İslâm Medeniyetinin doğuş şartları, etkili olduğu dönemler, kesinti sebepleri ve günümüz – II

5- Batı Medeniyetinin terakkisi, İslâm Medeniyetinin gerilemesi

Haçlı Seferleri ve On Üçüncü Asır’daki Moğol istilâsı sonrasında, İslâm Medeniyetinin yükselme trendi yavaşladı. Avrupa, Haçlı Seferleri sırasında ve Endülüs’ten aldığı bilgileri basamak yapıp karanlık bir çağdan aydınlığa doğru çıkmaya başladı. Coğrafî keşifler, Rönesans ve reform hareketleriyle ilerlemeyi sürdürdü. Rönesans ile birlikte engizisyon mahkemelerinin tahakkümü kırıldı.

Bütün bunlar Avrupa’nın büyük aşama kaydetmesine sebep olduğu gibi, zamanla İslâm ülkeleri üzerinde tahakküm kurmasını netice verdi. Bu ve benzeri sebeplerden dolayıdır ki; Bediüzzaman, Batı Medeniyetindeki hasenelerden bahsederken bunların, “ne Nasraniyet malı, ne de Avrupa icadı olduğunu” belirtmiştir. (Sözler, s. 655)

Hıristiyan Avrupa’da, üç yüz sene dahilî savaşların yapıldığına işaret eden Bediüzzaman, Avrupa’nın dininde “mutaassıp” olduğu dönemlerde medenî olmadığını, “taassubu terk” ettiğinde “medenîleştiğini” ifade etmektedir. (Sözler, s. 312) Bu süreçte, Avrupa’nın “Katolik mezhebini beğenmeyen başta ihtilâlciler, inkılâpçılar ve filozoflar başkaldırmıştır. Katolik mezhebine göre, ehl-i bid’a ve Mutezile telâkki edilenler, Fransız İhtilâli’nden de istifade ile Katolik mezhebini ‘kısmen tahrip’ edecek olan Protestanlığı ilân ettiklerini” belirtmektedir. (Mektubat, s. 420)

Hıristiyanlıkta; yalnız dinî esaslar Hz. İsa’dan alınmasına karşılık, sosyal hayata ve diğer şer’i meselelere dair hükümlerin çoğu, Havariler ve ruhanî reisler tarafından teşkil edilmiştir. Bu teşkil ve açığın kapatılmasında da büyük ölçüde geçmiş semavî kitaplardan istifade edilmiştir. Hz. İsa’nın dünyaca “hâkim ve sultan” olmadığına işaret eden Bediüzzaman, sosyal ve genel kanunlara merci olmadığını, dinî esaslara hariçten bir elbise giydirildiği gibi, Hıristiyan şeriatı adına örfî ve medenî kanunlar alınarak, başka bir sûret verildiğini de dile getirmiştir. (Mektûbât, s. 420) Hatta, yüksek tabaka ve hükümet adamlarının elinde Hıristiyanlığın, özellikle Katolik mezhebinin bir tahakküm ve istibdat vasıtası olduğunu kaydetmiştir. (Mektubat, s. 421)

Bediüzzaman’a göre; Avrupa, sefahat ve dalâletle bozulmuş, İsevî dininden de uzaklaşmıştır (Lem’alar, s. 124), Batı Medeniyeti, dinî değil “dünyevî”dir (Münâzarât, s. 71), “Hıristiyanlığın malı olmayan medeniyeti ona mal etmek” de mümkün değildir (Sünûhat, s. 82). Bütün bu gelişmelerle birlikte, Batı dünyasında dinî taassubun kırılması Avrupa’nın maddî-mânevî ilerleyişinin önünü açmıştır.

6- Kur’ân Medeniyetinin yeniden inkişafı

Bediüzzaman, Batı Medeniyetini hatalarla dolu kabul etmektedir. Çünkü, söz konusu medeniyet; insanın ruhunu maddîleştirmiş, maddiyunluğu esas almış, insanlığa saadet yerine huzursuzluk getirmiştir.

Bu özelliklerinden dolayı Batı Medeniyeti, istirahat-ı umumiyeyi sağlayamamış, kötülükleri iyiliklerine galebe çalmıştır. Beşerin bir kısmını diğer bir kısmına köle etmiştir. Bu sürecin bir devamı olarak insanlığın son devresi olan malikiyet dönemi başladığından, bu devrede insanlık tamamen uyanacak ve bütün haklarına sahip çıkmaya çalışacaktır. Son asırda insan haklarının da ilerlemesiyle sefahatle karışık olan Batı Medeniyeti gerilemeye başlayacak; insan hakları ile tam bir uyum gösteren İslâm hakikatları ve Kur’ân Medeniyeti yeniden inkişaf etmeye başlayacaktır.

Bediüzzaman, artık, Batı Medeniyetinin insanlığın fetvasıyla uğursuz kabul edildiğini ve insanlığın uyanmasıyla yıkılmaya mahkûm olduğunu kabul etmektedir. Ayrıca, devletler ve milletler arasındaki mücadele yerine, insan tabakaları arasında bir mücadelenin başladığını, bunun temelinde de esir olmak istemeyen insanın mücadelesinin yattığını, yeni dönemde ise ücretli de çalışmak istemeyip daha fazla özgürleşmenin peşinde olduğunu vurgulamıştır. (Sünûhat, s. 45) Kendisi için de bir dönüm noktası saydığı bu dönemden itibaren Bediüzzaman, “biz”imle beraber “beşer”e de çare arayan, yeni bir medeniyet için düşünen bir mütefekkir olmuştur.

İslâmiyet’in, gerileyiş düşmanı olmasına rağmen dost görünmesini, adeta feleğin ters döndüğüne bir işaret saymıştır (Sünûhat, s. 81). Bediüzzaman’a göre, yeni medeniyet, “şeriat-ı Ahmediye’nin tazammun ettiği ve emrettiği medeniyet,” “medeniyet-i hazıranın inkişa’ından (parçalanması ve yıkılması ile) inkişaf edecektir.” Bu İslâmî Medeniyet, Batı Medeniyetinin “menfî” esasları yerine, müsbet esaslarını icrâ edecektir (Sünûhat, s. 48).

Batılıların, Şark düşmanlığı dolayısıyla, İslâm’ın insanlığa sunduğu saadeti anlayamadığını, bu düşmanlığın ortadan kalkmasıyla Batının, İslâm’ın hakikatlerini anlayabileceğine işaret eder. Müslümanların, Batıya düşmanlığının bakî kalmasının ise, çökmüş, beşere saadet getirmeyen bir medeniyete dahil olmaya engel teşkil ettiğini, bu yüzden bu düşmanlığın devam etmesini ister.

Batının, bütün bu olumsuzluk ve saldırılara rağmen İslâm’a dinen galip gelemediğini belirten Bediüzzaman, “zaaf-ı dine sebep olan Avrupa medeniyet-i sefihanesinin yırtılmaya yüz tuttuğu ve medeniyet-i Kur’ân’ın zuhura yakın geldiği”ne de işaret etmektedir. (Mesnevî-i Nuriye, s. 86).

Bediüzzaman, insanın ve insanlığın ruhunu maddîleştirmemesi, fıtrî yapıya uygun olacak bir medeniyete geçilmesi gerektiğini belirtmiş, bunun da ancak İlâhî güce dayanan bir medeniyet tarafından gerçekleştirilebileceğini söylemiştir.

II. Dünya Savaşı’yla, “mağlûpların meyusiyeti ve galiplerin dehşetli telâş ve hakimiyetlerini muhafaza ve büyük tahribatlarını tamir edememelerinden meydana gelen vicdan azapları”, “medeniyet fantaziyelerinin aldatıcı ve uyutucu olmasının görülmesi, fıtrat-ı beşeriyedeki yüksek istidadatın, mahiyet-i insaniyesinin umumî bir suretle dehşetli yaralanması ve ebed-perest hissiyât-ı bakiye ve fıtrî aşk-ı insaniyenin heyecan içinde uyanması”, gaflet ve dalâletin en sert ve sağır olan tabiatın, yani maneviyatı tamamen reddeden maddeciliğin Kur’ân’ın elmas kılıcı ile parçalanacağını, “dalâlet ve gafletin en geniş perdesi olan siyasetin” çirkin ve gaddar olan hakikî yüzünün ortaya çıkması neticesine dikkat çeken Bediüzzaman, insanlığın “maşuk-ı mecâzisi” olan dünya hayatının “çirkin ve geçici olmasını” göreceğini, fıtraten hakikî sevdiği ve aradığı “hayat-ı bakiyeyi kuvvetle arayacağını” belirtmektedir. İnsanlığın bu ihtiyacına cevap verecek tek seçeneğin ise, “Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyan” olduğunu, yalnız, bunun da bir şartı olduğunu, o şartın da beşerin aklını bütün bütün kaybetmemesi ve maddî-mânevî bir kıyametin kopmaması halinde olacağını belirtmiştir. (Emirdağ Lâhikası, s. 127)

Bediüzzaman saadet getirecek medeniyetin, iman ve tevhid nazarıyla bütün kâinata uhuvvetle bakması gerektiğini, bu nitelikteki medeniyetin, bütün mahlûkâtı, bilhassa insanları ve özelde Müslümanları birbirine kardeşlikle bağlayacağını söylemektedir. (Mesnevî-i Nuriye, 77).

Bediüzzaman, Kur’ân’dan çıkan medeniyetin iyiliklerinin kötülüklere üstün geleceğini, zamanımıza kadar yapılan, “Dinin bir kısmını, medeniyetin bir kısmını kazanmak için rüşvet verme” hatasından vazgeçileceğini, medeniyeti ona, yani Kur’ân’a, o “semâvî kanunlara bir hizmetkâr, bir yardımcı” olmak konumuna getireceğini dile getirmiştir. Kur’ân esaslı yeni medeniyetin kurulacağını iki delilden anladığını, bunlardan birincisinin, Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyân’ın “işarat ve rumuz”ları, diğerinin ise, “uyanmış beşer”in rahmet-i İlâhiyeden bu çareyi “bekliyor, yalvarıyor, arıyor” olması olduğunun izahını yapmıştır. (Emirdağ Lâhikası, s. 335)

Gelecekte üstünlük kuracak olan Asya Medeniyetinin kaynağını açıklayan Bediüzzaman, “Uzaktan gayet parlak” görülen İslâmın ve Asya’nın “hâkim-i evvel ve âhiri olan İslâmiyetin galebesi”(Muhakemat, s. 37) ifadesiyle de, Asya medeniyetinin esaslarının İslâmî olacağını ortaya koymaktadır. Asya Medeniyetinde İslâmiyet’in esas olacağı ve onun üstünlüğünde gerçekleşeceği hususunda, mukavemet edilmez bazı kuvvetlerin ittifak ve ittihad ettiğini belirtmektedir ki, bu kuvvetler şu şekilde sıralanmaktadır:

1. Eğitim ve medeniyetle mücehhez olan İslâmiyetin hakikî kuvveti.

2. Tekemmül-ü mebâdî ve vesâitle mücehhez olan şiddetli ihtiyaç.

3. Asya’yı gayet sefalette, başka yerleri nihayet refahta görmekten kaynaklanan tam bir uyanış ve mükemmel uyarılmayla mücehhez olan gıpta ve rekabet ve kin-i muzmer.

4. Ehl-i tevhidin düsturu olan tevhid-i kelime (söz birliği) ve zeminin hasiyeti olan itidal ve huyların değişmesi, zamanın etkisiyle olan zihinlerin aydınlanması, medeniyetin kanunu olan fikirlerin birbirine ilâvesi, bedeviyetin lâzımı olan selâmet-i fıtrat ve zaruretin neticesi olan hafiflik ve teşebbüs cür'eti ile mücehhez olan fıtrî kabiliyetler.

5. Bu zamanda ilâ-yı kelimetullah maddeten terakkîye mütevakkıftır. Bu husus İslâmiyetin emriyle ve zamanın ilcaatiyle ve fakr-ı şedidin icbariyle ve her türlü arzuyu öldüren ye’sin ölmesiyle hayat bulan ümitle mücehhez olan arzu-yı medeniyet ve meyl-i teceddütle olacaktır.

Bediüzzaman, yeni medeniyetin İslâmiyet’te ve Asya’da bulunan beş kuvvet tarafından oluşturulacağını, Batı medeniyetinin kendi içindeki zaaflarının, yeni medeniyetin kuruluşunda sadece esas kuvvetlere “yardım” edecek mahiyette olacağını belirterek, yeni medeniyetin Müslümanların ve Asyalıların çalışmaları ile kurulabileceğine açıklık getirmektedir. Böylece Bediüzzaman, yeni medeniyetin Avrupa’nın çöküşünden veya küllerini seyretmek için beklemekten değil, yeni medeniyet kurucularının kuvvet ve iradelerini ortaya koymalarından oluşacağını izah etmektedir. Tabiîdir ki, bu yeni medeniyet kurulamaz ise, mevcudun hâkimiyeti devam edecektir.

Zaten Bediüzzaman, “medeniyetleri ihtiyarlandıran mesâvî-i medeniyetin, mehasinine galebesidir” (Muhakemat, s. 38) derken, “ölmesi” kelimesini tercih etmemektedir. Böylece bir medeniyetin hatalarından dolayı sadece ihtiyarlayabileceğini, ortadan kalkması veya üstünlüğünün sona ermesi için ancak yeni bir medeniyete ihtiyaç olacağına işaret etmektedir.