Bediüzzaman Said Nursî, İslâm dünyasının maddî ve manevî çöküşten kurtularak saadetinin temininin ancak birlik ile olacağını ve bu birliğin en önemli unsurlarının da İslâm dininin mukaddesleri ve İslâmiyet ile mezc olmuş milletler olduğunu söyleyerek; birliğin cehalet ile olmayacağını, birliğin en önemli şartının ilim ve fikirlerin kaynaşması olduğunu, birliğin pratik hayata yansımalarının da hayâ, hamiyet, hürmet, merhamet gibi insan fıtratında var olan yüksek seciyeler olduğunu belirtir.
4- İSLÂM DÜNYASININ BİRBİRLERİ VE BATI İLE İLİŞKİLERİ
A- İSLÂM ÜLKELERİNİN BİRBİRLERİ İLE İLİŞKİLERİ
İslam Dünyasının Genel Görünümü
Günümüz İslâm dünyasının kuşkusuz en önemli olayı, hilafetin kaldırılması ve Osmanlının yıkılmasıdır. I. Dünya Savaşı sonrasında İslâm dünyası Türkiye, Afganistan ve İran dışında bütün halkları ve toprakları sömürge altına alınmış, İslâmî kurum ve kuruluşlar tamamen ortadan kalkmış, hayat tarzı ve İslâmî kurallar ciddî bir şekilde tahrip edilmiştir.
II. Dünya savaşından sonra Müslüman ülkeler tek tek bağımsızlıklarını kazanmaya başlamışlardır. Bu dönemde İsrail devletinin kurulması Filistin halkının insanlık dışı zulüm ve işkencelere maruz kalması ve İslâmın mukaddeslerine saldırı, İslâm dünyasını derinden etkilemiştir. Bu olaylar İslâm ülkelerinin İKÖ çatısı altında toplanmasını zorunlu kılmıştır. 1970li yılların sonunda İran Devrimi, Afganistanın işgali ve Filistin topraklarında başlayan intifada hareketleri sonucunda İslâm dünyasında Batı karşıtlığı ve Batı ile çatışma başlamıştır.
1990lı yılların başında komünizm ve SSCBnin çöküşü ile iki kutuplu dünyada Batı ve Amerika için en önemli tehlike ortadan kalkmıştır. Soğuk savaşın sona ermesinden sonra Batıda ve özellikle Amerikada İslâm karşıtlığı başlamıştır. Bu karşıtlık, belirli mihraklar tarafından organize edildiğinden şüphe edilmeyen 11 Eylül olayı ile de dünya genelinde artış göstermiştir. ABD, 11 Eylül olaylarını bahane ederek Irakı işgal etmiş, Suriye ve İranı da işgal için çeşitli bahaneler aramaktadır.
İslâm Birliği
18. Yüzyılın sonlarına gelindiğinde İslâmiyetin hamisi ve bayraktarı hükmünde olan Osmanlı devleti eski saltanat ve hâkimiyetini yitirmiş, savaşları kaybetmeye başlamış, maddî ve manevî bir çöküş sürecine girmiştir.
Bediüzzaman Said Nursî, İslâm dünyasının bu çöküşten kurtularak saadetinin temininin ancak birlik ile olacağını ve bu birliğin en önemli unsurlarının da İslâm dininin mukaddesleri ve İslâmiyet ile mezc olmuş milletler olduğunu söyleyerek; birliğin cehalet ile olmayacağını, birliğin en önemli şartının ilim ve fikirlerin kaynaşması olduğunu, birliğin pratik hayata yansımalarının da hayâ, hamiyet, hürmet, merhamet gibi insan fıtratında var olan yüksek seciyeler olduğunu belirtir.
Allaha ve imanın diğer şartlarına iman olan manevî bağlar, birlikteliği gerektiren en önemli dinamiklerdir. İslâm dünyasının birlikteliğinden maksat; doğru İslâmiyeti ve İslâma lâyık doğruluğu tesis ve temin etmektir. İttihat ile Müslümanlar arasındaki bu nurânî bağ, irâdî ve şuurlu hale getirilir, ibadethaneler ilim yuvası haline dönüştürülürse, İslâm dünyası mutluluğun zirvesine ulaşacaktır. Aksi takdirde, sahipsiz ve müttefiksiz kalan İslâm ülkeleri, yüzlerini başka yerlere çevirecekler, ancak kendilerinde bulabilecekleri gücü yanlış yerlerde arama yoluna gideceklerdir.
Asrın başında üç temel düşmandan biri olarak, Müslümanlar arasındaki ihtilâfı gösteren Bediüzzaman Said Nursî, ırkçılığın başkasını inkâr ve yutmakla beslendiğini, bunun ise yaratılış gayesine ters düştüğünü ve Allahın insanları ayrı ayrı yaratmasının hikmetinin birbirleri ile yardımlaşma ve tanışma olduğunu ifade eder. Sağlıklı bir toplum hayatı için, fertlerin, benliklerini bir kardeşlik havuzunda eritmesi gerektiğini belirten Bediüzzaman, İslâm milletlerinin de kendi benliklerini İslâmiyet suyunda, birlik havuzunda eritmeleri gerektiğini vurgular.
İslâm ülkelerinin birbirleri ile olan ilişkilerinde asıl olan muhabbete muhabbet yani, sevgiye sevgi ile mukabele edip, genel barışı tesis etmektir. Müslümanlar arasındaki birlikteliğin asıl amacı da İslâm ülkelerinin günümüzde içinde bulunduğu, cehalet-fakirlik-ihtilaf düşmanlarına karşı birlikte mücadele vermek ve İslâm dünyasını bu üç tehlikeden kurtarmaktır. Bu sebeple bu birliktelik, Batı dünyasına ve Batının değerlerine karşı değildir.
Günümüzde İslâm dünyasının sınırları daha da genişlemiş, hızla gelişen iletişim ve teknoloji karşısında İslâmî meselelerde görüş ayrılıkları ve fikir karmaşası yoğunlaşmış, İslâmî fikirler ve topluluklar arasındaki kopukluk ve dağınıklık daha da artmıştır. Batı medeniyetinin menfîlikleri, gelenek ve görenek adı altında bütün İslâm dünyasında sosyal çöküntüye sebebiyet vermiş, Diyanet görevinin bir tek şahsın görüş ve yargısına bırakılmasını imkânsız kılmıştır.
İKÖ (İslâm Konferansı Örgütü)
21 Ağustos 1969 tarihinde Yahudilerin, Müslümanların ilk kıblesi olan Mescid-i Aksayı ateşe vermeleri üzerine, İslâm Dünyasında meydana gelen huzursuzluk ve tepki sonucu Eylül-1969 tarihinde Fasın başşehri Rabadda bir araya gelen 57 İslâm Ülkesi İKÖnün kurulmasına karar verir. Türkiye, İKÖye 1976 tarihli İstanbul Zirvesinde tam üye olmuştur.
İKÖnün kuruluş amacını şöyle özetleyebiliriz:
* İslâm mukaddeslerini koruma altına almak ve muhtemel saldırılardan korumak.
* Bütün Müslüman ülkelerin ve özellikle Filistin halkının hak ve özgürlüklerini savunarak, bağımsızlığını kazanmasına yardımcı olmak.
* Irk ayrımı ve sömürgeciliği ortadan kaldırmak
* Üye ülkeler arasında ekonomik, siyasî, sosyal ve kültürel ilişkilerin tesisi ile devamını sağlamak.
İKÖ, Genel Sekreterlik bünyesinde ;
– İSLÂM KALKINMA BANKASI
– İLİM-EĞİTİM VE KÜLTÜR ÖRGÜTÜ (İSİSKO)
– İSLÂM ÜLKELERİ SESLERİ ÖRGÜTÜ (İSBOVA)
– ULUSLAR ARASI İSLÂM HABER AJANSI
– KUDÜS KOMİTESİ
olmak üzere beş organ vardır.
11 Eylül olayları ile dünya genelinde ortaya çıkan İslâm fobisini, İslâm aleyhtarlığını ve düşmanlığını önlemek için gerekli tedbirleri almak amacına yönelik olarak Türkiyenin girişimi ile 13 Şubat 2002 tarihinde İKÖ-AB ortak forumu düzenlenmiştir. Bu forum, İKÖ tarihinde Batılı kurumlar ile yapılan ilk forumdur.
Aralık-2005 tarihli zirvede, Bediüzzaman Said Nursînin tarif ettiği şekilde, örgüt bünyesinde mevcut İslâm Fıkıh Konseyinin yeniden yapılandırılarak, Konseyde bütün üye ülkelerden temsilcilerin bulundurulması, genel başkanının ve sekreterinin seçimle işbaşına gelmesi kararlaştırılmıştır. Yine bu zirvede; özellikle 11 Eylül olayları ile ortaya çıkan ve İslâma mal edilen terör olaylarının İslâma mal edilemeyeceğine, İslâmın her türlü terör ve insanlık dışı hareket ve davranışı reddettiğine, İslâm dünyasında var olan mezhep çatışmasının gereksizliğine vurgu yapılarak Şiî ve Sünnî düşüncelerin İslâma dahil olduğu belirtilmiş, ayrıca İslâm Ülkelerinde cehalet ile mücadele için OKU FONU altında bir fon oluşturulması kararlaştırılmıştır.
Arap Birliği
22 Mart 1942 tarihinde bütün Arap ülkelerini bir araya getirmek amacıyla 7 devlet tarafından kurulan Arap Birliğinin hâlihazırda 22 üyesi vardır. Arap Birliği sadece etnik kökene dayalı bir kuruluş olup, bir değerler manzumesi esasına dayanmamaktadır. Menfî milliyetçilik esasına dayalı bir örgüt oluşu sebebiyle, İslâmın özüne aykırı bir kuruluştur. Ayrıca İKÖye alternatif bir örgüt olması hasebiyle tasvip edilemez. Nihayetinde kuruluşundan beri hiçbir ciddî faaliyet ve varlık göstermemiştir.
KEİT (Karadeniz Ekonomik İşbirliği Teşkilâtı
Karadenize komşu 11 ülkenin katılımı ile 1992 yılında Türkiyenin etkin rolü ve girişimi ile İstanbul Zirvesinde kurulmuş bir bölgesel kuruluştur. Amacı üye ülkeler arasında ekonomi, enerji, bilim, ticaret ve turizm alanında işbirliğinin tesisidir. KEİT, üyeler arasında serbest ticareti hedeflemesine rağmen, aralarındaki mevcut ekonomik ve siyasî problemlerin ciddî boyutlarda olması birliğin etkinliğini sarsmaktadır.
CENTO (Bağdat Paktı):
CENTO, etnisite-ırkçılık esasına dayanmadığından ve İslâm ülkeleri ile bir Batı ülkesi olan İngiltere arasında tesis edilen bir örgüt olması, ırkçılığa karşı bir tedbir olması ve İslâm birliğinin tesisine vesile olması noktalarından hareketle Bediüzzaman Said Nursî, paktın kuruluşunu desteklenmiş ve o zamanki Menderes Hükümetine; …Irkçılık bütün bütün bir tehlike-i azimdir. Sizin bu defa ki, Irak ve Pakistan ile pek kıymettar ittifakınız, inşallah bu tehlikeli ırkçılığın zararını defedecektir cümlesi ile bu düşüncesini iletmiştir.
STK (Sivil Toplum Kuruluşları)
Dünya barışının ve güvenliğinin tesisi amacıyla, uluslararası arenada kurulan küresel, bölgesel, etnik ve ideolojik örgütlerden sonra, dünya genelinde baskı ve zulüm altında yaşayan etnik kimlikleri ya da her türlü hak ve özgürlükleri ellerinden alınmış grup, halk veya insanların hak ve özgürlüklerini korumak ve bunları belli bir seviyeye getirmek amacıyla hükümetler dışı örgütler olarak nitelenen, sınır tanımayan sivil toplum kuruluşları 1950li yıllardan itibaren kendini göstermeye başlamıştır.
Kendi görüşlerini serbestçe ifade edebilen STKlar şu özellikleri taşırlar;
* Özel girişimlerden kaynaklanır.
* Yapılanmaları hiçbir zaman hükümetler arası bir yapılanma değildir.
* Gönüllü, özel örgütlerdir.
* Genel ve evrensel yararlara hizmet ederler.
* Kendi görüşlerini özgürce ifade etmeyi amaçlarlar.
* Faaliyetleri karşılıksızdır, herhangi bir maddî menfaat beklemeksizin yürütürler.
STKlar, İslâm ülkelerinde genelde vakıflar bünyesi altında, devletle uyumlu olarak ve devletin himayesi altında varlık göstermelerine rağmen, Batıda ise kiliseye ve devlete karşı birleşme ve hak arama şeklinde varlık göstermiştir. Tarih boyunca devletlerin ekonomik ve demokratik gelişimi ile STKların varlıkları doğru orantılı olmuştur. Devletlerin ekonomik ve demokratik düzeyleri arttıkça, hak ve özgürlükler geliştikçe STKlar da daha rahat ve daha geniş bir yelpazede faaliyet göstermişlerdir.
Hac
Hicretin 9. senesinde farz kılınan ve bedenî ve mâlî ibadetler arasında yer alan haccın, mukaddes toprakların ziyaret edilmesi ve bu mânâda fertte meydana gelen ruhî ve manevî değişiklikler ile diğer hikmetlerinin yanında konumuz açısından en önemli olan özelliği; yeryüzündeki tüm Müslümanların birbirleri ile görüşüp, tanışmaları, kaynaşmaları, ticârî ilişkilerde ve fikir alış verişinde bulunmaları, bu mânâda İSLÂM BİRLİĞİNİN TESİSİni gerçekleştirmesidir.
Bediüzzaman, 1. Dünya Savaşı sonrasında İslâm Dünyasının içinde bulunduğu parçalanmışlık halinin en önemli sebebini, haccın terk edilmiş olmasına bağlar. Böylece Hayr-ı Mahz (Mutlak Hayr) olan hacca şevkle gitmemenin bir cezası olarak Allahın gazap ve kahrı celp edilmiş, cepheden cepheye uzun seferlere çıkılmaya mecbur kalınmıştır.
Bütün Müslümanların kaynaşmaları, fikir, iş, kalp ve gönül birliği sağlamaları hacc ibadetinin işlerlik kazanmasına bağlıdır.