İslâm'a göre insan haklarının kavramsal temellerinden hürriyet (1)

1. Hürriyetin Tanımı

Hürriyet, insan haklarının bir anlamda özüdür, diğer anlamda ise düşünsel boyutlarından birini oluşturur. Hürriyet; kişinin yapmak veya olmak istediği bir şey konusunda, maddî, manevî bir baskı veya kısıtlama altında olmamasıdır. Gerçek özgürlük, yalnızca dışsal engellerin yokluğunu değil, insanın iradesini belli yönlere şartlayan bağlardan da kurtulmayı gerektirir.

Özgürlük, disiplin yokluğu, otorite boşluğu veya başıboşluk değildir. Sınırsız özgürlük durumunda özgürlük, "haklılık" ile değil "güçlülük" ile belirlenir. Yani bireyin özgürlüğü güç kullanımına ve başkalarının ihlâllerine açık olur. Onu anlamlı kılan bir amaç ve güvenceye sahip olamaz. Dolayısıyla, özgürlükten bahsedebilmek için, onun "haklılık" ile temellenmesi ve bir hak olarak tanınması, bunun içinde sınırlarının belirlenmesi gerekir. Hak kavramı da sahibine onu kullanıp kullanmama yetkisi, yani belli bir özgürlük verir. Sahibinin takdir yetkisi bulunmadığında, haktan değil ödevden bahsedilebilir. Bununla birlikte, bir davranışın hukuken hak, ahlâken veya dinen bir vecibe olması mümkündür. Meselâ Allah'a iman, hukukî açıdan temel bir özgürlük, ahlâkî açıdan "öteki"nin inancına saygı ve hoşgörü olarak ve "özne"nin Allah'ı tanıma ve nimetlerine şükür olarak bir vazife, dinen de insanın en başta gelen yükümlülüğüdür.

a) İmtihanın şartı olarak özgürlük

Allah, öncelikle bir yandan insanı belli imkân ve potansiyellere sahip kılmış, gözlem ve akıl yürütme yoluyla anlayabileceği bir düzen içindeki kâinatı onun hizmetine vermiştir. Yine Allah, insanın özgürlük bilincini geliştireceği akıl, vicdan gibi yetenekler var etmiş, vahiy yoluyla da bilinci aydınlatarak, katı gelenekçilik, cehalet, arzuların peşine düşme gibi bağlardan özgürleşmesini sağlamıştır.

Kur'ân'ın yaratılış öğretisi, insanın yeryüzüne bir imtihan süreci yaşamak için geldiğini vurgular.2 İnsanın Allah huzurunda sorumlu olduğu imtihan süreci, tabiî olarak özgür iradeyi ve hukukî-siyasî özgürlüğü zorunlu kılar.

Baskı ve zorlama beşerî iradenin yerini alırsa imtihan olayı gerçekleşemeyeceği için imtihan kavramında 'bireysel özgürlük' 'bireysel sorumluluk' ile birleşir. Bu sebeple, Allah bile insanı iradesinin aksine zor yoluyla kontrol altına almamaktadır:

"Eğer Rabbin dileseydi, yeryüzündekilerin hepsi elbette iman ederlerdi. O halde sen, inanmaları için insanları zorlayacak mısın?"3

Yine, bir ahlâk toplumu oluşturmak üzere insanın yeryüzüne halife ve varis kılınması, adaleti hâkim ve kaim kılabilme olanaklarının bahşedilmesi, bu imkân ve yetkilerin yaratılış özelliğinde (fıtrat) mündemiç olması da onun özgürlüğünü gösterir. Eğer Allah hakîm bir varlık ise, insan tabiatında içkin özellikler de abes, boşuna ve anlamsız değildir. İnsanın ihtiyar ve hürriyetinin bilincine varması, yaratılışın bir sırrı, ilâhî imtihanın gereğidir. Bu gereğin en önemli unsuru ise fikir, ifade, inanç ve din alanıdır.

Vahyin fonksiyonu da geleneğin karşısına bilgi ve hakikati koymak suretiyle insan özgürlüğünü yükseltmek ve bireye kendi iradesiyle yön vermektir. Ayrıca tabiî-beşerî bir olgu olan bilgi ve fikirlerin paylaşılması, İslâm açısından da bir hak olduğu gibi, bir değerdir de. Nitekim, Hz. Muhammed (a.s.m.), bilgiyi gizlemekten sakındırmıştır.4

Bireyin onurunun, ilk önce bu onurun bilincine varmasıyla gerçekleşeceği hakikati bile; ilim ve düşünce hürriyetinin aslî bir hak olduğunu ortaya koyar.

Kur'ân'a göre, Peygamber ancak müjdeci ve uyarıcı olup, risâlet misyonu da tebliğ, açıklama, hatırlatma ve yönlendirmekten ibarettir. Bunun ötesinde bir peygamber ilâhî mesajı insanlara kabul ettirmekle sorumlu değildir. Çünkü imtihan sürecindeki insanın sorumluluğunu bizzat üstlenmesi gerekir.

İslâm'dan önceki dinlerde temel bir ilke olarak öğütlenmeyen dinî hoşgörü, Kur'an'da Allah'ın kozmik hâkimiyetinin, kuşatıcı ilim ve kudretinin anlatıldığı Ayete'l-Kürsî'yi izleyen "Dinde zorlama yoktur."5 ayetiyle dinî bir öğreti; fıkhî bir hüküm ve itikadî bir kaide olmuştur.

b) Aslî ibaha kuralı

Kur'ân'da "hürriyet" kavramı geçmese de yeryüzünün insana sunulmuş olması, onun mutluluk arama hakkının temelini oluşturur. Yine bir ahlâk toplumu oluşturmak üzere insanın yeryüzüne halife ve varis kılınması6 da onun özgürlüğünü gösterir.

Belirtelim ki, bireyin bir insan olarak sahip olduğu onurun bilincine varması ve kişi olarak varoluşu özgürlüğe bağlıdır. Çünkü 'benlik'in gelişimi, ancak özgürlüğün anlam kazandığı çevreyle ilişki içine girdikçe; yeteneklerini keşfedip geliştirmesi ve böylelikle kendisini tanımasıyla gelişir. Bu bakımdan insanın kendini tanıması ve dolayısıyla kendi benlik ve karakterini bizzat kendisinin inşa etmesi, yani varoluşu için özgürlük şarttır.

Şu nokta gözden kaçırılmamalıdır: İslâm'a göre, dünya bir imtihan yurdu olduğu gibi bir özgürlük alanıdır da. Ama bu alanın üzerinde haramlar ve vaciplerle belirlenen çeşitli sınırlar vardır. Yani özgürlükler bir kâğıt; sınırlılıklar -yani negatif ve pozitif yükümlülükler (nehyedilenler ve emredilenler)- ise o kâğıt üzerindeki satırlar gibidir. Eğer özgürlükler, üzerine hatların çekildiği (sınırlandırma) ve yükümlülüklerin yazıldığı sürecin kendisi kadar geniş bir alan, bir ard alan olmasaydı, ayrıca haklar ve özgürlüklerin tek tek ifade edilmesi gerekirdi. Oysa özgürlük, asıldır ve hayat onun üzerinde varolur. Hayat, el-Hayy, el-Muhyî olan Allah'ın ihsanı olduğu gibi hürriyet de Allah'ın bir ihsanıdır. Aslında, hayat özgürlük demektir; varlıkta hayat seviyesi yükseldikçe, özgürlük de yükselir. Bitkilerden insana doğru özgürlük, hayatiyetin yükselişine eşlik eder. Dolayısıyla, İslâm, özgürlüğün bir hak olduğuna değinmeden onu fıtrî bir vakıa olarak kabul eder. Müslüman araştırmacıların İslâm'da seyahat özgürlüğünü göstermek için kullandığı "Yeryüzünde dolaşın da bakın…"7 anlamındaki âyetler de seyahat ve yerleşim özgürlüğünü belirtmek için gelmediği gibi, Kur'ân da olan ve zaten olması gereken bu gibi durumlar üzerinde ayrıca durmaz. Açıkçası, İslâm, özgürlüğün bir hak olduğuna değinmeden onu fıtrî bir vakıa olarak kabul eder. Eğer hürriyet, fıtrî bir olgu ise, hukuken de bir hak olmalıdır; hukuk insan tabiatına aykırı olamaz. Hz. Peygamber'in Allah'ın hakkında sükût ettiği şeylerden insanların muaf olduğunu belirtmesi8 de "Eşyada aslolan ibâhadır (serbestlik)." şeklinde ifadesini bulan 'aslî hürriyet (el-berâetu'l-asliyye)' prensibini vermektedir. Emredilenler ve yasaklananlar dışında her şeyin insanın özgür seçimine bırakıldığını ifade eden bu prensip, bireysel özgürlüğün temel olduğuna açık delildir. İbn Abbas da Kur'ân'da sükût geçilen şeylerin, Allah'ın bağışladığı şeylerden olduğunu söylemiştir.9 Yani, Kur'ân'ın "Beyanda sükûtu, geniş bir sözdür."10 Bundan hareketle denebilir ki, eğer Kur'an'da bir konuya ilişkin bir yasaklama ve sınırlama yoksa o, insan için fıtrî bir olgudur; onu sakıncalı hale getiren bir hal, bir özellik ortaya çıkmadıkça, aslen mubahtır. Başka bir deyişle naslarla bildirilen ya da usûlüne uygun içtihatla gerekli olduğu anlaşılan bir sınırlama yoksa, insan davranışlarında özgürdür.

2. Hürriyet-eşitlik ilişkisi

Hürriyet, eşitlik ilkesini gerektirir; eşitlik ilkesi olmadan hürriyet gerçekleşemez. Çünkü toplum içinde bazılarının ayrıcalığı, diğerlerinin haklarının kısıtlanmasına bağlıdır. Bu sebeple, meselâ; fikir, ifade ve din hürriyetleri, "öteki"ne saldırı noktasına varamaz. Çünkü saldırı bir hak değil, bir ayrıcalık ve "öteki"nin hakkını ihlâldir.

İslâm'da temel hak ve özgürlükleri belirleyen siyasal iktidar olmadığı gibi, hiçbir insanın veya topluluğun ne haklardan yararlanma konusunda bir ayrıcalığı ne de hukuka tabi olma konusunda bir muafiyeti vardır.

Ayrıca, çoğu kez ayrıcalık, hürriyetin bir "yarı hürriyet" olması değil, hiç olmaması anlamına gelir. Meselâ, başka fikirleri susturup, belli bir fikre söz hakkı vermek, nisbî bir ifade özgürlüğü değil, ifade özgürlüğünün ihlâlidir. Said Nursî'nin "Hürriyet-i vicdan ve hürriyet-i fikr-i ilmiyeyi temin eden Cumhuriyet hükûmeti, ya beni tam himaye edip, garazkâr, evhamlı düşmanlarımı sustursun veyahut bana, düşmanlarım gibi hürriyet-i kalem verip, müdafaatıma yasak demesin."11 ifadeleri, bu hususa ilişkin yanlış uygulamalara işaret etmektedir.

Burada, önemli bir nokta da iktisadî liberalizmin özgürlüklerle (negatif statü ve aktif statü hakları) sınırlayan doğal haklar anlayışının insanların özgürleşmesi için yeterli olmadığıdır. Nitekim, bu çerçeveyle sınırlanan tabiî hakların geniş halk kesimi için ne özgürlük ne de eşitlik getirmiştir. Bu konuyla ilgili olarak, "Devletler, milletler muharebesi, tabakat-ı beşer muharebesine terk-i mevki ediyor. Zira beşer esir olmak istemediği gibi, ecîr olmak da istemez."12 diyen Said Nursî, insanlık tarihinin sosyo-politik açıdan beş devire ayrıldığına dikkat çeker.

"Ehl-i dünyanın ve maddî tarihin nazarıyla, nev-i beşerin hayat-ı içtimâiyesi noktasında bakılsa, görülüyor ki hayat-ı içtimâiye-i siyâsiye itibariyle beşer birkaç devri geçirmiş. Birinci devri vahşet ve bedevîlik devri, ikinci devri memlûkiyet devri, üçüncü devri esir devri, dördüncüsü ecir devri, beşincisi mâlikiyet ve serbestiyet devridir.

"Vahşet devri dinlerle, hükûmetlerle tebdil edilmiş, nim-medeniyet devri açılmış.13 Fakat nev-i beşerin zekîleri ve kavîleri, insanların bir kısmını abd ve memlûk ittihaz edip hayvan derecesine indirmişler. Sonra bu memlûklar dahi bir intibâha düşüp gayrete gelerek o devri esir devrine çevirmişler; yani, memlûkiyetten kurtulup fakat 'el-hükmü li'l-ğâlib' olan zâlim düsturuyla yine insanların kavîleri zayıflarına esir muâmelesi yapmışlar. Sonra, İhtilâl-i Kebîr gibi çok inkılâplarla, o devir de ecîr devrine inkılâp etmiş. Yani, zenginler olan havas tabakası, avâmı ve fukarayı ücret mukabilinde hizmetkâr ittihaz etmesi, yani sermaye sahipleri ehl-i sa'yi ve ameleyi küçük bir ücrete mukabil istihdam etmeleridir.

"Bu devirde sû-i istimâlât o dereceye vardı ki, bir sermayedar, kendi yerinde oturup, bankalar vâsıtasıyla bir günde bir milyon kazandığı halde; bir biçare amele, sabahtan akşama kadar, tahte'l-arz madenlerde çalışıp, kut-u lâyemût derecesinde, on kuruşluk bir ücret kazanıyor. Şu hal, müthiş bir kin, bir iğbirar verdi ki, avâm tabakası havâssa ilân-ı isyan etti. Şu asrın tâbiriyle, sosyalistlik, bolşeviklik sûretinde, evvel Rusya'yı zîr ü zeber edip geçen Harb-i Umûmi'den istifade ederek, her yerde kök saldılar. Şu bolşevizmin perdesi altındaki kıyâm-ı avâm, havâssa karşı bir kin ve bir tezyif fikrini verdiğinden, büyüklere ve havâssa âit medâr-ı şeref her şeyi kırmak için bir cesaret vermiş."14

İnsan haklarının kavramsal temellerinden olan eşitlik, bireylerin insanlık değeri bakımından eşit olmaları (ahlâkî/manevî eşitlik), kanun önünde eşit olmaları (hukukî eşitlik) ve fırsat eşitliğini gerektirir. Her bireyi aynı müktesep haklarla eşitleyen mutlak bir eşitlik değildir. Doğrusu, insanın yaratılış özelliklerini gözetmeyen bir sosyal teori, insan hayatını iyileştirmeyecek, aksine kötüleşmesine kaynaklık edecektir. Bu nedenle, mutlak eşitlik anlayışı, insan hayatında türlü felâketlere neden olmaktadır. Bediüzzaman'a göre mutlak eşitlik ile hukukta eşitlik farklı kavramlarıdır.

"Hayat-ı içtimaiye-i beşeriyede bir çığır açan, eğer kâinattaki kanun-u fıtrata muvafık hareket etmezse, hayırlı işlerde ve terakkîde muvaffak olamaz. Bütün hareketi şer ve tahrip hesabına geçer. Madem kanun-u fıtrata tatbik-i harekete mecburiyet var; elbette fıtrat-ı beşeriyeyi değiştirmek ve nev-i beşerin hilkatindeki hikmet-i esasiyeyi kaldırmakla, mutlak müsavat kanunu tatbik edilebilir."15

"… Ve meşreben ve fikren, müsavat-ı hukuk mesleğini kabul edenlerdenim. Ve şefkaten ve İslâmiyetten gelen sırr-ı adaletle, burjuva denilen tabaka-i havassın istibdat ve tahakkümlerine karşı eskiden beri muhalefetle çalışanlardanım… Fakat nev-i beşerin fıtratı ve sırr-ı hikmeti, müsavat-ı mutlaka kanununa zıttır."16 Belirtelim ki, işbölümü ve özel mülkiyeti sömürü ve kötülüğün kaynağı olarak gören Marksist ve Sosyalist teoriler hükümete bireyleri devletin hizmetinde çalıştırma ve tüketim maddelerini ihtiyaçları oranında bireylere dağıtma yetkisi vermektedir. İnsanların zorla çalıştırıldığı ancak emeklerinin ürünlerine sahip olamayan ecirlere (emekçi) dönüştürdüğü bu teoriler örneğinde "mutlak eşitlik" fikrinin insan özgürlüğünü kaldırdığı açıklık kazanmaktadır. Bu nedenle, İslam, maddî mutlak eşitliği değil, manevî eşitlikten yola çıkarak, hukuk ve fırsat eşitliğini öngörür.

– Devam edecek –