İnsan-ı kâmil ahlâkı ve Bediüzzaman – I

Ariflerin ortak kanaatine göre, Kur'ân'ın yedi anlam katı mevcuttur. (Bazı bilgeler, Kur'ân'ın mânâsının sonsuz olduğunu da söyler. 'Denizler mürekkep, ağaçlar kalem olsaydı Rabb'inin sözleri yazmakla tükenmezdi' ilâhî haberinden hareketle, Kur'ân'ın sonsuz bir anlam denizi olduğunu belirtirler).

Yedinci anlam düzeyi sadece Allah'ın ilmindedir, ama diğer katlara, insan ulaşabilir. Bunun yolu ise, yine Kur'ân'ın ve Hz. Peygamber'in emrettiği nefisle mücahede, riyazet ve tezkiye ile açılır. Tevil ya da tefsir, manevî bir mertebe, bir makamı1 gerektirir. Allah kelâmının batınî zenginliklerine ulaşabilmek için, insanın manevî bir gezi (seyr-i süluk) gerçekleştirmiş olması gerekir. İnsandan amaç, halifedir, bu ise, insan-ı kamildir.2 Buna, kimi arifler, abd-i külli de derler. İnsan-ı kâmil, kâinatın minyatür halidir. Onda, İlâhî isimlerin tamamı tecelli eder. Bir başka kavle göre, insan-ı kâmil, Kur'ân'dır, Kur'ân'ın kardeşidir. Kâmil insan, Allah'ın yeryüzündeki halifesidir, O'nun mahlûkatına merhamet ve şefkatle muamele eder; Allah'tan rahmet alır, varlıklara merhamet verir, yeryüzünü korur, Allah'ın gerçek bir halifesidir. İnsanın, bu mertebeye ulaşabilmesi için manevî bir seyahat, bir mi'rac yaşaması gerekir.3 Bu manevî seyahatin başlangıcını zühd oluşturur. 'Kötülüğü emreden nefsin tezkiyesi, ancak sürekli ve kararlı bir ibadetle gerçekleşebilir. Bu bakımdan İslâm'ın başlangıç günlerinden itibaren, mükemmel bir model olarak Hz. Muhammed'in (asm) zühd ve takvası, nefisle mücahede yöntemleri, tevekkülü, başkasının derdiyle dertlenmesi, sürekli Rabb'inin huzurunda bulunmanın gerektirdiği adap ve esaslar, sonraki yüzyıllarda oldukça sadık izleyiciler bulmuştur. Özellikle bir ilim ve belâgat merkezi olan Basra ve Kufe, aynı zamanda zühd hareketinin de bereketli bir çevresine şahitlik eder. İnsanın kul olarak alçakgönüllü bir hayat sürmesi, eylem ve düşüncelerinde tam bir uyum içinde olması, sabır ve şükür ehli bulunması, bir bakıma, kâmil bir veli ve nebi olarak Hz. Peygamber'in (asm) bıraktığı mirasa varislik edenleri işaret eder. Bunlar, 'Allah dostu/veli' olarak anılmışlardır ki, en yetkin örneklerine Sahabiler arasında şahit oluruz. Adı aynı zamanda manevî bir makama özel isim olmuş olan Üveysü'l-Karani, bunların en kâmil örneklerindendir. O, bir anlamda, kendisini insanlardan yitirmesiyle, sonradan Melametiyye biçiminde adlandırılacak olan bir damara da kaynaklık eder. Arif4 kendisine Hz. Peygamber'in hayatını örnek edinir. O, daima, Allah'ın küllî iradesine bağlı, nefsin tutku ve arzularından arınmış, marifet ve tefekkür dolu bir hayatın sahibidir. Sufi, bu uhrevî ilkeleri esas alarak yola koyulur. Nefsini tezkiye edene ve marifet nurlarına müheyya bir hale gelene kadar bu yolda yürür. Bu yolun nihayeti yoktur. Gerçi arifler, 'tevhid' makamının, manevî seyahatte, varılabilecek en üst düzey olduğunu söylerler; ama Allah'ın mutlak ve sonsuz varlığında tam olarak gaybubet etmenin nihayeti olamaz. Erken dönem zahitlerinin ilginç bir örneği olarak görülebilecek olan Hasan el-Basri'nin şu ifadeleri, sufiyi bize net bir biçimde tanımlar niteliktedir: 'Bu dünyanın tüm çekiciliklerine dikkat et. Bir yılan gibi dokunuşta yumuşak, ama zehri öldürücüdür. Onda bir zevk buldun ise, hemen terk et, çünkü, ondan çok azı, sana yol arkadaşlığı edecektir. Dünyanın hali birdenbire değişir. Sen, değişene, kalıcı olmayana, sana sadık yoldaşlık etmeyene sakın kalbini bağlama.' Bir anlamda zühdü de tanımlayan bu ifadeler, onun bir mektubundan alınmıştır. Basra, Hasan gibi daha pek çok zahide ev sahipliği yapmıştır. Fakr ve istiğna vadisinin yıldızlarından biri olan Rabiatu'l-Adeviyye5 bunlardandır. Keza erken dönemin iki önemli velisini, Cüneyd-i Bağdadi ile Hallac-ı Mansur'u anmamız gerekmektedir. El-Muhasibi'nin6 öğrencisi olan Cüneyd-i Bağdadi, 'Yolun Şeyhi' olarak da anılır ve nazarî irfan tarihi açısından önemle kaydedilmesi gereken bir kişiliktir. İrfanî tefekkürün doruğundadır ve onun nazarî bir yapıya kavuşmasında risâleleri ve mektuplarıyla etkili olmuştur. O'nun geniş vizyonu, İslâm irfanının, 'nesnel' dile kavuşmasını sağlamıştır. Gerçi sufî sözlüğünün tedvini ve zenginleştirilmesi, daha çok İbn Arabi'ye nasip olacaktır; ama bütün bu şahsiyetler, Hz. Şeyh-i Ekber'in doğumuna zemin hazırlamıştır, denilebilir. Erdem ve ahlâk vadisinin yıldızları saymakla bitmez. Ama Geylani ve İmam-ı Rabbani'yi özellikle anmamız gerekir. Biri, bütün irfanî ve ahlâkî öğretilerin yolunun mutlaka kendisine uğradığı bir kavşaktır; diğeri ise adından da anlaşılacağı üzere Rabbanî bir âlimdir.

Çağımızda ise, 'kâmil insan'ın mükemmel örneği olarak Bediüzzaman Said Nursî'yi görürüz.

Bediüzzaman'ın ahlâkî formasyonunu ve ahlâka ilişkin düşüncelerini doğru kavrayabilmemizde, insan-ı kâmil ve insan-ı kadim doktrinlerinin önemli bir işlevi olacaktır. Ahlâk, hüsün-ihsan ve hakikat formülasyonu gözetilmeksizin sağlıklı bir zeminde konuşulamaz. Güzellik, iyiliğin; iyilik, gerçekliğin iç boyutudur. Güzel olan iyidir, iyi olan gerçektir. Bu anlamda, ahlâkın kaynağının İlâhî Hakikat olduğunu söyleyebiliriz. Bediüzzaman'ın güzel ahlâka ilişkin düşünceleri, bu formülasyona uyar. O, 'güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderilmiş olan' Nebi'nin (asm), kâmil bir varisidir. Dolayısıyla, onun nuru üzerinden, İlâhî niteliklerle ilişki kurulacağı görüşündedir. İnsan, Rahman sureti üzere yaratılmıştır. Allah'ın yeryüzündeki halifesidir. Arapça'da ed-dünya, bizim yaşadığımız 'aşağı âlem' için kullanılır. El-âlem ise, yüce âlemleri ifade eder. İkisinin de sözlük anlamı dünya'dır; ama biri arzî diğeri semavî âlemi ima eder. Semavî âlem arzî âlemi kuşatmıştır. İnsan, fıtratı itibariyle mükerremdir. Gözleri semadadır. Ruhu semadan inmiştir. Ruhun mekaneti, semadır. İnsan, Allah'ın nitelikleriyle donatılmıştır. Merhamet, şefkat, muhabbet, adalet, ahlâk, hikmet, tedbir, basar, sem vs. gibi nitelikleri itibariyle insan Rahmanî bir tabiata sahiptir. Fakat hayatın sınav olmasından dolayı, insanda negatif ve pozitif kutuplar bulunur. Ya İlâhî boyutunu korur veya ihanet eder. Nebiler ve onların kâmil varisleri olan insan-ı kâmil'ler, 'güzel ahlâk'ın korunmasında, insanın fıtratını muhafaza etmesinde görevlendirilmişlerdir. İnsan-ı kâmil için 'veted' (sütun) tabirinin kullanılması da bundandır. Kâmil insan, varoluşun sütunudur. Dünyayı ve içindekilerin tabiatını koruma ödevini yüklenmiştir. Emanet'ten kasıt da gerçekte budur. İnsana yüklenmiş olan sorumluluk, hangi manevî düzeyde seyrederse etsin, aslî tabiatına ihanet etmeksizin yaşamaktır. Ahlâk dendiği zaman, insanın fıtratına sadakatini ilgilendiren bir atıflar dünyasından söz edilmiş olur. Bediüzzaman'ın, 'iman insanı insan eder, belki de insanı sultan eder' sözü bunun çarpıcı bir ifadesi olarak okunmalıdır. Sultan'dan kasıt halifedir ve kâmil insandır. 'Kâmil insan'ın en yetkin örneği olarak Efendimiz'e (asm), onun hayatına bakıldığında ahlâk'ın tanımına ilişkin sarih bir alana geçmiş olacağız. Hz. Ayşe validemize sorulduğunda, 'O, nasıl, ahlâkı nasıldı?' diye, şöyle cevap vermişti: "O'nun ahlâkı Kur'ân'dı." Burada Efendimiz'in Kur'ân'la özdeşleştirilmesi, Kur'ân'ın, hüsün-ihsan ve hakikatten ibaret oluşuyla da ilgilidir. O, elçidir. kâmil insandır. İnsanların en erdemlisi ve ahlâklısıdır. O, bir bakıma Kur'ân'dır, Kur'ân'ın kendisidir, Kur'ân'ın kardeşidir. Bediüzzaman'ın eserlerinde atıfta bulunduğu el-İnsanu'l-Kâmil adlı eserinde Abdulkerim Cili, bunu ayrıntılı biçimde açıklar.

Kur'ân, bize, "her şey yok olucudur, (O'na bakan/O'nun vechi) müstesna" der. Bu, esasında, tevhid (birlik) ilkesinin de kaynağını oluşturur. Arifler, varlık unvanını Cenâb-ı Hakk'a lâyık görür, varolana bir unvan olarak yakıştırmazlar. Varolan, gerçekte Esma ve Sıfat'ın tecellisidir. Bu, bir görünüm, bir belirmedir. Tıpkı denizin dalgaları gibi. Dalga, denizden ayrı bir varlık değildir, onun bir halidir. Bütün yaratılmışlar da, Allah'ın mutlak varlığından 'taşan' bir haldir. Bu anlamda, varolanların, Allah'ın Esma ve Sıfat'ının tecellisi olduğu söylenir. Tecelli ile aynı kökten gelen bir sözcük olarak 'cilve'nin anlamı, 'gerdek gecesi, gelinin, yüzünü açması'dır. Bu, bize varlığın, Allah'ın 'açılması' olduğunu ihsas eder.7 Esma ve Sıfat'ın tecellisi, bir bakıma, varlığın açılmasıyla, yani cilvesiyle gerçekleşmektedir. Bu ise, kaf ve nun arasında ortaya çıkmaktadır. Bu yüzden kimi arifler8 varlığın hazinelerinin anahtarının, 'kaf ile nun arasında' olduğunu belirtirler. Yani 'kün' emriyle varlığın arketipleri yaratılmaktadır -ki bunlara ayan-ı sabite denir- bu, zaman ve mekân ötesi bir varlık alanını işaret eder. Varlığın harici vücut giymesi ise, Esma ve Sıfat'ın tecellisiyle gerçekleşir. Varlığın vücuda gelmesi sürecinde görev alan 'sebepler'in, tenteneli bir perde olduğunu belirten Bediüzzaman, diğer arif-i billâhlar gibi, Allah'ın, kendisiyle varlık arasına yetmiş bin zulmanî ve nuranî perde koyduğunu söyler. İbn Arabî Hazretlerine göre, bu perdeler, nebilerin ve velilerin gözlerinden giderilmiştir. Hz. Ali'ye izafe edilen bir söz şöyledir: "Perde-yi gayb açılsa, yakinim ziyadeleşmeyecek." Marifet ilminin kapısı olan Hz. Ali, bu sözüyle, gözünden bu perdelerin giderilmiş olduğunu örtük biçimde ifade etmektedir.

Bu, bize ahlâkın kaynağını ve kurucu ilkesini de verir. Allah'a görür gibi inanmak ve ibadet etmekle insan ihsan düzeyine erişir. İhsan, kulun amellerinde Allah'ın rızasından gayrısını gözetmemesidir.

Bediüzzaman için bu son derece önemlidir.

Bu sırra sıkı biçimde bağlandığı için, kimseden hediye, zekât ve yardım almaz. İlâhî Hakikat'in hatırını her hatırın üzerinde tutar. İlâhî hakikatlerin resmî bir biçimde ve ücret karşılığında ders verilmesini sakıncalı görür.

Allah rızası için sever, Allah rızası için yapar, Allah rızası için konuşur veya susar.

Bu ahlâkî ilke, esasında bütün Nebilerin ve onların kâmil varislerinin ortak niteliğidir.

Hıllet ve isar hasletleri kâmil insanın nitelikleridir.

Bediüzzaman'a göre, ihlâs tevhidin başı ve sonudur. Tevhid (İlâhî birlik ilkesi) ihlâsla başlar ve onunla biter.

"Amelinizde rıza-yı İlâhî olmalı, O razı olduktan ve kabul ettikten sonra bütün dünya küsse ehemmiyeti yok" ifadesi, ahlâkın batınî, kişinin kendi dünyasına bakan yönünü ifade eder. İnsanın kendisiyle ilişkisinde geçerli olan bu ahlâkî ilke, esas itibariyle ötekiyle olan ilişkisine de zemin oluşturacaktır.

İlâhî hakikati önceleyen bir insan, ötekiyle ilişkilerinde adalet, merhamet ve muhabbet üzere olacak fakat hakikatin hatırını koruma konusunda da duyarlı davranacaktır.

Adil olmak, Allah'ın mutlak adalet ilkesiyle davranmak, demektir.

Merhametli olmak, Allah'ın dünyada Rahman, ahirette Rahim sıfatıyla tecelli edişine bağlı olarak, insanın da dünyada merhametli, ahirette şefkatli oluşunu zorunlu kılar.

Fakat burada yine ahlâkî bir sınırlayıcı ilke olarak şu karşımıza çıkar: Allah'ın merhametinden fazla merhamet edilmez. Kendisine merhamet etmeyene merhamet edilmez.

Bu, manevî yapısına, fıtratına ihanet eden, bir bakıma kendisine kıyan bir insana karşı İlâhî sınırlar içerisinde gerçekleşmek zorundadır.

DEVAMI HAFTAYA