1- Medeniyet
İslâm ve Hıristiyanlığa mensubiyeti olanlar, medeniyet terimine medine, yani şehir ile ilgili mânâ vermişlerdir. Medine; ortak davranış kurallarına tabî, düzenli bir birlikte yaşama ve yerleşme özelliği gösterir. Hayvanlar âleminde buna benzer bir özellik olmadığından medineleşme ve medenileşme aynı zamanda insanîleşmeyi de hatıra getirir.
Medeniyet demek, çoğu kere insan demektir. Hem medeniyetin mayasını karmak bakımından, hem de teşekkül eden medeniyetin baş aktörü olması bakımından insanın yeri tartışılmazdır. Kadim geleneklerin de vurguladığı gibi, yaradılışın kapsamlılığı açısından bakıldığında, belki her bir insanın kendi başına potansiyel bir medeniyet olduğu bile söylenebilir. Bütün insanlık tarihinin de bize gösterdiği gibi, her medeniyetin teorik temelleri ve pratik yaşama biçimi ile inşa ettiği ve öngördüğü bir insan tipi vardır.
Medeniyet anlayışına çok önemli bir açılım getiren Bediüzzaman; medeniyetin başarılı sayılabilmesini, toplumun ekseriyetinin saadetini temin etme şartına bağlar. (Sözler, s. 653)
Bediüzzaman, medeniyetin oluşumuna etki eden en büyük faktörün, telahuk-ı efkâr, yani fikirlerin birbirine eklemlenmesinin baskın rolüne dikkati çeker. Medeniyetleri ihtiyarlandıran ve dolayısıyla ölüme mahkûm eden hususun ise, medeniyetin kötü yanlarının zamanla iyiliklerine üstün gelmesi olarak izah eder. (Muhakemat, s. 37-39). Ona göre, mevcut medeniyet sadece bir dinin, bir bölgenin, bir asrın veya tek bir milletin malı değil, bilakis umumun malıdır. İnsanlığın ortak malı olan ve Avrupa medeniyetinde tezahür eden mehasinlerin, yani güzelliklerin üç kaynağı vardır. Bunlar;
a. Asırlardan beri süre gelen fikirlerin birbirine eklemlenmesi yani telâhuk-u efkar,
b. Semâvi dinlerin insanlığa getirdiği düzenlemeler ve kurallar,
c. Zarurî ihtiyaçlardır.
Bediüzzaman, Avrupa medeniyetinin iyi yönlerinin kaynağını izahı ederken, semavî dinlerin düzenlemeleri konusuna özel izahlar getirir ve özele doğru vurgu yaparak, hususî bir kaynak daha ilâve eder ki, o da İslâmî İnkılâptır. (Sözler, s. 655). Bu çerçevede, Avrupanın en büyük üstadı Endülüs İslâm Devletidir der (Sözler, s. 313). Böylece, genel olarak bu üç kaynak dışında, bazı medeniyetleri hususî olarak etkileyen kaynakların da mevcut olabileceğini ifade etmiş olmaktadır.
2- İslâm Medeniyetinin doğuşu sırasında Arap Yarımadası
İslâmdan önce, Hicaz bölgesinde eğitim ve öğretim yok denecek kadar azdı. Okuma yazma bilenlerin sayısı bir elin parmaklarını geçmemekteydi. İnsanlar, Allaha şirk koşar ve putlara tapardı. İçki içme adeti çok yaygındı, kumar oynamakla övünülürdü. Kumar ve içki meclislerine katılmamak bir eksiklik olarak kabul edilirdi. Tefecilik almış yürümüştü. Para, altın ve benzeri şeyleri birbirlerine verirler, kat kat faizle geri alırlardı. Mekkeye gelen yabancı tüccarların malları zorla ellerinden alınır, kendilerine zulüm etmekten de geri kalınmazdı. Cahiliye döneminde kadına değer verilmez, hak ve hukuku tanınmaz, adeta bir eşya gibi telâkki edilirdi. Çok kötü adetlerinden biri de, zavallı ve masum kızlarını kocaya vermekten ar ederek diri diri kuma gömmekti. Bu durumdan hoşnut olmayanlar da vardı. Zulümlere karşı bazı faziletli insanlar kendi aralarında Hilfül-fudul adında bir anlaşma yapmışlardı. Allaha yemin ederiz ki, zulme uğrayanın yanında ve zalim mazlûmun hakkını iade edene kadar hepimiz bir tek el gibi zalimlerle mücadele edeceğiz diye yemin içmişlerdi. Peygamber Efendimiz de kendisine peygamberlik gelmeden önce bu birliğe üye olmuştu. Nübüvvetten sonra da böyle bir birliğe kayıt olduğu hatırlatılınca; bugün bile böyle bir birlik olursa yine üye olurum demiştir.1
3- İslâm Medeniyetinin etkili olduğu dönemler
Maddî-mânevî, zifirî karanlıklar içinde olan Cahiliye toplumu, yedinci asrın başlarında yepyeni bir medeniyet olan İslâm Medeniyetini karşısında buldu. Bu medeniyetin kaynağı Kurân-ı Kerim ve Sünnet olup, Cenâb-ı Hakkın varlık ve birliğine, ahiret gününe iman gibi bir inançtan beslenmekteydi. Bu fikirleri kabul eden fert ve toplumlar hem ahiretlerini mamur etmek, hem de dünyalarını imar etmek için gayret sarf ettiler. İslâm Medeniyeti, Cahiliye geleneklerinin aksine; bilgiyi, çalışmayı, yardımlaşmayı, adaleti, hoşgörüyü ve sevgiyi ön plana çıkardı. İnsanı arzın halifesi ve en mükemmel varlık olarak muhatap aldı. İnsanın hizmetine verilen diğer varlıkları korumayı da ihmal etmedi . Böylece sadece insanlar arasında değil, bütün varlıklar arasında bir ahenk tesis edip, huzurlu ve mutlu olmasını sağladı.
İslâm Medeniyeti, ilk üç asırda (7, 8, 9. asır) dünyaya büyük oranda hükmetmiş sonraki iki asırda nispeten etkisini sürdürmüş, ondan sonra da gerileme dönemine girmiştir.2 Söz konusu asırlarda Müslüman ilim adamları çok önemli keşiflere imza atmış ve asırlarca Batı dünyasının üniversitelerinde ders kitabı olarak okutulan eserler yazmışlardır.
4- İslâm ve Batı Medeniyeti
Kurân medeniyeti ile insanlığın dehasından çıkan ve felsefeye istinat eden Batı medeniyeti ayrı esaslara dayandığı için aralarındaki anlayış ve bakış tarzı çok farklıdır. Bediüzzamana göre medeniyeti karakterize eden beş ana parametre vardır. Bunlar müellifin ifadesi ile; Nokta-i istinad, Hedef, Düstur-u hayat, Cemaatlerin rabıtası, Semerat (meyve, netice).
Dehadan beslenen Batı medeniyeti ile Hüdadan beslenen Kurân medeniyeti karşılıklı tahlil edildiğinde, yetiştirdikleri insan ve cemiyet tipinin çok farklı olduğu görülecektir. Yukarıda sayılan esasları Batı medeniyeti açısından değerlendirdiğimizde aşağıdaki tablo ortaya çıkacaktır;
a. Nokta-i istinad, yani dayanak noktası; kuvvettir.
b. Hedefi; menfaattir.
c. Düstur-ı hayatı (hayattaki temel kuralı); mücadele ve çarpışmaktır.
d. Cemaatlerin rabıtası; unsuriyet ve menfî milliyettir.
e. Semeratı (meyvesi, neticesi); nefsin heveslerini tatmin, insanlığın ihtiyaçlarını arttırmak ve dolayısıyla israfı kolaylaştırmaktır. Sayılan bu unsurlar tahlil edildiğinde şu sonuçları çıkarmak mümkündür:
Dayanak noktası kuvvet kabul edilirse; bu kabulün tezahürü başkasının hakkına, hukukuna tecavüz olacaktır. Güçlünün ayakta durabileceği tezini işleyen Darvinizm, bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler ilkesini esas kabul eden vahşi kapitalizm, kapitalizmin vahşetine dur demek için yola koyulmuş, ancak, kapitalizmden daha vahşi uygulamalara imza atan sosyalizm, sömürgeleştirme faaliyetlerinin tümü, hakka bedel kuvveti esas alan medeniyetin yansımalarıdır. Dolayısıyla, insanlığın, insan hakları mücadelesi serüveninin özü, kuvveti hakkın emrine tabi kılma mücadelesidir.
Hedefine menfaati koyan bir medeniyetin mensupları diğergam değil, hodgam olur, bencilleşir. Sürekli avını gözetleyen uyanık ve gergin bir avcı gibi menfaatini gözetler, başkası ile ya ruhen veya cismen boğuşur.
Temel hayat prensibini çarpışma üzerine bina eden birisi, kâinattaki muazzam yardımlaşma hakikatine karşı kalp ve gözünü kapatır. Herkesi düşman ve her şeyi kendisini alt etmek üzere kurgulanmış zararlı varlıklar olarak görür. Gerçekleştirmek istediği çok şeyin varlığına mukabil, yapabildiği çok az şeyin farkındadır. Hiçbir şeyi kontrolünde tutamadığından ruhu daima korku ve azap içinde kalır. Ayakta kalabilmek için yel değirmenine hücum eden Don Kişot misali daimi bir çatışma vaziyeti ile kendisine eziyet eder.
Batı felsefesinden beslenen deha toplum fertleri arasında dayanışmayı sağlayan unsur olarak ırkı görür. Bu felsefe ve bakış açısı, nasıl ki birey bazında kendisini düşünen, hedonist (hazcı) ve egoist bir insan tipini netice veriyorsa, egoizmin ve hedonizmin fertten cemiyete yansımış hali de, menfi milliyetçilik anlamında ırkçılık olarak tezahür edecektir.
Bediüzzaman hayatı boyunca iki tağutla mücadele ettiğini, bunlardan birisinin kâinatta bulunan tabiat, diğerinin de insanda bulunan ene olarak ifade eder. Irkçılığın bu iki olumsuz esasla ilişkisinin olduğunu beyan eder. Bu tip ırkçılığın tabii bir neticesi de emperyalist bir saikle başkasını yutmaktır. Yani sömürmek, küçük görmek veya varlığını kabul etmemek, hak ve hukukuna tecavüz etmektir. İki dünya savaşı, Bosna- Hersek katliamı, Irak ve Afganistanın işgali hemen akla gelen örneklerdir.
Batı medeniyetinin söz konusu anlayış ve neticelerine mukabil Hüda yı esas alan Kurân medeniyetinde ise durum şöyledir:
1. Dayanak noktası olarak kuvveti, kuvvetliyi değil, hakkı esas alır. Gerek dört büyük halife gerekse sonraki İslâm Devletlerinde, padişahların davalılarla aynı statüde muhakeme edilmeleri ve Fatihe verilen cezanın temelinde, kuvvetin yerine adaleti ikame etme anlayışı yatmaktadır. Bir ferdin hayat hakkını, yeryüzündeki bütün insanların hayat hakkı ile eşdeğer tutan ve birisinin hatası yüzünden başkasının sorumlu olamayacağını beyan eden Kurân âyetleri, bilhassa Hz. Alinin (ra) ömrünün sonuna kadar ve hayatı pahasına da olsa, adaletin ince çizgisinde kalarak vazgeçmediği adalet-i mahza anlayışı, Kurân medeniyetinin kuvvete bedel hakka dayandığının birkaç delilidir.
2. Kurân medeniyetinin ruhunu tezyin ettiği bir ferdin hedefinde; kendi menfaati değil, fazilet vardır. Böyle birisini harekete geçiren en önemli saik Allah rızasıdır. Sağ elin verdiğini sol eline göstermeyecek kadar hassas bir tavırla yapılan yardımlar, zekât, sadaka, muhtelif amaçlı vakıflar bu ruhun maddî tezahürleridir.
3. Bu ruhun hakim olduğu bir fert; hayatı bir mücadele ve çatışma olarak görmez. Tam aksine dünyayı bir yardımlaşma cenneti olarak görür. Kâinattaki bütün unsurların birbirine yardım etmek üzere kurgulandığı hakikatine inanan bir mümin, kendisi dışında kalan diğer insanları kendisinin yardımına koşan yardımsever kardeşler olarak görür. Hatta, yaratılmışlığın ortak paydasından hareketle hayvanlarla, cansızlarla ve hatta bütün kâinatla bir nevi kardeşlik hisleri ile dolarak kendisi ve kâinatla barışık olarak yaşar, dünyasını bir cennete çevirir.
4. Milliyet meselesine geline; evvelâ, hiç kimse kendi milliyetini kendisi seçmemiştir. Herhangi bir milliyete mensubiyetin üstünlük vesilesi olamayacağı, aksi durumun ilâhî adaletle bağdaşmayacağı hakikatini kabul etmek gerekir. Bu anlayışa mensup bir mümin kendi milliyetini inkâr etmediği gibi, başkasının milliyetinden de üstün görmez. Gerçek üstünlüğün ahlâkta ve takvada olduğunu kabul eder. Kendi milliyetini dünya milletler mozaiğinin bir rengi, bir unsuru olarak görür. Diğer milletlerin varlığını, hayat kalitesini arttıran bir zenginlik olarak telâkki eder. Bir mümin aynı dini paylaştığı insanlarla dindaşlık, aynı vatan ve coğrafyayı paylaştığı insanlarla vatandaşlık, daha geniş bir daire olan insanlık ve nihayet aynı Allahın mahlûku olmak hasebiyle yaratılmışlık asgari müşterekinde buluşur. Bütün mahlukata karşı bir nevî kardeşlik hisleri ile dolar. Bu his, anlayış ve algılayış dünya barışını netice verir.
5. Ruh terbiyesini Hüda dan alan bir müminin dünyadaki tek amaç ve hedefi aşağılık arzularını tatmin etmek olamaz. Tam aksine hedefinde, bu arzularını gemleyip, ruhunu yüce duygularla donatmak, maddeden çok mânâyı esas tutmak vardır. Bu ruhun hedefinde, malayaniyatı temsil eden yer çekiminin etkisinden kurtularak maaliyatı yani yüce ruh halini temsil eden gök çekiminin etki alanına girmek, vermenin almadan, ikramın yemeden daha lezzetli olabileceğini düşünür. Ulvî hislerini tatmin ederek ferdi, kemalat-ı insaniyeye sevk edip, insanı insan etmek vardır.