fakat aralarında ince bir farkın bulunduğunu da belirtmiştir. Gazali’ye göre Rahim ismi kendisine rahmet edileni gerektirir. Kendisine merhamet edilense muhtaç ve muztardır. Rahim’in işleri, kendisine merhamet edilecek her bakımdan zayıf olan bir varlığı icab ettirir. Vedûd’un ef’âli ise bunu gerektirmez, esirgeme bir sevgi neticesinden ileri gelir.6

Vedûd ile Rahim isimleri arasındaki farka dair dikkat çekici yaklaşımlardan biri de Bediüzzaman’a aittir. Mektûbât isimli eserinde, herkesin enfüsî tefekkürüyle tasdik edebileceği bu ince farkı şu veciz sözleriyle dile getirmiştir: “İsm-i Rahimin vüsûlüne vesile olan hissiyât-ı Yakubiye, yüksek bir derece-i şefkattir. İsm-i Vedûd’a vesile-i vüsûl olan aşk ise, Züleyha’nın Yusuf Aleyhisselâma karşı olan muhabbet meselesindendir.”7 Bu bakış açısına göre “şefkat yolu” Rahîm ismine ulaştırırken, Vedûd ismine götüren yol ise şiddetli muhabbet olan “aşk yolu”dur. Yine Bediüzzaman’ın bu meseledeki yaklaşımından hareketle, Kur’ân’da Hz. Yakub’un (as) şefkat hissi Züleyha’nın aşkından ne derece yüksek gösterilmişse, Esma-i Hüsna arasında Rahim isminin Vedûd isminden aynı derecede daha azam bir nura sahip olduğunu söyleyebiliriz.

Bediüzzaman Said Nursî -Kur’ân’dan aldığı derse ittibâen- şefkati aşktan üstün tuttuğundan, meslek ve meşrebinde de aşk yerine şefkati esas kabul etmiştir. Şefkatin aşktan daha “keskin” ve “geniş” bir hakikat yolu olduğunu belirtmiştir.8 Sekizinci Şuâ’da bu düşüncesini farklı bir ifade ile tekrarlamıştır: “Sâir meşreplerdeki aşk yerinde, Risâle-i Nur’un meşrebinde müştakane şefkattir ve re’fetkârâne muhabbettir.”9 Dördüncü Mektub’da ise kendisinde ve eserlerinde Hakîm ismiyle birlikte Rahîm ismine mazhariyetin söz konusu olduğunu dile getirmiştir.10

Bediüzzaman’ın aşk yolu yerine şefkat yolunu tercih etme sebepleri, bu hakikat yolunun “daha kısa”, “daha eslem ve müşkülatsız”, “daha geniş ve umumî”, “daha lâtif ve nezih” ve “daha hâlis ve sâfi” olmasıdır. Ayrıca o şefkati Allah’ın rahmetinin en lâtif, en güzel, en hoş ve en şirin cilvesi olarak görmüş ve şefkate “iksir-i nurânî” nazarıyla bakmıştır.11

Vedûd isminin tecellisi olan aşkı, “şiddetli bir muhabbet”12 olarak tarif eden Bediüzzaman, eserlerinin farklı yerlerinde aşkı “muzaaf ihtiyaç”13, “muzaaf muhabbet”14 ve “muzaaf iştiyak”15 olarak da nitelendirmiştir. Nur Külliyatı’nın dört farklı bölümünde ihtiyaç, iştiyak, muhabbet ve aşk arasındaki ilişkiye dair silsile şeklinde geçen bir kısım ifadeleri birleştirdiğimizde ise şu şekilde ilginç bir tesbitle karşılaşırız: Muzaaf meyil arzu, muzaaf arzu ihtiyaç, muzaaf ihtiyaç iştiyak, muzaaf iştiyak muhabbet, muzaaf muhabbet aşk, muzaaf aşk ise incizaptır.16 Bu ifadelerden anlaşıldığı üzere ihtiyaç şiddetlendikçe iştiyak, iştiyak şiddetlendikçe muhabbet ve muhabbet şiddetlendikçe aşk olmaktadır. Aşkın en şiddetli hâli ise incizabı netice vermektedir.

İnsanın fıtratında cemale karşı muhabbet, kemale karşı perestiş ve ihsana karşı sevmek olduğuna dikkat çeken Bediüzzaman, cemal, kemal ve ihsanın derecesine göre muhabbetin şiddetinin arttığını dile getirmiştir. Aşkın en son mertebelerine kadar ulaşabilecek sınırsız bir muhabbet duygusunu insanın taşıdığından bahsetmiştir. Onun veciz ifadesiyle “bu küçük insanın küçücük kalbinde kâinat kadar bir aşk yerleşir.”17

Cenâb-ı Hak insana ebedî hayatı kazanabilmesi ve ona yatırım yapabilmesi için sermaye hükmünde binlerce şiddetli duygular vermiştir. Bunlardan biri de aşktır. Bütün bu duyguların iki mertebesi vardır: Biri mecâzî, biri hakikîdir. İnsandan beklenen “mecâzî” olan “hafif” mertebesini dünya işlerinde, “hakikî” olan “şiddetli” mertebesini ise ahiret işlerinde kullanmasıdır. Bunu yaptığında insan her iki dünya saadetine (saadet-i dareyn) ve övülmüş bir ahlâka (ahlâk-ı hamîde) sahip olmakla birlikte, yaradılış gayesine (hikmet ve hakikat) uygun bir şekilde yaşamış olacaktır.18 Aksi halde ne hayatını ideal anlamda geçirmiş olacak ve ne de huzur ile saadeti yakalayacaktır. Mecazî aşklarda yüzde doksan dokuzu maşukundan şikâyetçidir. Çünkü kalbin batını Cenâb-ı Hakk’ın muhabbeti için yaratılmıştır. Allah adına ve mânâ-i harfiyle olmayan dünyevî sevgiler ve mecazî aşklar ise bu kudsî makamı putlarla doldurmak gibidir. Fıtrat, fıtrî olmayan bir şeyi reddettiğinden mecazî aşklarda ya tanınmama, ya tahkir, ya refakatsizlik ya da müfarakat söz konusudur. 19

Vedûd ismi, hem Kur’ân’da, hem Cevşen-i Kebir’de, hem de Ebû Hureyre’den Tirmizî ve İbn Mâce tarafından rivayet edilen her iki “99 Esm┠listesinde de bulunmasına rağmen, Risâle-i Nur Külliyatında Mahbub ismine ondan daha sık rastlanır.20 Çünkü Nur Risâlelerinde sevgiden bahsedilirken vüdd yerine hubba, yani aşk yerine muhabbet hakikatine çok daha fazla yer verilmiştir. Ayrıca Risâle-i Nur’un mesleğinin tarikat değil, hakikat olması sebebiyle “aşk”ın sekri yerine muhabbetin sahvı makbuliyet kazanmış gibidir. Vedûd ismi, “Vedûd”21 ve “Baki-i Vedûd”22 terkibiyle Nur sayfalarında kendine yer bulurken, Mahbub ismi ise “Mahbub”23, “Mahbub-u Hakikî”24, “Mahbub-u Lâyezalî”25, “Mahbub-u Ezelî”26, “Mahbub-u Bakî”27, “Mahbub-u Sermedî”28 ve “Mahbub-u Zülkemal”29 gibi farklı terkipler halinde kullanılmıştır.

Bediüzzaman Said Nursî’ye göre Vedûd ismi Cemil isminin içinde münderiçtir. Çünkü cemal ve hüsün bizzat, sebepsiz sevilirler. Ve cemal sahibi öncelikle kendi kendini sever.30 Zatı, sıfatı ve Esma-i Hüsna’sıyla sonsuz bir cemali ve hüsnü olan Cenâb-ı Hak ise sonsuz aşka ve muhabbete en lâyık olandır. Kendi sonsuz cemaline -sınırlı kabiliyetleriyle- ayna olan mahlûkatını Cemil-i Mutlak olan Cenâb-ı Hak Vedûd ismiyle sevdiği gibi, zatının cemalini de kendi kudsiyetine lâyık bir şekilde sevmektedir.

Risâle-i Nur’da sıkça kullanılan ifadelerden biri de Cenâb-ı Hakk’ın kendisini “tanıttırmak ve sevdirmek”31 istemesi tabiridir. Bu İlâhî “şe’n”lerden32 “tanıttırmak / taarrüf” Maruf isminin; “sevdirmek / teveddüd”33 ise Vedûd isminin tecellilerine sebeptirler.34 Risâle-i Nur’un temel kavramlarından biridir “şe’n” ve “şuunat” kelimeleri. Risâle-i Nur’un hususî meselelerinden olan şuunat hakikatinin misallerle anlatıldığı iki Risâle’de Vedûd isminden de bahsedilmesi tesadüfî olmasa gerektir. Hem 32. Söz’de hem de 24. Mektub’da şuunât hakikati ile Vedûd isminin aynı metin içinde yer alması her ikisi arasında güçlü bir manevî bağın olduğunu düşündürmektedir. Çünkü Bediüzzaman, Esma-i Hüsna’yı eserlerine çok bilinçli bir şekilde nakşeden bir müelliftir. Bediüzzaman “izn-i şer’î olmadığından”35 şuunâtın yâd edilmesinde zorluk çekildiğini belirtmiş olsa da, kâinatı ve yaradılışı anlamada, yaradılıştaki hayret uyandıran faaliyetin sırrını çözmede, marifetullah ve muhabbetullah mertebelerinde terakkî etmede ve Cenâb-ı Hakk’ı hakkıyla tanıma ve sevmede çok önemli anahtar bir hakikat olması sebebiyle, bu meselede derin tahlillerde bulunmaktan vazgeçmemiştir. Onun yaklaşımlarından, Vedûd isminin Cenâb-ı Hakk’ın kudsiyetine lâyık bir şekilde “aşk şe’ni”ne dayandığını söylemek mümkündür. Nur Külliyatında bu İlâhî şe’n “aşk-ı mukaddes”36, “aşk-ı lâhutî”37 ve “aşk-ı mukaddes-i İlâhî”38 şeklinde farklı terkiplerle ifade edilmiştir.

Zerrelerden galaksilere kadar kâinattaki bütün çeşitlilik Cenâb-ı Hakk’ın Esma-i Hüsna’sından ve onların tecellilerinin çeşitliliğinden kaynaklanır. Meleklerin farklı ibadet etmelerinden peygamberlerin farklı şeriatlarına ve evliyaların farklı tarikatlarına kadar şahit olunan maddî-manevî bütün bu çeşitliliğin ardında yine aynı sır, aynı hakikat vardır. Canlılar üzerine ve özellikle insanlar üzerinde Cenâb-ı Hakk’ın ekser Esmâsı tecellî ettiği halde bir isim daha fazla hükmünü icrâ etmektedir. Meselâ, Hz. İsa’da (a.s.) Kadir ve Hz. Musa’da (a.s.) Mütekellim ismi daha fazla hâkimdir.39 “Yerde iken Arş-ı Âzamı ve İsrafil’in azamet-i heykelini temâşâ” eden Abdülkadir-i Geylani’de (r.a.) Hayy isminin hâkim olduğu gibi,40 bütün diriliş ve hayat vermekle ilgili İlâhî icraatlara nezaret eden Hz. İsrafil’de (a.s.) de Hayy isminin azamî derecede hükmünü icra ettiği söylenebilir.41 Aşk yoluyla hakikate gitmeye çalışanlarda ise Vedûd ismi hükmünü icra etmektedir.42

Vedûd ismine mazhar bir kısım evliya Cenneti de istememişler ve Allah’ın muhabbetinin küçük bir pırıltısını her şeye tercih etmişlerdir. Çünkü onlar, dünyanın bin sene saadetli hayatı bir saatine değmeyen Cennet hayatını ve Cennet hayatının dahi bin senesi bir saat Cenâb-ı Hakkın rü’yetine değmemesi hakikatini yakînen bilmektedirler.43 Âşk-ı hakikiye ulaşan velilerin “felâh”ları rü’yet-i İlâhiyeye mazhar olmaktır.44

Vedûd isminin kâinatın en geniş dairelerinden en gizli köşeleri olan insanın kalbine kadar her tarafta tecellîsi söz konusudur. Küçük ve dağınık birçok su sızıntısının varlığı büyük bir su kaynağını göstermesi misali, insanlardaki aşk ve özellikle insanlığın yüksek tabakalarında bulunan “aşk-ı lâhuti” de küllî bir cazibedar hakikatin varlığını âşikârâne göstermektedir. Kâinatı ağaca ve insanı meyveye benzeten Bediüzzaman, ağacın mahiyetinde bulunmayan bir şeyin meyvesinin esasında da yer alamayacağı kıyasıyla, insanın mahiyetindeki aşkın –farklı şekillerde– kâinatın tamamında da olması gerektiği sonucuna ulaşmıştır. Ona göre şahit olunan “incizaplar, cezbeler ve cazibeler”in bütün çeşitleri kâinat kalbindeki küllî aşkın yansımalarından başka bir şey değildir. Ve kâinat kalbindeki ciddî aşk ise Maşuk-u Layezalî olan bir Vedûd’un varlığını –basiret sahiplerine- göstermektedir.45

Vedûd ismine mazhar olan muhakkikin-i evliya, “Bütün kâinatın mayesi muhabbettir. Bütün mevcudatın harekâtı muhabbetledir. Bütün mevcudattaki incizab ve cezbe ve câzibe kanunları muhabbettendir”46 demişlerdir. Bilim adamları ise atomiçi çekim gücünden, “aşk-ı kimyevî”47 diye tâbir edilen atomlar arası bağlardan gökcisimleri arasındaki gravitasyon kanunlarına kadar cereyan eden küllî bir hakikati keşfetmişlerdir. Dikkatle bakıldığında, tahkik ehli veliler ile bilim adamlarının keşiflerinin ufkunda Vedûd isminin tecellîsi bir güneş gibi doğmaktadır.

—DEVAMI HAFTAYA—