İman Birliği – I

İman, insanın başıboş bir varlık olmadığını ihtar eder. Böylece insanı kâinatın yaratıcısının vazifeli bir memuru haline getirdiği gibi, geçmiş ve gelecek ile ilgi kurmasını sağlar. Çalışmalarının boşuna olmadığını, hayırlı amelinin mükâfatını göreceğini, kötü ve şerli fiillerinden dolayı da ceza çekeceğini hatırlatarak hayra koşmasını ve şerden uzaklaşmasını sağlar.

İNSANIN MAHİYETİ

İnsan kâinat içinde yaratılan, Yüce Allah’ın antika bir san’atı ve bütün kâinat ile alâkadar en mükemmel varlıktır. İhtiyacı âlemin her tarafına dağılmış; arzuları ebede kadar uzanmıştır. Bir çiçeği istediği gibi, koca bir baharı da ister. Bir bahçeyi arzu ettiği gibi, ebedî cenneti de arzu eder. İşte şu vaziyette bulunan bir insana hakikî bir mabud olabilecek, yalnız her şeyin dizgini elinde, her şeyin hazinesi yanında, her şeyin yanında nâzır, her mekânda hazır, mekandan münezzeh ve her şeye kadir bir kudret ve rahmet sahibi olabilir.1

En şerefli mahlûk olarak yaratılan insana pek çok kabiliyetler verilmiştir. Kâinat ağacının meyvesi ve fabrikasının neticesi olarak yaratılmıştır. Bütün varlıklar üzerinde tasarruf edebilen tek varlıktır. Binler çeşit elemler ve lezzetler alabilen hayat sahibi, ilâhî bir makinedir. Allah’ın ilâhî isimlerinin tecellilerine en kapsamlı ve parlak bir ayinedir.

Kâinattaki varlıklara hikmet penceresinden bakıldığı zaman her şeyin bir amaca göre yaratıldığı görülmektedir. Bundan dolayı Cenâb-ı Hak, varlıkları kendisini tanıtmak için yaratmıştır. İnsan Allah’ı eserlerinden yola çıkarak tanıyacak akıllı ve şuurlu bir varlıktır. Bunun için kâinat insanın emrine verilmiştir. Bu özellikleri taşıyan insanın en önemli amacı, yaratıcısı olan Allah’ı tanıyıp iman edip, ibadet etmektir.

Cenâb-ı Hakk’ı tanıyan ve seven, nihayetsiz saadete ve nimete mazhar olur. Onu tanımayan ve sevmeyen ise, sonsuz sıkıntılara, vehimlere ve elemlere, manen ve maddeten müptelâ olur. Şu perişan dünyada, dağınık ve karmakarışık bir hayatta, sahipsiz, hamisiz ve âciz olarak bulunan bir insan, dünyanın sultanı da olsa kaç para eder? İşte bu durumdaki bir insan, Sahibini tanımazsa, Mâlikini bulmazsa, ne kadar çaresiz ve başıboş olduğunu herkes anlar. Eğer Sahibini bulsa, Mâlikini tanısa, o vakit rahmetine iltica eder, kudretine dayanır. O sıkıcı ve sıkıntılı dünya insanın saadetine vesile ve ahiret ticaretini kazanmaya bir vasıta olur.2

Ayrıca insan, binlerce elemle müteellim ve binlerce lezzetle mütelezziz olacak hayattar bir makine-i İlahiyedir. Gayet derecede acziyle beraber hadsiz maddî ve manevî düşmanları, sonsuz ihtiyaçları bulunan, devamlı ölüm ve ayrılık tokatlarını yiyen çaresiz bir varlık iken, iman ve ibadet ile kâinatın Yaratıcısına istinat ederek, bütün düşmanlarına karşı bir dayanak noktası ve bütün ihtiyaçlarına medet verecek bir merci bulur. Herkes mensup olduğu efendisinin şerefi ile makamıyla iftihar ettiği gibi, o da böyle nihayetsiz Kadîr ve Rahîm bir Padişaha iman ile intisap etse ve ibadet ile hizmetine girse, ne kadar memnun ve minnettar olacağı açıktır.3

Bundandır ki, hayatın lezzeti ve zevki ancak imandadır ve hayatı iman ile hayatlandırmak, Allah’ın emirlerini yapmakla süslemek ve günahlardan çekinmekle muhafaza etmek gerekir.4

İman nedir?

İman Resul-i Ekrem’in (a.s.m) tebliğ ettiği zaruriyat-ı diniye denilen dinin temel prensiplerine tafsilen ve zaruriyatın gayrısını da icmalen tasdikten hâsıl olan bir nurdur.5

İman, imanın altı şartından çıkan öyle bir vahdanî hakikattir ki, tefrik kabul etmez. Öyle bir küllîdir ki, tecezzî ve bölünme kabul etmez. Çünkü imanın her bir şartı kendini ispat eden delilleri ile diğer imanın şartlarını ispat eder.6

İman, yalnız icmâlî bir tasdikten ibaret değildir. İmânın çok mertebeleri vardır. Taklide dayanan bir iman bilhassa zamanımızın dalalet ve sapkınlık fırtınaları karşısında çabuk söner. Tahkiki denilen ve delillere dayana bir iman ise sarsılmaz ve sönmez bir kuvvettir. Böyle bir imana sahip olan bir kimsenin iman ve İslâmiyeti dehşetli dinsizlik fırtınalarına da maruz kalsa, o kasırgalar bu iman kuvveti karşısında sönmeye mahkûmdur. Tahkiki imanı kazanan bir kimseyi en dinsiz feylesoflar dahi bir vesvese ve şüpheye düşürtemez.7

Bilhassa ilim ve tekniğin geliştiği, dinsizliğin cehaletten değil, ilimden, fen ve felsefeden kaynaklandığı günümüzde, taklide dayanan iman yeterli değildir. Bundan dolayı Bediüzzaman Said Nursi, “Ben bütün mesaimi iman üzerine teksif etmiş bulunuyorum.” demiştir.

Tahkika dayanan iman ise, Allah’ın bütün kâinatı kuşatan rububiyet ve idareciliğine, atomlardan yıldızlara kadar cüz’î ve küllî her şeyin onun kudret elinden çıktığına, iradesi dâhilinde olduğuna, mülkünde hiçbir şeriki olmadığına şüphesiz inanmak ve kalben tasdik etmek demektir. Yoksa; “Bir Allah var” deyip, bütün mülkünü sebeplere ve tabiata taksim etmek, hadsiz şerikleri hükmünde sebeplere değer vererek her şeyin yanında hazır irade ve ilmini bilmemek ve şiddetli emirlerini tanımamak, sıfatlarını ve gönderdiği elçilerini tanımamak, peygamberlerini bilmemek ve yolundan gitmemek Allah’a iman hakikatinden mahrum olmak anlamına gelir.

Bediüzzaman, bütün bunlardan yola çıkarak “İnkâr etmemek başkadır, iman etmek bütün bütün başkadır.”8 der. Bütün kâinat Allah’ın eseri, varlık ve birliğinin delili olduğundan ve hiç kimse O’nu açıktan inkâr edemeyeceğinden dolayı, birtakım insanların susarak alâkasız kaldığını ve inkâr etmediğini, ancak bunun da arzu edilen bir iman olmadığını belirtir. Allah’a iman; Kur’ân-ı Kerim’in ders verdiği gibi, sıfatları ve isimleri ile umum kâinatın şahadetlerine dayanarak şuurlu bir şekilde kalben tasdik etmek, elçileri ile gönderdiği emirlerini dinlemek, emre muhalefet ettiği ve günah işlediği zaman kalben pişman olarak tövbe etmek şeklindeki bir imandır. Yoksa büyük günahları serbestçe işlediği halde, kalben pişman olmadan, tövbe etmeden ve aldırmadan yaşamak gerçek iman sahibi olunmadığının delilidir.9

İMANIN FONKSİYONLARI

1. İnsan iman ile Cennete lâyık bir kul olur.

İnsan iman nuru ile en yüce makama çıkar, cennete layık bir kıymet kazanır. Allah’ı inkâr etmekle de cehenneme ehil olacak bir vaziyete düşer. Çünkü iman insanı Allah’a intisap ettirir. İman bir intisap ve bir bağdır. İnsan iman ile Allah’ın san’atına ve isimlerinin nakışlarına mazhar olarak değer kazanır. Küfür bütün bunları inkâr olduğu için Allah’a olan bağını keser.

2. İman insanı insan eder.

İman, insanın başıboş bir varlık olmadığını ihtar eder. Böylece insanı kâinatın Yaratıcısının vazifeli bir memuru haline getirdiği gibi, geçmiş ve gelecek ile ilgi kurmasını sağlar. Çalışmalarının boşuna olmadığını, hayırlı amelinin mükâfatını göreceğini, kötü ve şerli fiillerinden dolayı da ceza çekeceğini hatırlatarak, hayra koşmasını ve şerden uzaklaşmasını sağlar. Dünyada cereyan eden olayların gerçek mahiyetlerini ortaya koyar, insanın geçmişle ilgili sıkıntılarını ve gelecekle ilgili kaygılarını giderir. Bunun için “İman hem nurdur, hem kuvvettir, hakiki imanı elde eden adam kâinata meydan okuyabilir.”10

İman tevhid inancını, yani Allah’ın birliğini anlamaktır. Allah’ın birliğine iman, Allah’a teslim olmayı netice verir. Allah’a teslimiyet ise, gerçek mânâda bir tevekkülü, Allah’a güvenmeyi sağlar. Bütün bunlar ise, insana dünya ve ahiret saadetini kazandırır.11

3. İman inananlar arasında

kardeşlik tesis eder.

Kur’ân-ı Kerim; “Müminler kardeştir.”12 prensibini getirmiştir. İman kardeşliği ise, inananlar arasında sevgi ve muhabbet oluşturur. Bunun için inananların görevi, insanlar arasındaki ihtilafları körüklemek değil, aralarını düzeltmeye çalışmaktır. Yüce Yaratıcının inananlardan istediği budur. Dolayısıyla inananlar arasında ayrılığı, kin ve düşmanlığı körükleyen tarafgirlik, inat, haset gibi duygular; dinî, ferdî ve toplumsal açıdan çirkin ve zararlıdır, insan hayatı için zehirdir.13

Bir müminin beğenmediğimiz cânî bir sıfatından dolayı onun yüzlerce güzel vasıflarını görmemezlikten gelinmemesi gerektiğini belirten Bediüzzaman, bu durumun Kur’ânın ifadesi ile “Büyük bir zulüm ve haksızlık” olduğunu izah eder.14 Bu haksızlığa ve zulme düşmemek için Bediüzzaman bazı Kur’ânî ölçüler ortaya koyar:

Birincisi: Herkesin kendi meslek ve meşrebini savunmaya ve güzelliğini ortaya koymaya hakkı vardır. Fakat başkasının mesleğinin yanlışlığını ve haksızlığını ortaya koymaya hakkı yoktur.

İkincisi: İnsanın doğruyu söylemesi haktır. Fakat her doğruyu, her yerde söylemeye hakkı yoktur.

Üçüncüsü: Düşmanlığın eşref-i mahlûkat olan insana değil, düşmanlığa sebep olan düşmanlık duygusuna, insana en çok zarar veren nefsine, insanlığın saadetini mahveden zalim ve gaddarlara yönelmesi gerekir.15

Müslümanların geri kalmalarının sebeplerini sıraladığı Hutbe-i Şamiye isimli eserinde Bediüzzaman; “adavete muhabbet” ve “Müslümanları birbirine bağlayan manevî rabıtaları bilmemek” gibi iki hastalığın bulunduğunu söylemiştir.16 Bir prensibin doğru olduğuna inanmak, ondan faydalanmak için yeterli değildir. Sonuç alınması için doğru prensiplerin uygulanması gerektiği bir gerçektir. Düşmanlığı esas almanın hiçbir faydasının olmadığı tecrübelerle görülmektedir. Bilhassa birinci ve ikinci dünya savaşları, düşmanlığın ne derece insanlığa zarar verdiğini göstermiştir. Bu tecrübeden yola çıkan Bediüzzaman, “Husumet ve adavetin vakti bitti” demektedir ve düşmanlarımızın günahlarının-tecavüz olmamak şartı ile-husumet sebebi olmaması gerektiğini, cehennem ve Allah’ın azabının onlara ceza olarak yeterli olacağını söylemiştir.17

Muhabbetin sebeplerinin “İman, İslâmiyet, cinsiyet ve insaniyet” gibi temel değerler olduğunu belirleyen Bediüzzaman, bunların Müslümanları birbirine bağlayan nurânî ve kuvvetli bağlar olduğunu tespit etmiş ve bunlara uyulması gerektiğinin altını çizmiştir. Bu temel değerlerin karşısında düşmanlığa sebep olacak olan basit hata ve kusurların hiçbir değerinin olmadığını söyleyen Bediüzzaman, bunun “adi küçük taşların Kâbe’den daha değerli olduğunu söylemek gibi insafsızlık ve akılsızlık olduğunu” belirterek18 “muhabbet, uhuvvet, sevmek” 19 gibi güzel sıfatların İslâm’ın mizacı ve rabıtası olduğunu vurgulamıştır.