İslâm'a göre insan haklarının kavramsal temellerinden hürriyet (2)

—GEÇEN HAFTADAN DEVAM—

Eşitlik ilkesi ve dolayısıyla insan haklarının önemli bir ahlâkî temeli, tevazudur.

İnsan hakları açısından oldukça önemli olan değer bilinci ve öz-saygının Kur'ân açısından dinî ve ahlâkî bir haslet olan tevazu17 ile tamamlanması gerekir. Mütevazi kimseye saygı, kişinin öz saygısını azaltmaz; ancak, tekebbür ve tahakküm çabası gözlenen kimselere saygı, öz-saygıyla çelişir. Bu sebeple, "Velâyetin, şeyhliğin, büyüklüğün şe'ni tevazu ve mahviyettir, tekebbür ve tahakküm değildir. Demek, tekebbür eden sabiyy-i müteşeyyihtir. Siz de büyük tanımayınız."18

Değer bilinci, bir hakkın diğerine zarar vermeden kullanılmasına imkân verir; buna karşın gurur ise sevgi ve saygının önüne geçtiği gibi ünsiyeti de yok eder. Aslında, insanın kendini başkalarının üstünde görmesi, zımnen onlardan daha fazla özgürlük ve hak iddiasında bulunması demektir. Dolayısıyla, gurur, ötekinin insanlık onuru ve eşit haklara sahip olduğunu görmezden gelmeye yol açar. Hakların ihlâl edilmesi bir yana, karşı tarafın maruz kalacağı aşağılanma onun insan olma durumuna zarar getirir.19 Hâlbuki insan hakları, bazılarını biyolojik ya da kültürel yahut siyasal açıdan yeterince tekâmül etmemiş varlıklar olarak görmek yerine her bireyde insaniyeti görme ve ona hürmet etme; buradan hareketle hiçbir bireyi vasıta olarak görmeme, küçültmeme tutumuyla gerçekleşir.

Allah'ın varlığı ve dahası, O'nun mutlak kemal vasıflarına sahip, insanın ise kusurlu ve kötülüğe sapma riski bulunan bir varlık oluşu ve onun Allah huzurunda tevazu ve tazarru içinde olması gereği, insanın insan olarak yeri ve onurunu düşürmez. Bu öğreti, insanın onur ve tevazuya aynı anda sahip olmasını öğütler.

İslâm açısından özsaygı, insan oluşun ayırt edici anlamı, otonomi, tevazu, değer bilinci ve sorumlulukla gerçeklik kazanır. Kur'ân, "Biz o emaneti göklere, yere ve dağlara arz ettik, onlar, onu yüklenmekten çekindiler de onu insan yüklendi…" âyetiyle20 insanın kâinattaki diğer varlıkların sahip olmadığı ayırt edici bir özelliğin yed-i emîni olduğunu vurgular ki, emanetin bir veçhi de insanlık âleminde dal budak salan iyiliğin de kötülüğün de çekirdeği, varlık ve hakikat hazinelerinin anahtarı olan 'ene (ego)'dir.21 'Fıtrat' kavramıyla her insanın yaratılıştan gelen asaletine işaret eden İslâm, benliğin kendini görebileceğini ve kötülüğe sapma riskiyle birlikte tekâmül edebileceği inancını verir. Bu da insanın niçin özgür olması gerektiğine ilişkin bir açıklamadır. Yine kulun Allah ile diyaloğunda araya aracılar koymak da, Tevhid inancına aykırı olmakla birlikte, hem sosyal alanda bir din adamları sınıfı (clergy) ihdas eden eşitsizliğe, hem de din ve vicdan hürriyetinin ihlâline sebep olacaktır. Oysa ki "İslâmiyet, tevhid-i hakikî dinidir ki, vasıtaları, esbabları iskat ediyor, enâniyeti kırıyor, ubudiyet-i hâlisa tesis ediyor. Nefsin rububiyetinden tut, tâ her nev'î rububiyet-i bâtılayı kat' ediyor, reddediyor. Bu sır içindir ki, havastan bir büyük insan tam dindar olsa, enâniyeti terk etmeye mecbur olur. Enâniyeti terk etmeyen, salâbet-i diniyeyi ve kısmen de dinini terk eder.

"Şimdiki Hıristiyanlık dini ise, velediyet akidesini kabul ettiği için, vesâit ve esbaba tesir-i hakikî verir. Din nâmına enâniyeti kırmaz; belki ‘Hazret-i İsâ Aleyhisselâm'ın bir mukaddes vekili’ diye, o enâniyete bir kudsiyet verir. Onun için, dünyaca en büyük makam işgal eden Hıristiyan havasları tam dindar olabilirler. Hattâ Amerika'nın esbak Reisicumhuru Wilson ve İngilizin esbak Reis-i Vükelâsı Lloyd George gibi çoklar var ki, mutaassıp birer papaz hükmünde dindar oldular. Müslümanlarda ise, öyle makamlara girenler, nadiren tam dindar ve salâbetli kalırlar. Çünkü gururu ve enâniyeti bırakamıyorlar. Takvâ-yı hakikî ise, gurur ve enâniyetle içtimâ edemiyor."22

İslâm, hem köleleştirilen kimsedeki 'ben'in inkârına, hem de despottaki 'öteki'nin inkârına karşıdır. Said Nursî'nin ifadesiyle;

"İmandan gelen hürriyet-i şer'iye iki esası emreder: (1)Tahakküm ve istibdat ile başkasını tezlil etmemek ve zillete düşürmemek ve (2) zalimlere tezellül etmemek… [Çünkü] Allah'a hakikî abd olan, başkalara abd olamaz.

"'Birbirinizi, Allah'tan başka kendinize Rab yapmayınız.'23 Yani, Allah'ı tanımayan, her şeye, herkese nispetine göre bir rububiyet tevehhüm eder, başına musallat eder.

"Evet, hürriyet-i şer'iye, Cenâb-ı Hakkın Rahman, Rahîm tecellîsiyle bir ihsanıdır ve imanın bir hassasıdır."24 Hürriyet, "ben" ve "öteki"ni eşit görebilmekle başlar ve "öteki"ne tahakküm ve müdahaleden kaçınmayı gerektirir. Bediüzzaman'ın ifadeleriyle, "Belki hürriyet budur ki: Kanun-u adalet ve te'dipten başka, hiç kimse kimseye tahakküm etmesin. Herkesin hukuku mahfuz kalsın, herkes harekât-ı meşruasında şâhâne serbest olsun."25

O halde, hürriyet hukuk ile sınırlanabilir. Bu, haricî bir sınırlamadır. İnsan inancı gereği "kötü" ve "günah"tan da kaçınır, kaçınmalıdır. Bu ise içsel bir sınırlamadır. İslâm, hem birinciyi, hem de ikinciyi emreder. Çünkü ikinci, birinciyi de koruyan itikadî ve ahlâkî bir temeldir.

3. Hürriyet-hak ilişkisi

Hak ve özgürlük ilişkisi, özgürlüğün güvenceye alınması ve bu sebeple tanımlanma ve kayıt altına alınması ile ilgilidir. Hak, hürriyetin garantisidir. Kullanılabilmek ve talep edilebilmek için özgürlük, aynı zamanda bir hak olmalıdır. Aksi durumda özgürlükten değil, boşluktan söz edilebilir. Boşluk, bir hareket serbestîsi için imkân sunabilir, ama hareket serbestîsinin gerekçesi ve güvencesi olamaz.

Burada J. S. Mill'in "Hürriyet" adlı kitabında "Her insana yaşamayı kıymetli kılan her şey, diğer insanların fiilleri üzerine tahditler konmasına bağlıdır"26 şeklindeki ifadesine dikkat çekilmelidir. Akıl ve vicdan sahibi varlık olarak insan, gücü nispetinde serbest kalmayı değil, haklılık mikyasına göre hür olmayı tercih eder. Bu tercih, insânî ilişkilerin ve dostluğun önemli bir temeli olan güveni gerçekleştirir. Toplumsal bir varlık olan insan, sevgi ve güven lehine bencil ve sınırsız isteklerinden vazgeçer. Çünkü, "İnsan tabiatının bencil kısmına konan tahditte ferdin kendisi için bile tam bir ivaz vardır ki, bu da kendi tabiatının içtimâî kısmının daha iyi gelişebilmek imkânına kavuşmasıdır.27 Bu konuda Said Nursî de "Ey göçerler, sizde olanı yarı hürriyettir. Diğer yarısı da başkasının hürriyetini bozmamaktır"28 der.

Burada ince bir nokta vardır. O da, hürriyetin sınırlanmasının, aslında o hürriyette içkin olduğudur. Hürriyet, hakka dönüşürken, belirlilik ve dolayısıyla sınırlılık söz konusu olur. Bu da onun ahlâkî ve hukukî bakımdan güvencesini oluşturur. Sınırsız hürriyet, kontrolsüz güç demektir ki, "haklılık" ile "güçlülük" aynı şey olmadığı gibi, kontrolsüzlük de hürriyet demek değildir.

Yine üzerinde durulması gereken bir husus da özgürlüğün, insan hak ve hürriyetleri için sınırlanacağıdır. İslâm açısından da aslolan özgürlük ise, onun sınırlanması da zaruretler sonucunda ve delillere dayalı olabilir.

Diğer yandan her hak "takdir yetkisi" denilen bir özgürlük de içerir. Buna göre hak sahibi, o hakkı kullanıp kullanmama konusunda bir irade serbestîsine sahiptir. Yani, o, somut durumlarda hakkı kullanmaktan vazgeçebilir. Ancak, konu bir insan hakkı olunca, somut durumlardaki kullanımından vazgeçilebilir olsa da hakkın kendisinden vazgeçilemez. İslâm'a göre, kişi Allah'ın insan için belirlediği hak ve hürriyetin kendisinden vazgeçemez veya onu başka mercilere devredemez. Bu, Allah'ın iradesine isyan demektir. Çünkü gerek irade hürriyeti, gerekse kişi hürriyeti, yeryüzünde halife olan insanın bir imtihan sürecinden geçiyor olmasıyla ilgilidir. Nasıl ki, insan bu imtihandan çıkamazsa, hürriyetinden de vazgeçemez.

3.1. Hürriyet ve ahlâk ilişkisi

a) Negatif ve pozitif hürriyet kavramları

Özgürlük, insanın tabiat hayatını aşıp medenî oluşuyla anlam kazanan bir gerekliliktir. Bu sebeple İslâm'da pozitif özgürlük anlayışı öne çıkar. Pozitif özgürlük, kişinin makul biçimde davranışlarını belirlemesi; devraldıklarını fizikî, fikrî ve moral açıdan geliştirebilmesi demektir. Bu özelliğiyle o, tabiat durumu kurgusunun aksine, tabiî içgüdüleri kontrol altına alabilmeye ve medenî hayata işaret eder.

İslâm kültüründe de hürriyetin daha çok dinî ve ahlâkî anlamı ön planda olmuştur. Bu da ilk önce insanın Allah'tan başkasına kul olmaması ve sonra içgüdülerinin sürükleyiciliğinden kurtulması ve tutkularının tutsağı olmaması demektir. Bu bağlamda, 'Nefsânî arzulara kölelilik, boyun köleliliğinden daha kötüdür' denilmiştir.29 Ayrıca 'feth' hareketlerinin de amacını ifade eden 'kula kulluktan kurtarma ve özgürleştirme', siyasal pozitif özgürlük anlamına yakın bir şekilde, İslâm tarihinin ilk dönemleriyle ilgili çağdaş Arapça yazılarda bazen "harrara (hürleştirme)" fiiliyle dile getirilmiştir.30 Bu anlamıyla da hürriyet, Allah'ın özel bir ihsanıdır.

Hürriyet, medenî bir hayat ile esas değerini bulduğundan, o, insanın hem bireysel sorumluluğunun, hem de toplumsal tabiatının gözetildiği bir çerçevede gerçekleşebilir. Aksi halde, yanlış yorumlanır ve kötüye kullanılır. "Hürriyeti sû-i tefsir etmeyiniz; tâ elimizden kaçmasın ve müteaffin olan eski esareti başka kapta bize içirmekle bizi boğmasın. Zira hürriyet, mürâât-ı ahkâm ve âdâb-ı şeriat ve ahlâk-ı hasene ile tahakkuk ve neşvünemâ bulur."31

Aslında, hürriyet bilincinin gelişmesi de sınırların ve sorumlulukların bilincine varmakla olur. Sınırları görmeyen kimse, özgürlüğün bilincine varamayacağı gibi, sorumlulukların bilincinde olmayan da özgürlüğün gerçek değerini kavrayamaz. Dinin rolü insana, sorumluluk bilinci içinde sınırlar ve sorumlulukları görmesine yardım etmek sûretiyle, hürriyetin değeri ve varoluşun bilincine varmasını sağlamaktır.

İslâm'da insanın özgürlüğü, en güzel ameli sergilemesi, kişiliğini en iyi yönde gerçekleştirmesi amacına yöneliktir. Bu sebeple, hürriyet, sorumsuzluk ve başıboşluk demek değildir. Kur'ân'da "O, hanginizin daha güzel iş yapacağınızı denemek için ölümü ve hayatı yarattı"32 âyetiyle, dünya hayatının insanın iyiyi gerçekleştirme amacına yönelik olduğu vurgulanır. Hürriyet, iman ve salih amel, iyilik ve salâhın gerçekleşmesi için bir ön şartıdır. İyilik ve salâh kavramının hürriyetle bu ilgisi, hürriyeti bir değere dönüştürmektedir. Dolayısıyla hürriyetin iyilik ve salâh kavramıyla düşünülmemesi, hürriyet bilincinin düşmesi demektir. "Her şeyin bir râfızîsi var. Hürriyetin râfızîsi de süfehâdır."33 Burada hemen, pozitif özgürlük kavramının rol oynayacağı alanın ahlâk ve eğitim olduğunu belirtelim.

İslâm'a göre, kişinin kendi benliğine karşı da sorumlulukları vardır. Bu sebeple hürriyetin anlamlı kullanımı, bu sorumlulukları da gözetmektir. "Hürriyet-i umumî, efrâdın zerrât-ı hürriyâtının muhassalıdır. Hürriyetin şe'ni odur ki, ne nefsine, ne gayrıya zararı dokunmasın."34 İntiharın ve ötenazinin yasaklanması buna örnek verilebilir. "Zira bir kimsenin fitne ve benzeri şer'î bir zarûret olmaksızın kendi nefsini ölüme teslim gibi bir hakkı bulunmamaktadır."35 Hürriyet, Allah'ın insana bir ihsanı olmanın ötesinde İlâhî imtihan ve insan sorumluluğunun bir şartı olduğu için dokunulmaz, vazgeçilmez ve devredilemezdir. Dolayısıyla "Bir adamın kendi hürriyetini başkasına devretmesine müsaade etmek hürriyet değildir."36 Kişi, Allah'ın ona verdiği hürriyetten ne vazgeçebilir, ne de onu başkalarına devredebilir.

b) Ahlâkîliğin şartı olarak hürriyet

Hürriyet, insanı gerçek anlamda "özne"ye, onun hareketlerini de gerçek anlamda "fiil"e ve "ahlâkî davranış"a dönüştürür. Özgürlük, ahlâkın ön şartıdır. Çünkü, bir ifadeyle bir fiilin olumlu ya da olumsuz (iyi ya da kötü) ahlâkî bir değer taşıyabilmesi için bilinçli ve özgür bir seçimle yapılmış olması gerekir. Ahlâk ise hukukun temelidir. Bununla birlikte hukuk olmadan ahlâk da varlığını sürdüremez. Çünkü insanların zaaflarına kapılması, bencillik, hırs, kıskançlık, tahakküm, kibir, sabırsızlık gibi olumsuzlukların esiri olması sonucu, eğitim ve ahlâk etkin olamaz. Kuralsız ve düzensiz bir dünyada ahlâk uygulama alanı bulamaz. Bu sebeple hukuk, insanların birbirine saldırmalarını önlemek, toplum düzenini ve barışı sağlamak sûretiyle ahlâk için uygulama alanı oluşturur. Ancak hemen belirtelim ki, hukukun koruduğu ahlâk, hukuka temel oluşturan asgarî ahlâktır. Yoksa hukuk, bireylere ahlâk empoze etmez. Meselâ, İslâm bireyi özveri ve îsâr, yani başkasını kendi nefsine tercih hasletini benimsemeye teşvik eder. Bunun dinî-ahlâkî bir haslet oluşuna karşın, bireyin rızası olmadan onun hakkına dokunulamaz. "Şahs-ı vahid hakkını kendi fedâ ediyor; lâkin feda edilmez, hatta umum insana. Onun iptal-i hakkı, hem iraka-i demi (kanının dökülmesi), hem zevâl-i ismeti; iptal-i hakk-ı nev'in, hem ismet-i beşerin mislidir, hem naziri."37 Fedakârlık gibi diğer ahlâkî hasletler de insanın hür seçimi, niyet ve gönüllülüğü ile değer kazanır; haricî zorlama halinde ise açık bir hak ihlâline dönüşür. Ayrıca birinin özgürlüğü çiğnendiğinde toplum huzur ve rahat içinde olamaz. Çünkü bugün birinin hakkı çiğneniyorsa, yarın da diğerlerinin hakkı iptal edilebilir.

Sonuç

Kur'ân, dünya hayatının insan için bir imtihan süreci olduğunu, onun Allah'a karşı sorumlu, sorumluluğundan dolayı da inanç ve amel alanında özgür olduğunu ve olması gerektiğini ifade eder. İnsan tek taraflı olarak bu sorumluluktan kaçınamayacağı gibi, bunun ön şartı olan hürriyet ve haklardan da ne feragat edebilir, ne de onu başka mercilere devredebilir.

İslâm, tabiî bir din olduğundan, özgür irade ve bireyin otonomisini öne çıkartır. Kur'ân, bireyin kendi inanç ve davranışlarından bizzat sorgulanacağını ifade ederken aracılık doktrinini ve taklitçiliği de reddeder. Dolayısıyla, imtihan inancının vurguladığı bireysel sorumluluk özgürlükten kaçışın tam karşısındadır.

Dünya hayatı başıboş bırakılmayan insana varoluş için verilmiş bir hürriyet alanıdır. Dolayısıyla, İslâm'da insanın özgürlüğü, en güzel ameli sergilemesi, kişiliğini en iyi yönde gerçekleştirmesi amacına yöneliktir. Dolayısıyla hürriyetin iyilik ve salâh kavramıyla düşünülmemesi, hürriyet bilincinin düşmesi demektir.

İslâm'da emredilenler ve yasaklananlar dışında her şeyin insanın özgür seçimine bırakıldığını ifade eden "el-berâetu'l-asliyye" prensibi, bireysel özgürlüğün temel olduğuna açık delildir.

—SON—