İnsan ve dünya görüşü-I

Bilindiği gibi insan iradi bir varlıktır. Diğer bütün varlıkların fiilleri otomat ya da yarı otomatolarak cereyan etmekteyken, yani onların fiillerinde "iyi" ve "kötü" düşüncesi ve bu düşünceyebağlı olarak "amaçlılık" bulunmazken; insanın fiillerinin arkasında bir maksat, bir iyi ve kötü düşüncesive dolayısıyla bir tercih söz konusudur. İnsanoğlunun hayatının her safhasında yaptığı tercihler, onun hayır veşer telakkisinin ve iradesinin dışa-vurumu olarak kabul edilebilir. Yine insan, iradesine dayanarak bir "dünya"inşa eder. İnsanın dışında hiçbir varlık kendini içinde bulduğu "çevreyi" değiştirme ve orada kendiiradesinin bir eseri olan "dünya" kurma kabiliyetine sahip değildir. İnsan, bulunduğu çevreye kendinden bir şeykatabilen ve onu dönüştüren yegane varlıktır.

İnsanın, onu diğer yaratılmışlardan farklı kılan bu özelliği en açık bir şekilde mimaride gözükür.Varlığın en alt mertebesinde bulunan, duygu ve hayata sahip olmayan taşlara şekil vererek ondan bir eser çıkarması,insanda var olan cevherin (ruh ve akıl) en müşahhas delilidir. Mimari, mücerret bir varlık olan ruhun tecessüm etmişhali gibidir. Maddi kültüre ait olan her şey beşeri özün diğer tüm varlıklardan ayrılan yönünün müşahhas birifadesidir. Hem kendinin hem de kendi dışındaki alemin farkına varan, kendine amaç koyabilen bir cevhere sahip olarakinsan, saban gibi en basit ziraat aletinden, bilgisayar gibi en gelişkin teknoloji vasıtasına kadar bir çok şey icatetmiş ve bu tür vasıtalarla, kendini içinde bulduğu çevreyi değiştirerek bir dünya (kültür ve medeniyet) kurmaimkanına erişebilmiştir.

Ruhun maddi dünyadaki tezahürü en geniş anlamda "maddi medeniyet" şeklinde kendisini gösterirken,bir de yine onun inşa ettiği manevi, yani gözle görülmeyen bir dünya vardır. Bu "dünya" ise aslında insanınözünü teşkil eden; onun duygularının, düşüncelerinin ve tefekkürünün bir arenasıdır. Söz konusu arenanınzeminini en bariz şekilde "dil" teşkil eder. Hakikaten, dil sembolik bir dünyadır. Daha doğru bir ifadeyledil, ruhun kendinde ve dışında gördüklerinden hareketle inşa ettiği manevi bir dünyanın sembolik bir anlatımıdır.Kelimeler ve kavramlar bu dünyanın pencereleridir. Nitekim bu pencereden beşeri özün inşa ettiği manevi dünyaseyredilebilir. Bir dil üstadı olarak kabul edilen Cemil Meriç "kelimeler, dondurulmuş tefekkürdür" diyerekbu gerçeğin altını çizmiş, "Dil bir namustur, onu katlederseniz onu bina eden ruhu öldürürsünüz" meyanındakiveciz ifadesiyle dilin bu yönüne işaret etmek istemiştir.

Şu halde mefhumlarla örülü dünya, ruhdaki manevi melekelerin fiillerinin bir sonucu olmaktadır. Bu dünyadaaklın ve kalbin gördüğü her şey semboller vasıtasıyla ifade edilir. Her bir kelime yeni bir müşahedenin, yeni birmananın zarfıdır. Bu nedenledir ki semboller ağı olarak dilin öncelikle kendine değil, bilakis işaret ettiklerinebakmak icap etmektedir. Çünkü, dilin içinde taşıdığı anlam dilin kendisinden öncedir. Yani bir mefhumun ihtiva ettiğianlam, onun kendisine/türetilmesine takaddüm eder.

Bu konuyu daha da netleştirmek için şefkat mefhumunu ele alalım. İnsanlar; örneğin bir kedinin, bir kuşun,bir tavuğun, bir annenin yavrusuna karşı takındığı "fedakar tutum"un, veya bir insanın hiçbir menfaat gözetmeksizindiğergamlık göstermesi gibi duygu ve fiillerin arkasında ortak bir hasletin olduğunu müşahede ettikten sonra, çıplakgözle görülemeyen bu haslete şefkat demişlerdir. Şefkat kelimesinin muhtevasındaki bütün manalar böylelikle bukelimenin kucağına atılmış ve orada bu beşeri müşahede muhafaza edilmeye çalışılmıştır. Ne var ki bir kere bubeşeri özün (geist: ruh) faaliyetleri sonucu müşahede edilen bu manalar kelimeye aktarıldıktan sonra, bu kelimeyle karşılaşanyeni nesiller kelimenin göstermek istediği şeye değil de kendisine bakma gafletine düşmekte ve böylelikle de bir çokmana kaybolup gitmektedir. Böylece "dil" yavaş yavaş, anlam yüklü canlılığını yitirmekte, kelimelerinpencere görevi yaptığı dünya gittikçe silikleşerek nazarlardan saklanmaktadır.

Ancak burada hemen belirtmek gerekiyor ki, dil sadece günlük ihtiyaçlarımızı karşılamak için kullandığımızkelimelerden müteşekkil bir iletişim aracı değildir. Anlamlı bir bütün teşkil eden her sembolik şeyin bir dili olduğugibi, aslında onun kendisi de bir dil olarak kabul edilebilir. Örneğin matematik bir dildir, felsefe bir dildir, ahlak birdildir; siyaset bir dildir, musiki bir dildir, resim bir dildir, hatta bir yönüyle din bile bir dildir.(Bediüzzaman,kainatın bir dil olduğunu ve hatta her bir mevcudun Rabbini metheden bir kaside olduğunu söyler ve mealen der ki,mevcudata mana-yı harfiyle bakmak lazımdır, mana-yı ismi ile bakmak mevcudatın manasının bir tenkisidir, hatta yanlışbir okunmasıdır. Kuran ise kalem-i kaderin yazıp dest-i kudretin dokuduğu bu kitabı doğru bir şekilde okuma biçiminitebliğ etmektedir. Yine Kur’an’ın "İkra! (oku)" emriyle başlaması dile dökülen şeyin okunmasını birfariza haline getirirken, bu ayetin hemen devamında "Allah’ın adıyla oku" emri, okumanın nasıl olacağınıbeyan etmektedir. Zaten lügat manası itibariyle "okuma ve okunmuş" anlamına gelen Kur’an’ın her bir suresininbaşında besmelenin bulunması okuma fiiline "Allah’ın adıyla başlanmasını" insanlara tebliğ etmektedir.

Kısaca insanı diğer varlıklardan ayıran biricik yönü onun bir anlam dünyası içinde yaşamasıdır.Nihai beşeri öz olan ruh, irade vasıtasıyla maddi ve manevi olmak üzere iki "dünya" inşa ettiğine göre,insanlar arasında "dünyaların" farklılaşmasının nedeni nedir? Her bir insanın kendine has bir dünyasıolduğuna göre bu dünyanın farklılığına neden olan şey acaba nedir?

Bu, çok önemli sorudur. Çünkü ancak bu soruya cevap arayarak ruhun, üzerinde ya da içinde kendisinidokuduğu tezgahı bulabiliriz. Bugün,—şuurlu ya da şuursuz olarak—Doğu ve Batı dünyası diye iki farklı dünyadansöz etmekteyiz. Böyle bir genelleme yaparken aslında biz, koca yer küreyi ikiye ayırmakta ve bu yarı kürelerde yaşayaninsanların dünyalarının farklı olduğunu ima etmekteyiz. Gerçekten de cevher olarak aynı olan bir ruhun, farklı iki dünyatesis etmesinin ve bu cevherin sahibi olarak insanların kendilerini farklı bir şekilde ortaya koymalarının arkasındafarklı "dünya görüşleri" yatmaktadır.

Burada "dünya görüşü" dediğimiz şeyi, bir anlamda kozmoloji (kainat ilmi) olarak da okumak mümkündür.Farklı dünya görüşleri bize farklı bir dil örgüsü vermekte ve bu dil aracılığıyla okuduğumuz kosmosdan farklışahsiyetler ve dünyalar ortaya çıkmaktadır. Kozmolojiden ne kast edilmektedir? Konunun açıklığa kavuşması için busorunun net bir şekilde cevaplanması icap etmektedir. Kozmoloji, bizim varlığa ilişkin bilgimizi ifade eder. "Varlıknedir" sorusunun karşılığında aslında hem kendimize ve hem de kendi dışımızdaki varlıklara ilişkinbildiklerimizi söyleriz. Hatta kendi fiillerimizi meşrulaştırırken yine bu kozmolojiye dayanırız. "Ben"kimim, kosmos (kainat) nedir? Fiillerimi doğru ya da yanlış kılan şey nedir? Gerçekten de hiçbir insan fiillerini yanlışolsun diye yapmaz, onu doğru gösterecek nedenler aramaya çalışır. Ama çoğunlukla yanlış olan, "doğrutelakkisi"dir. Bir başka ifadeyle yanlış dünya görüşüdür. Vakıa, insanda "taharri-yi hakikat (hakikatiarama) meyli" vardır, ama hakikati ararken zaman zaman hakikat zannederek batıla saplanır kalır. Bazen de hakikatinbir cüzünü teşkil eden şeyi mutlaklaştırır ve böylelikle hakikatin geri kalan kısmı gölgede kalır.

Bugünkü Batı dünyasının temellerini teşkil eden pozitivist paradigmaya (dünya görüşüne) görekosmos, maddeden ibarettir. Ayrıca, bu dünya görüşüne göre, bilen özne olarak insan ve bilinen nesne olan varlıkalemi arasında kesin bir ayrım olduğu gibi, varlıkların da kendi içlerinde saklı (işaret ettiği) anlamları yoktur.Daha açık bir ifadeyle, bu paradigmaya göre, kainat kör, sağır ve dilsizdir; bu tasavvurda kainat, ne insana bir şey söylerve ne de ona bir vazife yükler. Söz konusu dünya görüşünde "kosmos" sadece bilmenin bir objesidir.

Bilme marifetin bir vasıtası değil, tabiata karşı mücadele etmenin, hatta ona tahakküm etmenin biraracıdır. Sanki hayatın kendisi ve insanın asli gayesi mücadeleymiş gibi, Batı kosmolojisinde her yol "mücadele"yeçıkar: Denizlere karşı mücadele, soğuğa karşı mücadele, sıcağa karşı mücadele, hastalıklara karşı mücadele(şifa arayışı değil), açlığa karşı mücadele (rızk peşinde koşmak değil), mesafeye ve nihayet rakiplere karşımücadele, "sen"e karşı mücadele, milletlere karşı mücadele ve nihayet diğer medeniyetlere karşı mücadele..

Hülasa, mücadele hayatın özünü teşkil etmektedir. Hatta sosyal hayat bu mücadele anlayışına dayalıdünya görüşü çerçevesinde şekillenmekte; siyaset dünyası da bu mücadele mantığından nasibini almaktadır. Vakıasiyaset "uzlaşma sanatı" olarak tanımlanmaktadır. Burada uzlaşma mücadele kültürünün bir uzantısıdır.Yani uzlaşma kültürü "anlaşmaya" değil, güçler arasında bir şekilde denge kurmaya dayanır. (Vulgar birifadeyle "bükemediğin eli öp" mantığı..) Batı dünyası, kendi içindeki rakip güçleri büyük ölçüdeuzlaştırabildi, ama tabiatla olan uzlaşma düşüncesi ancak onu yok etme noktasına geldiğinde gündeme geldi. Yabanhayatını koruma—bizimkiler vahşi diyorlar(!)—gibi hayırhah bir faaliyet, aslında tabiatla uzlaşma mantığınınbir sonucu olarak ortaya çıktı; yoksa ona karşı ahlaki bir vazife ya da diğer manevi sorumlulukların bir neticesiolarak değil.

Bilgi ise bu mücadele de gücün yegane kaynağı olarak karşımıza çıkmaktadır. Hayatta mücadele esasolduğuna göre, mücadeleyi kazanmak haklılığın yegane ölçüsü olabilmektedir. O kadar ki bu kozmoloji sonucunda,medeniyetlerin bir mücadele sonucunda ortaya çıktığına dair bir tarih felsefesi doğmuş ve maalesef bazı yerli düşünürtarafından bu tez oldukça rağbet görmüştür. Evet "atmacanın serçe kuşuna tasallatu serçenin istidatlarınıninkişafı anlamına gelir", ancak burada bu sözlerin sahibinin asıl kast ettiği şey, ilk bakışta şer olarak gözükentasallut vakasının sonucunda bile bir hayır olduğudur. Oysa ki pozitivist dünya görüşü ve Darwin’in, güçlülerinayakta kalmasını esas alan doğal seleksiyon nazariyesine göre, kuvvetliler zayıfların düşmanıdır ve bütün hayatsahibi varlıklar sıfır toplamlı bir oyunun aktörleridirler. Yani bir tarafta kazananlar, diğer tarafta ise kaybedenlermevcuttur ve hayat sahibi varlığın dışındaki her şey onun hayatını tehdit eden düşmanlardır. Bu nedenle,pozitivist dünya görüşü açısından hayat bir mücadeledir; medeniyetler de tabiattaki meydan okumalara karşıinsanların/milletlerin verdikleri cevaplar sonucunda ortaya çıkmıştır. Bir genelleme yapılarak denebilir ki, Doğu dünyasınınteşekkülünde bütüncül varlık anlayışı egemendir. Varlık dünyası adeta bir ağaç gibidir, her şey birbiriyle bağlıve irtibatlıdır. Örneğin bülbül sadece bir kuş değil aynı zamanda kuşların bir temsilcisidir. Onun varlığınıntek başına bir anlamı olduğu gibi kuşlar dünyasında da ayrı bir statüsü vardır. İnsan işte bu ağacın (kainatın)bir meyvesidir.