GEÇEN HAFTADAN DEVAM
Bediüzzaman, risâlenin ikinci kısmını, Fatihanın mânevî emriyle yazdığını söyler. (Bu, bize, İbn Arabînin, her sûrenin bir ruhu olduğuna ilişkin yorumunu hatırlatıyor. Şeyh-i Ekber, ilk kadın mürşidlerinden el-Müsennanın emrine Fatiha Sûresinin verildiğini söyler. Ayrıca, bir vakıasında, kendisine Şuarâ Sûresi bağışlanır. Ve sözlerinin bütün Doğu ve Batıyı kuşatacağını anlar. Keza, İbn Arabîye hakikati ve ruhu bahşedilen bir başka sûre, İh-lâstır. Bir diğeri, Fatihadır.)
Fetih Sûresinin 28 ve 29. âyetlerinde ise, Bediüzzaman, beş gaybî mucize gördüğünü belirtiyor. Bu, risâlenin birinci makamının ilk iki kısmında ulaştığı mertebeden sonra kendisine açılan bir sır olsa gerektir. İkinci Kısımda, Fatihanın manevî emrinin yanı sıra, Kelime-i Şehadetin ikinci bölümünün diliyle ve ihtarıyla yazılmıştır.
Birinci İşarette, bu kâinat Sahibinin rububiyetinin tezahürüne, sermedî uluhiyetine ve nihayetsiz ihsanlarına, küllî bir ubudiyetle mukabele eden Hz. Muhammed'in (asm) varlığının, güneşin lüzumu gibi zorunlu olduğu belirtilir. Bu girişten anlaşılacağı üzere, bir abd-i küllî (insan-ı kâmil) olarak Hz. Peygamberden (asm) bahisle, insanın, Allahın rububiyetine karşı nasıl ubudiyetle mukabele edeceği anlatılacaktır. İkinci işaretin başında ise, virdinden söz eder. Bu hususa daha önce birkaç kez temas etmiştik. Bediüzzamanın, sufiler gibi (gibi diyorum, çünkü Onu sufi olarak nitelemekten çok, muhakkik olarak tarif etmek daha doğru olacaktır. Muhakkik, Allahı tahkik düzeyinde idrak eden kişidir. Bu mertebeye ise, imanî mi'racını tamamlamış kâmil veliler ulaşabilir) sürekli okuduğu virdleri mevcuttur. Şöyle diyor:
Benim, virdimde her vakit tefekkürle baktığım yirmiden ziyade şehadetlere işaret eden, ümmiliğiyle beraber en ekmel bir din ve İslâmiyet ve şeriatla ve en kavî bir iman ve itikad ve ibadetle ve en yüksek bir dâvet ve münacat ve duâ ile ve en eamm bir tebliğ ve misli görülmemiş harika ve müsmir, en etemm bir metanetle defaten zuhurunun şehadetiyle, Muhammed, Allahın resulüdür ve Sadıkul-Vadil-Emindir.18 İkinci İşaret, bu virdin anlamıyla açılır ve On beş Şehadetten oluşur. Allah Resûlü, kâinat kitab-ı kebirinin âyat-ı tekviniyesinin hikmetlerini tefsir eden yüksek bir dellâldır.19 O halde, bu manevî dersin açılımı olacaktır risâle. Zaten, her işaret ve şehadet, Hz. Peygamberin (asm) risâletinin delil ve hikmetlerini beyanla doludur.
El-Hüccetüz-Zehranın İkinci Makamı, imanî mi'racını tamamladıktan ve vahyin işaretlerine vakıf olduktan sonra, imanda tahkik düzeyine ulaşmanın arayışını anlatır. Bir bakıma, bu, ulaşılan makamların içindeki yüksek tabakalara erişmenin de meyvesidir: Dünyaya, sırf Hâlıkını tanımak, bulmak için gelen seyyah, aklına dedi: Biz, her şeyden Hâlıkımızı sorduk; güzel, tam cevap aldık. Şimdi, Güneşi, güneşten sormak lâzım darb-ı meseli gibi, biz dahi Hâlıkımızı, ilim, irade ve kudret gibi kudsî sıfatlarının tecellileriyle ve meşhud eserleriyle ve isimlerinin cilveleriyle tanımak, bulmak için bir seyahat daha yapacağız.20
Bu risâlede, muhatabane makama ulaşan yolcunun, makamın gerektirdiği dille konuştuğunu da bize gösteriyor. Güneşi güneşten dinleyen ve Ondan aldığı marifetle, Ona, bir abd-i küllî olarak, Onun azamet ve kibriyasını yücelten yolcu, Onun manevî mucizesinin beyanına mazhar olmuştur. Seyyah, arzdan arşa doğru yaptığı bu gezide, Yerlerin ve göklerin Rabbinin (Rad, 13:16) marifetine ulaşmıştır. Bu risâle, marifetin meyvesidir. Yolcunun gezisi sürerken, ikinci kudsî kelime-i miraciyyede21 yine bir mi'rac olan namazdan söz eder. Bediüzzamana göre, namaz, mi'rac-ı ekberin numunesidir. Ve mü'minin hususî mi'racıdır. Yolcu, her âlemde, ilim sıfatıyla, Allamul-Guyub olan Hâlıkını bulmuştur. Bu, mi'racının sonucudur.
Üçüncü kelime-yi kudsiyyede, Fatiha ve Teşehhüdün hikmetlerinden söz edilir. Nihayetsiz bir hüsün ve cemal-i sermedinin aynası olan kâinatın kokusu, Hz. Peygamberin (asm) mi'rac-ı ekberinde aldığı tayyibatta bulunmaktadır. Her teşehhütte, Ona (asm) salât ve selâm edenler de bu güzelliğin iklimine girerler. Ardından varlıkları, tahkik düzeyinden tekrar okur yolcu. Ve müşahede ettiği on beş parlak delili nakleder. Delillerin sonunda, Bediüzzaman, cem-i ezdaddan (zıtların birliği, bize, bu düzeyde muttalî olunan sırların, bütünüyle, İlâhî hakikatlerin inkişafı ve tecelliler olduğunu gösterir) söz eder ve Kudret sıfatının tezâhürlerini temâşâ etmek üzere, tekrar basamaklarla yükselmeye başlar.
Bediüzzamanın dehşetli mesele dediği Kudret tecellileri, şuhudî bir yakînle anlatılırken, geleneksel irfânî sözlüğün hemen bütün ıstılahları kullanılır: Vacibul-Vücudun hadsiz kudret-i ezeliyesi, bir tek mümküne vücut vermesi kolaylığında, bütün mümkinâtın vücudu, ademin muvazenesini bozar, her şeye lâyık bir vücut giydirir. Ve vazifesi bitmişse, zahirî vücut libasını çıkarıyor, suretâ ademe, belki daire-yi ilimdeki manevî vücuda gönderir. Demek, eşya, Kadir-i Mutlaka verilse, bahar bir çiçek kadar, bütün insanların haşirde ihyaları, bir nefis kadar kolay olur.22
Risâlenin ilerleyen bölümlerinde, ayan-ı sabite, ehadiyet ve samediyet hakikatleri konu edilir. Bediüzzaman, Dokuzuncu23 ve son basamağı, uzun bir beyanla söylemek istemesine rağmen, Afyon tutukevindeki keyfî tahakküm ve tazyiklerden gelen şiddetli sıkıntılar ve tesemmümden gelen zaafiyet ve elim hastalıkların mani olduğunu belirterek şöyle der: Ehl-i hidayet, geçen basamaklardaki kuvvetli hakikatler ve sarsılmaz hüccetler, selim kalplerine ve müstakim akıllarına gayet kati kanaat ve kuvvetli iman ve aynel-yakin bir tasdik vermiş ki, şüphesiz ve vesvesesiz itminan-ı kalble itikat ederler ki, yıldızlar, zerreler, en küçük, en büyük, kudret-i İlâhiyeye nisbeten farkları yoktur.24
Ahlâkın, fıtrî kökenine ilişkin bir temellendirmeyi de buluruz bu risâlede. Ahlâk, hulk kökeninden gelir ve yaratılışla anlam ilişkisi vardır. Ahlâkın kökeni, bir bakıma, insanın da aslî tabiatıdır.
Hulk, hem güzel huy demektir hem de yaratılıştan, yani fıtrattan, insanın aslî tabiatından doğan bir niteliktir.
Sorunun aslî boyutu, Allahın isimleriyle ilgilidir. Allahın isimleri, Bediüzzamanın belirttiği gibi, kemâlât-ı İlâhiyenin ünvanlarıdır. İnsan, bilinçli bir biçimde bu isimlerin mazharı olmaya çalışmalıdır. Sözgelimi, Allah Hakîmdir, insan da hikmetli hareket etmeli, abes şeylerden uzak kalmalıdır. Allah her işini sağlam, kusursuz yapar, insan da öyle olmaya gayret göstermelidir. Allah, Âdildir, insan da bu ilkenin gerçekleşmesi için çaba göstermelidir. Allah, bütün yaratılmışlara karşı Rahmandır, merhametlidir, insan da insanlara ve diğer yaratılmışlara karşı rahîm bir varlık olmalıdır.
Bu, insan-ı kâmilin ahlâkıdır. Kâmil insan, Allah'ın Rahîm, Kerim ve Âdil gibi isimlerine mazhardır.
Hz. Ayşeye, Peygamberimizin (asm) nasıl olduğu sorulduğunda, Onun ahlâkı Kurân idi demiştir.
Arifler, kâmil insanın, Kurânın kardeşi olduğunu söylerler.
İşârâtül-İcâzda bir yerde şöyle denmektedir:
İkinci nükte: Ahlâk-ı âliyeyi ve yüksek huyları hakikate yapıştıran ve o ahlâkı daima yaşattıran, ciddiyet ile sıdktır. Eğer sıdk kalkıp araya kizb girerse, rüzgârlara oyuncak olan yapraklar gibi, o adam da insanlara oyuncak olur.
Üçüncü nükte: Mütenasip olan eşya arasında meyil ve cezbe vardır. Yani, birbirine temayül ederler ve yekdiğerini celb ederler, aralarında ittihad olur. Fakat birbirine zıt olan eşyanın aralarında nefret vardır, çekememezlik olur.
Dördüncü nükte: Cemaatte olan kuvvet fertte yoktur. Meselâ, çok iplerin heyet-i mecmuâsının teşkil ettiği urgandaki kuvvet, ipler birbirinden ayrı olduğu zaman bulunmaz.
Bu nükteler göz önüne getirilmekle o Hazretin sayfası okunmalıdır. Evet, o Zatın bütün âsârı, siretleri, tarihçe-i hayatı ve sair ahvâli, onun pek büyük, azim ve ahlâk sahibi olduğuna şehadet ediyorlar. Hatta düşmanları bile onun ahlâkça pek yüksekliğinden dolayı kendisini Muhammedül-Emîn ile lâkaplandırmışlardır. Malûmdur ki, bir zatta içtimâ eden ahlâk-ı âliyenin imtizacından izzet-i nefis, haysiyet, şeref, vakar gibi, hasis, alçak şeylere tenezzül etmeye müsaade etmeyen yüksek haller husûle gelir. Evet, melaike, ulüvv-ü şanlarından, şeytanları reddeder, kabul etmezler. Kezalik, bir zatta içtimâ eden ahlâk-ı âliye kizb, hile gibi alçak halleri reddeder. Evet, yalnız şecaatle iştihar eden bir zat, kolay kolay yalana tenezzül etmez. Bütün ahlâk-ı aliyeyi cem eden bir zat, nasıl yalana ve hileye tenezzül eder; imkânı var mıdır?
Hülâsa: Hazret-i Muhammed Aleyhissalatü Vesselam kendi kendine güneş gibi bir bürhandır.
Ve keza, o Zatın (asm) dört yaşından kırk yaşına kadar geçirmiş olduğu gençlik devresinde bir hilesi, bir hıyaneti görülmemiş ve bir yalanı işitilmemiştir. Eğer o Zatın (asm) yaratılışında, tabiatında bir fenalık, bir kötülük hissi ve meyli olmuş olsaydı, behemehal gençlik saikasıyla dışarıya verecekti. Halbuki bütün yaşını, ömrünü kemal-i istikametle, metanetle, iffetle, bir ıttırad ve intizam üzerine geçirmiş, düşmanları bile hileye işaret eden bir halini görmemişlerdir. Ve keza, yaş kırka baliğ olduğunda, iyi olsun, kötü olsun ve nasıl bir ahlâk olursa olsun, rüsuh peyda eder, meleke haline gelir, daha terki mümkün olmaz. Bu Zatın tam kırk yaşının başında iken yaptığı o inkılâb-ı azîmi aleme kabul ve tasdik ettiren ve âlemi celb ve cezb ettiren, o Zatın (asm) evvel ve ahir herkesçe malûm olan sıdk ve emaneti idi. Demek o Zatın (asm) sıdk ve emaneti, dâvâ-yı nübüvvetine en büyük bir bürhan olmuştur.25
Bediüzzamana göre ahlâkın kaynağı imandır.
Güzel ahlâk, kâmil insanın niteliğidir.
İman, bağlanmadır; kâmil insan, bağlanmış ve teslim olmuştur. Bağlandığı yer, İlâhî Hakikattir. İlâhî Hakikatin inişi ise, güzel ahlâkı tamamlamaktır.