İnsan-ı kâmil ahlâkı ve Bediüzzaman – II

GEÇEN HAFTADAN DEVAM

Arif, manevi mi'racını yaşarken, dünya varlığından soyunmanın ilk adımı olarak, üzerinde herhangi bir dünyevî mal bırakmamalıdır. Tövbe kapısına bu halde yanaşan sufî, adına zühd denilen ve İslâm'ın 'ibadat' kısmını oluşturan amel-i salihlere titiz bir biçimde uymak olan bir yola girecektir. Zühd ve takva, sufinin nefsiyle mücahedede bulunması zorunlu bir sürece, bir hale işaret eder. Olgun bir yakîne ulaşmak ve müşahedelere hazır hale gelmek için bu zorunludur. Farzların yanı sıra, insanı Allah'a yakınlaştıran nafileler de sufinin dikkatli ve duyarlı bir biçimde uyması gereken ibadetler cümlesindendir. Huşu ve huzur hali, havf ve recayla gerçekleşecektir. Burada zikr ve virdler, halvet ve uzletler, sabır ve şükürler, sufiyi, 'ubudiyet' hakikatine doğru yüceltecektir. Ubudiyet, kulluğun çeşitli belirtilerini ifade etmede kullanılır. Bu halin, sufide sürekli galebesi, artık onun rıza makamına doğru yol aldığını gösterir. Bu yolda, istikamet üzere olmanın şartı, ihlâstır. Bediüzzaman'ın ısrarla üzerinde durduğu ve adına bir risâle kaleme aldığı ihlâs, kulun, her şeyde, samimî bir biçimde Hakkın rızasını gözetmesi halidir. Saf ve katışıksız bir kul olma durumu sufiyi, ferasete, cud ve sehaya, gayrete, fakra, sefere, sohbete, muhabbete, aşka, şevke ve marifete ulaştıracaktır. Marifetin nihaî düzeyi, tevhiddir.

Risâle-i Nur, Bediüzzaman'ın manevî tecrübesinin ürünüdür. Biz, bu metinlerin ardındaki tecrübelerden habersiziz. Ne ki, elimizdeki metinlerin gramerinden, sözlüğünden ve anlattıklarından o deneyimleri kısmen okuyabiliyoruz. Bu anlamda, Bediüzzaman'ın, manevî bir geziyi, tevhidin nihaî noktasına değin gerçekleştirdiğini görüyoruz. O'nun nihaî bir yakine ulaşmış olduğunu özellikle Ayetü'l-Kübra ve El-Hüccetü'l-Zehra metinleri yeterince açıklıyor. Her iki metinde de, bir gezi, bir seyr ve seyahat yapılıyor, basamaklarla çeşitli mertebelere çıkılıyor, mi'rac tamamlanınca da, menzillere uğranılarak iniliyor. Buradaki anlatımlar, İbn Arabi'nin vakıalarında ve bu vakıaların meyvesi olan metinlerde görüldüğü üzere, saf bir ilhamla edinilen marifetin gerektirdiği bir gramerle yapılıyor. Istılâhlar ise, çoğunlukla Kur'ân ve hadislerde geçen ve ulaşılan manevî makamları, ona ulaşma süreçlerini konu edinen kavramlar olarak karşımıza çıkıyor. Biz, bu mânâda, Bediüzzaman'ın, tümüyle irfanî gelenek içerisinde yer aldığını iddia ediyoruz. Risâle-i Nur Külliyatı, bu iddiamızı besleyen çok sayıda delil barındırıyor. Bu bağlamda ilk olarak, Yedinci Şuâ'da yer alan Ayetü'l-Kübra'yı9 gözden geçirmemiz yerinde olacaktır.

Risâle, “kâinattan Hâlık'ını soran bir seyyahın müşahedatıdır” altbaşlığıyla açılıyor. Bir seyyahın, Hâlık'ına doğru yaptığı gezide ulaştığı 'müşahede'leri okuyacağız, demek ki. Buradaki seyyahın, Bediüzzaman'ın kendisi olduğu söylenmelidir. Bu, dile dönüşürken, Cüneyd-i Bağdadi'de (ra) gördüğümüz üzere, 'nesnel' bir niteliğe bürünüyor. Oysa, Bediüzzaman, burada, tümüyle kendi tecrübesini anlatmaktadır. Müşahede kelimesine daha önce birkaç kez değinmiştik. Aynı kökten gelen meşhed kelimesi, 'müşahede yeri' anlamına gelir. Şuhutla da kökteştir ve manen görmek demektir. Burada gözle değil, 'gönül gözü'yle gerçekleşen bir görüş söz konusudur. Müşahedenin dilimizdeki tam karşılığı, 'görünme'dir. Bu durumda, müşahedeye mazhar olan kimse, Allah'ın meşhetlerinde (tecelli ettiği yerlerde) 'hayalen' bulunmuş demektir. Bu yönüyle, Ayetü'l-Kübra, Allah'ın Kendisini açığa vurduğu, (mazhar) göründüğü (manzar),10 açtığı (mütecella fih) yerlerde yapılan gezideki müşahedeler toplamıdır. Zaten Risâle, İsra Sûresindeki şu âyetlerle başlar: “Yedi gökle yer ve onların içindekiler O'nu tesbih eder. Hiçbir şey yoktur ki, O'nu övüp, O'nu tesbih etmesin.” Allah'ı tesbih eden varlıklarda yapılacak olan geziyi yapmak üzere, 'dünya misafirhanesi'ne gelen yolcu, gözünü (basar) açıp baktıkça görür ki, (basiret) “gayet keremkârane bir ziyafetgâh ve gayet san'atkârane bir teşhirgâh ve gayet haşmetkârane bir ordugâh ve talimgâh ve gayet hayretkârane ve şevk-engizane bir seyrangâh ve temaşagâh ve gayet manidarane ve hikmetperverane bir mütalâagâh olan bu güzel misafirhanenin sahibini ve kitab-ı kebirin müellifini ve bu muhteşem memleketin sultanını tanımak ve bilmek için şiddetle merak ederken…”11 Metne daha yakından bakalım: Kâinat büyük bir kitaptır. Yeryüzünde, 'Kerem' tecelli etmektedir. Kitabın kelimeleri olan san'atlı varlıklar, teşhir edilmekte, 'hayret'li bakışlara sunulmaktadır; bu 'temaşa'yı yapanlara, 'şevk' vermektedir. Kâinat mânâlı ve hikmetli bir okuma yeridir vs. Istılâhlara baktığımızda, Bediüzzaman'ın, gezisine başlarken, 'hayret'i kuşanmış, varlık kitabını okumaya hazır, 'şevk' makamına ulaşmış ve varlığı temaşa disiplinini kazanmış olarak görürüz. Yolcu, ilkin yüzü nur yıldızlarıyla süslenmiş göğe bakar. Bu, ilk semadır. Yolculuğun da ilk makamının ilk mertebesini işaret eder. Zaten metnin ilk meyvesinin 'tesbih'inde, 'birinci makamın birinci mertebesinde' denmektedir. Yolcu adımını ilk basamağa atarken, 'Hâlık'ın varlığının, göğün varlığından daha zahir' olduğunu görür. Zahir, zuhur etmiş olandır. Birinci adımda yolcu, Allah'ın semada gördüklerinden daha açık biçimde zuhur etmiş olduğunu fark edecektir. İkinci adımda, semada gezen bulutlara çıkılır. Yolcu bakar ve göğün, “bana bak, merakla aradığını ve seni buraya göndereni benimle bilebilir ve bulabilirsin” seslenişini duyar. Yolcu, buluttan sonra rüzgârın, ardından yağmurun hakikatini görür ve gözünü (basiret) onlardan çekerek aklına bakar, mütalâasını, “…Ve rüzgârları sevk etmesinde ve gökle yer arasında, Allah'ın emrine boyun eğmiş bulutlarda…” (Bakara, 2 : 164) âyetiyle taçlandırır. Yağmura bakarken, damlaları sayısınca 'rahmet' ve 'hikmet' müşahede eder. Buradan, suyun hakikatine ulaşır. 'Hayatı sudan yarattık' âyetinin sırrına erer. Bu, sufilere göre, yüz makamdan on yedincisine tekabül eder. Bu manevî aşamaya ulaşanlar, yani suyun gerçeğine erenler, üzerinde yürüyebilirler. Yolcu, bulutun, rüzgârın ve yağmurun Allah'a ilişkin 'yüksek şehadetini' müşahede ettikten sonra, ikinci mertebeye geçer. Burada, yağmurun indiği ve rüzgârın üzerinde estiği arza bakacaktır. Yeryüzü seslenir, “gel” der, “ben, sana, aradığını tanıtacağım. Gel ve sayfalarımı oku.” Yolcu, bu kez, kâinat kitabının arz sayfasını mütalâaya başlar. Varlıkların çeşitli türlerinde ve örneklerinde gezisini sürdürür. Üçüncü mertebeye geçer. Okumaları ilerledikçe, yolcunun 'manevî terakkiyatının miftahı olan marifeti' artmaktadır. Dördüncü mertebeye ilerlerken, denizleri, gölleri ve nehirleri okur. Onların Allah'a dair şahitliğini mütalâa ettikten sonra, birinci 'makam'ın, dördüncü 'mertebe'sine erişir. Burada, kitabın dağ ve sahralardan oluşan sayfalarını mütalâaya başlar. “Dağları direk yapmadık mı?” (Nebe, 78 : 7) ve “Yeryüzünde dağları sabit kıldık” (Hicr, 15 : 19) âyetlerini, dağlardan ve sahralardan okur. Beşinci mertebe, bitkiler (nebatat) âlemine taşır onu. Altıncı mertebe, hayvanlar âlemine çağırır. Yedinci mertebede, varlıkların mütalâası bitmiş, kâinat kitabının sayfaları kapanmıştır. Bu düzeyde, yolcu, kâinattaki varlıkların Allah'a dair 'aşikâr şehadeti'ni tümüyle okumuş; tekvini şeriattan, tenzili olana geçerek, bütün Allah elçilerinin getirdiği vahiylere yönelmiştir. Kâinatı ve Hâlık'ını bize tarif eden Peygamberlerin getirdiği vahyi okur. 'Nev-î beşerin en nuranî ve en mükemmeli olan Allah Elçileri çağırır yolcuyu meclise. Burada, yeni bir müşahedeye mazhar olan yolcu, o 'nuranî meclis'e girer ve önce, 'geçmiş zamanın menziline' bakar. Burada 'menzil' kelimesi, iki anlamda kullanılmıştır. İlki, bir yer ve mekân belirtir ve geçmiş peygamberlerin vahye mazhar oldukları mekânlara ve şeriatlara atıfta bulunur. İkincisi, 'zuhurun mertebeleri', 'cennetin dereceleri' ve/veya, “Allah'ın sana doğru indiği ve senin Allah'a doğru indiğin yer” anlamındadır.12 Yolcu, o 'nuranî medresede diz çöküp, nebilerin şahitliklerini dinler. Sekizinci mertebede, nebilerin meclisinden ayrılarak âlimlerinkine girer. Âlim, nebinin varisidir. Allah, Âlim'dir ve ilim, vahdet bilgisinde vahiyden sonraki sırayı işgal eder. Âlimlerin tevhid konusundaki 'ittifak'ını 'müşahede' eden yolcu, bu kez, melekler âlemine girer. “Nur-ı imanı parlar” ve “zeminden göklere çıkar.” Bu yükselişten sonra, yolcu, seyrini sürdürerek, 'münevver akılların, selim ve nuranî kalplerin' sahiplerinin menziline uğrar. Onların da Hâlık'a olan 'müncezibane keşfiyat ve müşahedatlarını' mütalâa ettikten sonra, birinci makamın on üçüncü mertebesinde, bu defa, 'âlem-i gayb'a bakar. Vahiylerin hakikatinin, gayb âlemlerinin her tarafında hükmettiğini müşahede eder. Nihayet, 'kâinatı bize tarif eden üç külli muarriften biri olan Hz. Peygamber'e (asm) doğru yükselir. Yirmi Sekizinci Lem'a'da da belirttiği üzere, burada, “menzili şenlendiren ve ünsiyetlendiren ve nurlandıran şahsiyet-i maneviye-i Muhammediye'yi (asm) müşahade eder.” O'nun Allah'a olan şehadetini de okur, böylece, birinci makamın, on altıncı mertebesine ulaşmış olur. Âlemlere rahmet olarak gönderilen Hz. Muhammed'in (asm) şahitliğini dinledikten sonra, O'nun getirdiği vahye yönelir. Kâinat kitabını okuyan ve 'üç küllî muarrif'ten bir diğeri olan Kur'ân-ı Mu'cizi'l-Beyan'a kulak verir. Onun sırlarına muttali olur. Kur'ân'da yapılan bu soluk kesici gezinin ardından yolcu, birinci makamın on yedinci mertebesine yücelmiştir. Bu durakta, kendi nefsine şöyle der: “İmanın hadsiz mertebelerinden bir mertebe daha kazanmak için kâinatın heyet-i mecmuasına müracaat edip, o ne diyor, dinlemeliyiz, erkânından ve eczasından aldığımız dersleri tekmil ve tenvir etmeliyiz.”13 Kâinatın çeşitli varlıklarını, cüzlerini ve parçalarını ayrı ayrı mütalâa eden yolcu, bu itkanını güçlendirmek üzere, bu kez, parçadan bütüne geçecek ve bütün varlığı bir kül halinde idrak edecektir. Burada, ara basamaklara işaret eden 'hakikat'ler sıralanır. On sekizinci mertebede Bediüzzaman, yolcunun büründüğü hali ve makamı şöyle niteler: “Sonra, dünyaya gelen ve dünyanın Yaratıcı'sını arayan ve on sekiz mertebeden çıkan ve arş-ı hakikate yetişen, bir mi'rac-ı imanî ile gaibane marifetten, hazırane ve muhatabane bir makama terakki eden meraklı ve müştak yolcu…”14 Bediüzzaman, yolcunun imanî mi'racını tamamladığını, hakikatin en yüksek göğüne yüceldiğini, tevhid mertebelerini tü-müyle geçmiş olduğunu, yakinde nihai düzeye ulaştığını ve 'muhataba makamı'na eriştiğini belirtiyor. Ayetü'l-Kübra'ya konu olan yolcu, böylece, Ef'al, Esma, Sıfat, Ehadiyyet ve Samediyyet gibi sınırlardan geçerek, Allah'ın Zat'ına ulaşmış oluyor. Bu, 'büyük mi'rac'ta, sidretü'l-münteha olarak adlandırılır. Buradan ötesi, Zat âlemidir ve insanın idrak sınırlarının ötesindedir. Allah, kendisini Allah olarak vaz'ettiği düzeyin de ötesindedir çünkü. 'Muhataba makamı'nda, doğrudan Zat'a seslenen yolcu, ulaştığı idrak düzeyinden, kâinatın, Peygamberlerin, meleklerin, âlimlerin, velilerin, Hz. Peygamber'in ve Kur'ân'ın O'na olan şahitliğini Zat-ı Akdes'e arz eder. Böylece birinci makam, fark-ı evvel ile birlikte, on dokuzuncu mertebede15 son bulur. Yolcu, imanî mi'racını bitirmiştir, ama gezi bütünüyle sona ermemiştir. Bu kez, oradan yeniden mahlûkata iniş ve ulaşılan tevhid nurlarının tebliği söz konusu olacaktır. Buna sufi sözlüğünde, fark-ı sani denir. Gezinin nihayetinde, Bediüzzaman bir 'ihtar'da bulunur: “Geçen, ikinci makamın, birinci babının, on dokuz adet mertebelerin şehadet ettikleri hakikatlerin her birisi, tahakkuklarıyla ve vücutlarıyla vücub-ı vücuda delâlet ettikleri gibi, ihataları ile dahi vahdete ve ehadiyete delâlet ederler. Fakat, başta, sarihan vücudu ispat ettikleri cihetle, vücub-ı vücudun delilleri sayılmış. İkinci makamın ikinci babı ise, başta ve sarahatle vahdet -ve içinde vücudu- ispat ettiği haysiyetiyle, tevhid bürhanları denilir. Yoksa her ikisi, her ikisini ispat eder. Farklarına işaret için, Birinci Bap'ta, “…hakikatinin azamet-i ihatasının şehadetiyle…”, İkinci Bap'ta, “…hakikatinin azamet-i ihatasının müşahedesiyle…” fıkraları tekrar ediliyor. Bu ayrıntı bize, (birinde 'şehadet', diğerinde 'müşahede'nin kullanılması) yücelişten sonraki inişte, İlâhî azametin katlarını müşahede etmiş olan yolcunun, bunun meyvelerini aktaracağını göstermektedir. İkinci bapta, bu anlamda, dünya misafiri, aklını da alarak yola çıkar. Ve ilk 'menzil'de, 'kâinatı kuşatan dört hakikat-ı kudsiyeyi' görür: Uluhiyyet-i Mutlaka, Rububiyyet-i Mutlaka, Kemalat ve Hakimiyyet. Bu iniş gezisinde ikinci aşamada, Fettahiyet, Rahmaniyet, Müdebbiriyet, Rahimiyet ve Rezzakiyet hakikatleri anlatılacaktır. El-Hüccetü'l-Zehra16 risâlesinde de 'tevhid bürhanları' benzer bir gezi ve ıstılâhlarla anlatılmaktadır. Bediüzzaman'ın manevî hayatının üçüncü ve son evresinin bir meyvesi olan bu risâle de 'iki makam'dan oluşur. Birinci makamda 'kelâm-ı tevhid'in on bir müjdesi ve on bir hücceti aktarılır. Hüccetlerin her biri, 'kelime' alt başlığıyla anlatılır. Kelime ile, bir varlığa ve onun hakikatine işaret edilmektedir. Risâlenin üçüncü kısmının girişinde ilginç bir ifade göze çarpar: “Namazdaki Fatiha'nın manevî emriyle, 'Allah'tan başka hiçbir ilâhın olmadığına şehadet ederim'in feyziyle, ikinci kısım yazıldığı gibi, namazdaki teşehhüdde dahi, 've Muhammed'in (asm) Allah'ın resulü olduğuna şehadet ederim' cümlesinin diliyle, manevî ihtarıyla ve Fetih Sûresinin ahirinde, 'bütün dinlere üstün kılmak üzere, Resulünü hidayet ve hak din için gönderen O'dur. Buna şahit olarak Allah yeter. Muhammed, Allah'ın resulüdür. Onunla beraber olanlar da, kâfirlere karşı şiddetli, kendi aralarında ise, pek merhametlidirler' beş mucize-yi gaybiyyeyi gösteren büyük âyetin nuruyla dersin üçüncü kısmını yazmaya, şimdi beyanına iznim olmayan üç sebep için mecbur oldum.”17

DEVAMI HAFTAYA