İnsanlığın Mihveri: Nübüvvet

İnsan yaratıldığı zaman, her şeyi hazır buldu. Nefes alması için hava, yemesi için çeşitli gıdalar,ısınması için ateş, içmesi ve temizlenmesi için su; her şey hazırdı. Vücudunun ihtiyacı olup da yeryüzündeolmayan hiçbir şey yoktu; ya da, isteme arzusu duyup da isteyebileceği her şey o gelmeden önce yeryüzünde hazırlanmıştı.O da ağaç gibi, toprak gibi, yeryüzünde bir hacim ve ağırlık taşıyordu; fakat, onlardan farklı olarak, bir desorgulama yeteneğine sahipti. Çevresindeki olup bitenleri anlamsız bakışlarla değil, araştırarak bakıyordu. Her şeyniçin vardı? Kendisi niçin var edilmişti? Nereden gelip nereye gidiyordu? Çevrede görülenler niçin mükemmel birnizam içinde hareket ediyordu? gibi sorulara cevap verebilmek için bilgi arıyordu. İnsanlar bu soruları cevaplayabilmeyeteneğindeki bilgiye ulaşabilmek için, tarihleri boyunca çaba sarfetmişlerdir. Bugün, "kendilerini sorgulamatarihleri"ne baktıkları zaman, sorularına cevap verme iddiasında olan iki yolun varolduğunu görürler. Nübüvvetve felsefe; yani, vahiy ve akılla bu sorulara cevap bulma çabasıdır.

Bu çalışmada mezkur yolların kaynaklarındaki farklılık analiz edilerek, nübüvvet zincirinin halkalarıkonumunda olan peygamberlerin kişilikleri üzerinde durulacaktır.

Bu iki bakış açısının oluşmasını sağlayan temel faktör varlığı ele alış biçimindeki(ontoloji) farklılıktır. Peygamberler, varlığın iki alanından söz etmişlerdir: "Alem-i şehadet/görünenalem/fizik alem" ve "alem-i gayb/metafizik". Bu açıdan nübüvvet, bu iki alana ait bilgi kümesini anlamayadönük argümanlar sunar. Alem-i şehadet insanın beş duyusu ile algılayabildiği alemdir. Bu bilgiye İslam düşüncesinde"ilim" denilmiştir. Alem-i gayba dair bilgiye de "marifet" denilir. İnsanlar beş duyularıyla ulaşamadıklarıbu tür bilgiyi elde edebilmek için vahye ihtiyaç duyarlar. Vahiy olmadan marifeti tam olarak idrak etmek mümkün değildir.Kur’an insanları ilim öğrenmeye teşvik ederken, gayb alemine ait bilgileri insanlara sunar. İnsanların alem-i şehadetedair çalışmaları marifete dair bazı ipuçları verebilir; fakat, bu bilgi vahiy olmadan yanıltıcı özellik taşır.Çünkü insanların beş duyusu alem-i şehadeti gözlemeye yetenekli iken alem-i gaybı/metafizik alemi algılamayayetenekli değildir. Burada nübüvvet kurumu devreye girer. Peygamberler gayb aleminin bilgisini insanlara ulaştırırlar;alem-i şehadete taşırlar. Nübüvvetin misyonu bunun üzerine inşa edilmiştir.

Yaratılanların her türlü ihtiyacı yaratan tarafından bilineceğinden, Yaratan’ın marziyatını öğrenmekyaratılanların yapması gereken bir şeydir. Bu açıdan nübüvvet zaruridir. Çünkü yaratılanların "marziyat-ıilahi"yi bilmeye ihtiyaçları vardır. Nübüvvet, "umum kemalat-ı insaniyenin tohumu hükmündedir". Birinsanın nübüvvet misyonundan haberdar olmaması insanca bir yaşamadan mahrum kalması demektir. İlk insandan itibaren okaynaktan alınan ilim ve sanatla insanlık yetersizliğini yenebilmiştir. Ayrıca insanların istidadı sınırsız olduğundansınırlamak için bir ölçüye/değere ihtiyaç vardır. Bu da bir nebinin zaruretini gerekli kılar. İnsanların sınırsızbırakılan aklî, gazabî ve şehevî duyguları, ancak peygamberlerin getirdiği mesajla sınırlanabilir. İnsan hayvangibi yaşayamaz. İnsanlığın şerefine uygun bir yaşama biçimi geliştirmek ister. Yeme, içme, iskan gibi ihtiyaçlarıvardır. Bu ihtiyaçlarını kolaylıkla karşılayabilmek için işbölümü ve üretim artmasına ihtiyaç vardır. Bununsağlanabilmesi için insanlar arasındaki ilişkileri düzenleyen sınırlar gereklidir. Bu sınırların adalet vehakkaniyete uygun olabilmesi için bir nebiye ihtiyaç vardır. (Mektubat, 95) İnsanlar peygamberlerin getirdiği mesajlakendilerini dünya ve ahirette huzura sevk edecek bir yaşama biçimine kavuşurlar.

Bu açıdan bakılınca nebevi tebliği sahih bir şekilde anlamayanlar ya da dinsizlerin maddi ve maneviolarak zelil bir durumda olmaları gerekir. Halbuki bugünkü realiteler böyle değil. Çünkü, nebevi tebliği yeterinceanlamadığını düşündüğümüz bu insanlardaki düzen ve adalette nebevi irşada istinad eder. (Mektubat, 95) Çünkünübüvvet silsilesi ilk insandan bu yana insanlara hakikatları ulaştırmaya devam etmektedir. Bugün sahih bir dine sahipolmadıkları gözlense bile geçmişte peygamberlerin getirdiği ilkeleri kültür biçiminde algılayarak gelişmelerinezemin hazırlamışlardır. Kur’an-ı Kerim’de "Her ümmete bir peygamber gönderdik." (16/36) ve "Rabbin,kendilerine ayetlerini okuyan bir peygamberi memleketlerin ana merkezine göndermedikçe, o memleketleri helak edici değildir.Zaten biz ancak halkı zalim olan memleketleri helak etmişizdir." (28/59) mealindeki ayet-i kerimelerden de anlaşılacağıgibi her topluma her yere bir peygamber gönderilmiş, nübüvvetin fonksiyonu yerine getirilmiştir. Ancak, bütünpeygamberler bilinmemekte ya da peygamber olarak bilinmemektedir. Bazı nebevi hakikatler insanlar arasında yaygın olsa dabir peygambere isnad edilmediği için, bazen bu güzellikler beşeri mülahazalar gibi algılanmıştır.

Nebevi tebliği kabul etmeyen felsefî1 anlayışlar, varlığı alem-i şehadetten ibaretsayarak, tezlerini insanın beş duyusu ile algıladığı alem üzerine, inşa etmişlerdir. Hobbes’un, "Eğer evrenvar olan şeylerin tümü ise, Tanrının cisimsel olmayan bir varlık olarak evrenin bir parçası olamayacağı, dolayısıylavar olamayacağı açıkça ortaya çıkmaktadır." derken kastettiği de budur. Böyle bir anlayışın tabi olarakvarlığı bütün olarak algılayamadığı açıktır. Bu alana ait anlayışların insanlara sunduğu bilgi eksik kalacaktır.Çünkü, varlığı tek boyutuyla ele alarak önemli bir gerçekliği görememişlerdir. Tabi olarak bu gruptaki fikirler nübüvvetmüessesesini de kabul etmeyeceklerdir. Bunların gözüyle bakıldığı zaman peygamberlerin filozoflardan bir farkıkalmayacaktır. Nitekim Cemil Sena’da aynı yanlış kıyasın içine düşmüştür: "Büyük adamlar da laik anlamdabirer bilim, sanat, felsefe, teknik, rejim ve ülkü peygamberleridir; bir farkla ki, bunların mucizeleri yoktur, tanrı adınakonuşmazlar; mistik mantığa değil, akıl ve bilim mantığını dayanırlar. Özet olarak, insanlığa yeni bir sistemgetirmeye çalışmış olan ve bilinmedikleri bilinir hale getiren insan mutluluğuna hizmet eden kimselerde bir çeşitpeygamberdirler. Bu, dehanın da, peygamberlik gibi doğuştan, organik yapının seçkin ve üstün mimarisinden doğduğunadelalet eder. Bu müstesna yaratılışa nail olanlar, Yüce Tanrının kayrasına (providence) mazhar olmuşlardemektir." (Sena, 31) diyerek peygamberlerle bilim adamlarının fonksiyonunu nicelik olarak aynı görmüşlerdir.

Buraya kadar nübüvvet kavramının soyut fonksiyonu üzerine durduk, şimdi de nübüvvet zincirininhalkaları olan peygamberlerin nitelikleri üzerinde duralım.

Peygamberimiz Hem Beşerdir Hem de Resuldür

Nübüvvet zincirinin halkaları olan peygamberlerin kişilikleri tarih boyunca hep tartışma konusu olmuştur.Özellikle, yukarıda da ifade edilen Pozitivist telakkilerin egemen olduğu alanlarda peygamberleri "sıradan birinsan" olarak tanıma eğilimi yaygınlaşmıştır. Zaten Yaratıcıyı tanımayan bir anlayışın bu noktaya gelmesibeklenen bir sonuç olmalıydı. Bütün peygamberler hem beşerdir hem de nebidir. Yaratıcı, elçilerini seçerken yaratılmışlarınarasından seçmiştir. Hikmeti de bunu gerektirir. İnsanlığa hitap edebilecek, mesaj ulaştırabilecek kişinin mutlakabeşer olması gerekiyordu. Diğer insanlar gibi peygamberler de yer, içer, güler ve gündelik ihtiyaçlarını karşılarlargerekirse acı çekerler; hatta, birçok peygamber birçok insanın karşılaşmadığı ölçüde sıkıntı ve acı çekmişlerdir.Bediüzzaman’ın deyişi ile, "Ef’al ve ahval ve etvârında beşeriyette kalıp, beşer gibi âdet-i İlâhiyeye ve evâmir-itekviniyesine münkad ve mutî olmuş. O da soğuk çeker, elem çeker, ve hâkezâ… Herbir ahval ve etvârında harikulâdebir vaziyet verilmemiş-tâ ki ümmetine ef’âliyle imam olsun, etvârıyla rehber olsun, umum harekâtıyla ders versin. Eğerher etvârında harikulâde olsaydı, bizzat her cihetçe imam olamazdı, herkese mürşid-i mutlak olamazdı, bütün ahvâliylerahmeten li’l-âlemîn olamazdı." (Mektubat, 299-300) Hz. Peygamberin beşeriyeti bazı ayet-i kerimelerde mealen,"De ki, Rabbimi tenzih ederim. Ben sadece beşer bir elçiyim." (17/93), "De ki: Ben yalnızca sizin gibi birbeşerim. (Şu var ki) bana, İlahınızın sadece bir İlah olduğu vahyolunuyor. Artık her kim Rabbine kavuşmayıumuyorsa, iyi iş yapsın ve Rabbine ibadette hiçbir şeyi ortak koşmasın" (18/110), "De ki: Ben de ancak sizingibi bir insanım. Bana ilahınızın bir tek İlah olduğu vahyolunuyor. Artık Ona yönelin. Ondan mağfiret dileyin. Ortakkoşanların vay haline." (41/6) şeklinde geçer. Bu konuyu hadis-i şeriflerle de desteklemek mümkündür. Hadis-i ŞeriflerinHz. Peygamberi ele alış biçimi kapsamlı bir konu olduğundan, o konu farklı bir çalışmada ele alınacaktır.

Kur’an’ın ve hadis-i şeriflerin peygamberin bir beşer olduğuna dair vurgusu Hıristiyanların İsa’yıalgılayış biçimlerindeki değişme göz önüne alınınca daha iyi anlaşılabilir. Bilindiği gibi Hz. İsa (a.s.)Allah’ın bir kulu ve elçisi iken insanlar tarafından oğul-tanrı şeklinde algılanmaya başlanmıştı.2 HıristiyanlarınHz. İsa’ya bakışlarındaki değişmeyi Hz. Peygambere uygulayarak böyle bir değişme endişesine kapılmanın yersiz veyanlış olduğunu belirtmemiz gerekiyor. Hıristiyanlar Hz. İsa’yı algılayış biçimlerini, beşer-peygamber konumundantanrı-peygamber konumuna taşıyarak nübüvvetin temsil ettiği çizgiden ayrılmışlardır. "Marifet"Fakat, Hz.Peygamber hakkında -bazı marjinal gruplar dikkate alınmazsa- böyle bir iddia söz konusu olamaz; çünkü Kur’an’ın-yukarıda da belirtildiği gibi- mesajı açıktır. Hal böyle iken Hz. Peygamberin beşeri yönünü ön plana çıkarançalışmaların hakperestlik sınırlarını zorladıklarını söylememiz gerekiyor.3 Halbuki, "yanlışgitmemek için, her vakit mahiyet-i beşeriyeti itibarıyla işitilen evsâf-ı âliye içinde başını kaldırıp hakikîmahiyetine ve mertebe-i risalette durmuş nuranî şahsiyet-i mâneviyesine bakmak lâzımdır." (Mektubat, 96) İnsanlarınnazarında Hz. Peygamber beşeriyeti ile değil, risaleti ile bulunmalıdır. Onu, "çarşı içinde bir bedevî ile nizâeden o zâtı düşündüğü vakit" "Refref’e binip, Cebrâil’i arkada bırakıp, Kab-ı Kavseyne koşup giden zât-ınuranîsine hayal gözünü kaldırıp bakmak lâzım gelir." (Mektubat, 98) O zaman "ef’al ve akval veahvalinden" İslamiyetin çıktığı bir resul tanınmış olur. (mektubat, 212) Bu açıdan peygambersiz bir din düşünülemez;ancak, peygamberlerin beşeri ve nebevi yönlerini birbirine karıştırmamak gerekir.

Bediüzzaman bu konuda, "Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, hem beşerdir, beşeriyet itibarıylabeşer gibi muamele eder; hem resuldür, risalet itibarıyla Cenâb-ı Hakkın tercümanıdır, elçisidir." diyerekvahyi iki şekilde değerlendirmek gereğinden bahseder. Bunlardan birisi (vahy-i sarihi) Kur’anı Kerim ve hadislerdir kiHz. Peygamber bunların sadece mübelliği ve tercümanıdır. İkincisi ise, (vahy-i zımni) öz itibariyle vahye ve ilhamaistinad etmekle beraber tasvirat ve tafsilatı Hz. Peygambere aittir. Bu açıklamaları yaparken iki noktadan konuşur:Risalet vazifesi ve beşeriyetidir. Beşeriyeti cihetiyle yaptığı açıklamalarda "vahy-i mahz" aranmaz. Beşeriyetiningereği olan söz ve davranışları, risaletin bir gereğiymiş gibi düşünülmez. (Mektubat, 94)

Hz. Peygamber beşerdir; fakat, aynı zamanda resuldür; yaratılmışların arasında kulluğu en yüce olaninsandır. Ona bakarken beşeriyetinden ziyade, risaleti/misyonu göz önünde bulundurulmalıdır.