Harfî Bakış ve Barış

Barış, sosyal bir sükûnet ve sulh halidir. Bu halin temelini, elindekilerle yetinebilen fertler oluşturur. Sosyal sükûnet halini, ancak ruhen sükûnet halinde olan ve kendi sahiplik ve benlik alanını genişletmek için tecavüze yeltenmeyen fertlerin sağlayabileceği kabul edilmelidir. Savaşların, sosyal çatışmaların merkezinde hep insan yer almaktadır. İnsan duygularını, menfaatlerini korumaya dönük "kuvve-i şeheviye", kendini savunmaya yönelik "kuvve-i gadabiye" ve iyiyi kötüden ayırt etmeye yönelik "kuvve-i akliye" ile kontrol eder. Bu durumlarda aşırılıklardan uzaklaşılması, sükûnet halini ortaya çıkaracaktır. İdeal kıvamda bir araya getirilen bu kuvvetlerin etkileri bir ahenk oluşturup, birbirini dengeleyecektir. Kuvve-i şeheviyenin dünyayı yutsa tok olmayacak sınırsız arzularını, kuvve-i gadabiye ve kuvve-i akliye frenleyecek, tecavüzlerin önlenmesinde önemli bir zemin oluşacaktır.

Ferdin tatmin olmuş bir ruh halinde bulunmasında varlıkla olan ilişkileri ve varlığı algılama şekli büyük önem taşır. Benliğine ve varlığına kendi namına bakan bir fert, bütün işleyişi kaba kuvvet üzerine oturtacak, hayat onun aleminde mücadeleye ve büyük balığın küçük balığı yuttuğu bir dünya algısına dönüşecektir. "Varlık içinde her bir unsur, kendi iç dinamikleri ve kendinden kaynaklanan bir güçle ayakta kalabilir" düşüncesiyle yaşayanlar için, öldürmek ve menfaatlerini gözetmek eğilimi ön plana çıkar. Menfaatlerin çatıştığı noktada ise kişiler ve kurumlararası çatışmalar baş gösterecektir.

Sosyal Uyum ve Barış

İnsan, sosyal bir varlıktır ve sosyal olmak uyum gerektirir. Antisosyal kişilik bozukluğunu tanımlayan psikodinamikler arasında, "nesne ilişkilerinde kusurlar, empati, sevgi ve güven yetersizliği"1 sayılmaktadır. Bu anlamda, toplumlardaki antisosyal kişilik bozukluklarının çatışmalarda önemli bir rol oynadığını söyleyebiliriz. Nesne ilişkilerinde kusurlar, aslında benliğin varlıkla ilişkilerindeki problemlerin farklı bir görünümüdür. Ferdin sosyal bir uyum sergileyebilmesi için -başta kendisi olmak üzere- bütün varlıklarla barışık olması gerekir. Her şeyi kontrolü altında tutan ve tasarruf eden bir Kadir-i Zülkemal'in var olduğu düşüncesi, inançsız insanları tedirgin ederek kendisini sürekli tehdit ve gerilim içerisinde hissetmesine neden olur; anlamlandıramadığı ve tanımlayamadığı tehditlerin baskısı altında fert, olumsuz eylemlere itilir. Benliğe yönelik belirsiz tehditler saldırganlıklar, uyumsuzluklar, huzursuzluklar şeklinde dış aleme yansır. Bu psikolojideki bir şahıs, benliğe, maddi kazanımlara ve hazlara daha çok yönelecektir. Zaten, antisosyal kişilik bozukluğunun psikodinamikleri arasında, "benliğin; saldırganlık, sadomazoşizm, narsisizm ve depresyon gibi özellikleri"2 yer almaktadır. Yani benliği ile barışık olmayan bir fert, barışın karşısında yer alacak, çevresine, sevdiklerine, topluma ve kendisine zarar vermekten haz alacaktır. Benliğe ve hazlarına yönelik bu ruh hali, maddi alemdeki kazanımlarını artırıp vehmî bir güç elde etmekle kendini rahatlatmaya çalışacaktır. Çatışma ve savaş psikolojisinin psikodinamik altyapısında, bu çerçevenin önemli bir yeri vardır. Bu halin insan benliğindeki tezahürleri kendine yabancılaşma, doğru istikamet çizgisinden ayrılma ve vasat halden uzaklaşma şeklinde görülür. Bediüzzaman, "kâinatın en eşref, en ekrem" yaratılmışı olan insanın, kendi içinde huzur ve sulhu hazırlayabilmek için nesneler arasındaki ilişkiyi doğru yorumlaması gerektiğini belirtir.3 Bu özellikleri nazar-ı dikkate alındığında, insanın fıtraten barışçıl davranış biçimine yatkın olduğu söylenebilir. Temel problem insanın aslına, özüne nasıl döneceği ve gerçek kimliğini nasıl bulacağı konusunda yaşanmaktadır.

Zahiri sebep ve sonuçlar arasındaki basamakların keşfedilmesiyle, Yaratıcı ile yaratılanlar arasında bir iletişim oluşur. Milyarlarca yıldan beri süren bu iletişimin sonucunda, insanın özüne ve asli gerçekliğine yönelik anlatımlar, güzel ahlaka, iyiliğe ve barışa yöneliktir. Hazreti Adem'den bu yana insanlığın nübüvvet ve felsefe silsilesini takip eden iki kolu dallanarak gelişmiştir. İnsanlığın genelinde nübüvveti temsil eden bir grup olmakla birlikte, her bir insanın da nübüvveti yansıttığı yanları ve felsefeyi yansıttığı yanları vardır. Aslında nübüvvet ve felsefe ayrımı sosyal hayattan ziyade, ruhlarda ve özlerde görülür; yani tek tek her insanın nübüvvete ve felsefeye bakan yanları vardır. İnsanların ruhlarının sosyal hayata en güzel yansıdığı dönem olan Asr-ı Saadette her şey en berrak haliyle görülebilmiştir.

Nübüvvet/harfî bakış, varlığı Yaratıcı ile bağlantılı olarak algılar. Varlık içindeki parsellerin, sınırların, sahipliklerin, mülklerin; farazi, itibari ve aslî manaları ifade zemini olduğunun farkındadır. Varlığın özelliklerinin ve değerlerinin kendinden kaynaklanmadığını, bütün mevcudatın bir "teklik" noktasında birleştiğini kabul eder. Bu anlamda kendi ve mülk alemindekilerle, diğer insanlar ve diğer varlıklar arasındaki ortak yönü keşfeder; kâinat ve benliği arasındaki buluşma "biz" şeklinde tezahür eder. "Ben ve diğerleri" yerini, bütün varlıklar için "biz"e bırakmıştır. Dolayısı ile, bütün varlıklarla dost ve kâinatın bütünüyle, her unsuru ile aynı kaynağın eserleri olmaktan kaynaklanan kardeş olma bilincine ulaşmış bir benlik taşır.

"Ben" ve "Öteki" Yerine "Biz"

Felsefi bakış, varlığı "kendi" boyutundan algılar; yani her bir varlığın kendi alanı vardır, bizzat tasarruf sahibidir. Mesela, her bir varlığın; ayın, güneşin, taşın, ağacın, çiçeğin, böceğin ağırlığı, şekli, yoğunluğu, rengi gibi kendiliğini ifade eden pek çok özellikleri vardır. Bu özellikler kendinden kaynaklanır ve kendine aittir. Her bir varlığın mülk içinde parsellediği kendilik alanında fert de kendi benliğine bir alan parseller, yani sahiplenir. Her şeyin sınırladığı alanlar içinde benlik de kendine bir alan ayırarak mevcutlar alanına sığışır ve hayat bu alanın genişletilmesine dair bir mücadeleye dönüşür. Coğrafi sınırlarda, arazilerin parsellenmesinde bu ruh hali, beşeri boyutta yaşanır.

Aslında nübüvvetin tevhidi bakışı ya da harfî manalar, bu sınırların inkârını doğuracak bir sonucu hedeflemez. Yani mülk alemi içindeki sınırları ve tanımları inkâr etmez. Ancak varlığı mülk ve melekut, esbab ve itikad düalitesi içinde algılayarak sınırların, alanların ve sahipliklerin yalnızca mülk ve esbab dairesinin ilişkilerini belirlemek üzere ve bu alemin şartlarına uygun ifadeler şeklinde kesret kazandıklarını kabul eder. Ancak bu durumun varlığın asli gerçekliğini ifade etmediği ve mülkteki/kesretteki varlıkların özelliklerinin zatından kaynaklanmadığını bilir. Bu özellikler geçici, arızi ve içinde bulunulan şartlar gereğidir. Asıla dönüldüğünde bir tevhit süreci yaşanacak ve vahdet ortaya çıkacaktır. Nübüvvetin harfî bakışı, mülk aleminin kurallarını, Yaratıcının koyduğu mülke ait kurallara boyun eğmek olarak algılar. Kurallara, sahipliklere, sınırlara riayeti yine Yaratıcı hesabınadır ve daha hassastır. Ancak korkuları, itaati mülkteki farazi sahipliklerden kaynaklanan özelliklere ve kuvvete yönelik değildir.

Felsefenin ismî bakışında ise, her bir varlık sınırladığı alanda kendi özelliklerini yansıtır ve o alanda tasarruf sahibi olduğunu düşünür. Mesela, duvarın geçişe izin vermemesini, o alanın duvara ait olmasıyla algılar. Böyle bir bakış açısının sahibi, kendi sınırladığı alanda tasarruf sahibi olduğunu düşünür. Varlığın genelinde hal lisanı ile ifade edilen bu durum, şuur sahibi varlıklarda mücadele psikolojisine; manevi şahsiyetler, tüzel kişilikler ve devletlerde diplomasi ve savaşlara dönüşür. Aslında yaşanan, şehevi ve gadabi kuvvelerin ifrat düzeyinin varlık üzerinde yansımasıdır.

Saldırganlık Psikolojisi

Nübüvvetin bakışı özünde yardımlaşma ve dayanışmayı doğurur. Şehevi ve gadabi kuvveler hukukun ve emanetin muhafazası işlevini üstlenir. Her bir varlık kesret korosunun farklı bir ahengidir; bütünde bir anlamı vardır. Bütün varlığı biz olarak algılayan ferdin aleminde, o varlığın özellikleri de kendinden bir parça olarak algılanır. Felsefenin bakışında ise, mücadele esastır. Her bir varlığın sınırladığı alanlar içinde kendine yer açmaya çalışan benlik tabiatla, kanunlarla, diğer insanlarla mücadele etmek durumundadır; varlığını sürekli tehdit altında hisseder. Bu bakış açısıyla diğer bütün varlıklar da aynı bakışın uzantısı ile benliğine yönelik birer tehdit unsurlarıdır. Çünkü onlar da kendi varlık ve benlik alanlarını genişletmek için "ben"i yok etme istidadı ve potansiyeli taşırlar. Mücadeleyi bıraktığı anda, soğuk, açlık, deprem, hastalık gibi pek çok tehdit unsuru "ben"i yok edecektir. O yüzden, sürekli ayakta, sağlam ve bu tehdit unsurları ile mücadele halinde olmalıdır. Aslında hayat, sürekli bir savaş psikolojisi içinde yürümektedir. Yolunu açmak için, dağların katılığı ile mücadele etmesi gerektiğini düşünen insan, sürekli varlıkla mücadelenin gerilimini yaşar. Bu durumu Erich Fromm şu şeklide dile getirmektedir: "Tehdit edilme duygusu ve bunun yol açtığı tepkisel şiddet, çoğu zaman gerçeklikten değil, insan zihninin bulandırmasından doğar. Siyasal ve dinsel önderler yandaşlarını, düşman tarafından tehdit edildiklerine inandırarak, tepkisel düşmanlıktan doğan öznel bir karşı koyma duygusu yaratırlar. Bundan dolayı Roma Katolik Kilisesi gibi kapitalist ve komünist hükümetlerce de desteklenen haklı ve haksız savaşlar ayrımı çok kuşkulu bir ayırımdır; çünkü her iki taraf da kendini bir saldırıya karşı savunma yapıyormuş gibi göstermekle çoğu zaman başarılı olmuştur. (1939'da Hitler Silozya'da bir radyo istasyonunu sözde Polonyalı askerler tarafından düzenlenmiş gibi gösterilen -bunlar aslında SS'lerdi- yalancı bir saldırı düzenlemek zorunda kalmıştı; amacı halkına saldırıya uğradığı sanısını vermek, böylece Polonya'ya karşı giriştiği haksız saldırıyı "haklı bir savaş" gibi göstermekti.) Saldırgan savaşların savunma kılıfına bürünmediği hemen hiç görülmemiştir."4

Nübüvvetin tevhidi bakışında bütün varlıklar kardeştirler ve Rabb-ı Rahim'in kendilerine tanıdığı sınırlar ve takdir ettiği özellikler içinde dostça yaşarlar ve rububiyet-i mutlakanın fıtri kanunlarına olgunlukla ve rıza ile boyun eğerler. Varlıkta barış ve yardımlaşma esastır, savaş ve mücadele ise ikincildir. Savaş ve mücadele ancak hukuklarını mahafaza ve emanetlerine tecavüz anında gündeme gelir. Bu durumun da Zat-ı Zülcelal'in kendilerini emaneti muhafaza noktasında bir imtihanı olduğunu düşünüp, O'nun rızası doğrultusunda sonuna kadar mücadele verir, canlarını dahi feda etmekten çekinmezler. Hayat da ölüm de O'ndandır ve O'nun yolunda olmalıdır. Her ikisini de anlamlı kılan bu haldir.

Yaratıcıyı Tanımak, Gerçek Barışın Teminatıdır

Denilebilir ki, gerçek anlamda barışın zemini ancak harfî bakış olabilir. Varlığı Yaratıcısı ile bağlantılı olarak algılayan ruh hali, başta kendisi ve sonra bütün kâinat ile barışık olacaktır. Varlıklar ve diğer insanları aynı Zat-ı Zülcelal'in mahlukları olmak yönüyle kardeşlik ruhuyla sever. Bu ruh hali çevresi ve sosyal ortamla barışıklığın en sağlam zeminidir. Bunun aksi bir algıda, mücadeleci ve menfaat çatışmalarının oluşturduğu bir bakış, devletler ve milletlerin savaşına kadar uzanan bir yolu potansiyel olarak barındırmaktadır. Harfî bakışın temelinde varlığı gerçek yönleri ile algılayıp Halık-ı Kâinat dışında hiçbir şeye karşı acziyet hissetmemek ve O'ndan başkasından medet beklemek yer alır. Bu da kuvveti baskın kılmak isteyenlerin en çok kullandığı korku psikolojisini ortadan kaldıracak ve dolayısı ile barışa hizmet edecektir. Umumi bir barışın temel şartlarından biri, zalimin iştahını açacak bir zemin bulunmamasıdır.

Hakiki imanı elde etmekle kâinata meydan okuyan, hakkı her şeyin üstünde tutan, varlığı Yaratan'dan bir mektup olarak gören ve her şeyi özellikle de insanları kardeş olarak algılayan fertlerin oluşturduğu bir dünyada haksızlıklar, kötülükler, menfaat çatışmaları ve savaşlar barınamayacaktır.

Hakiki imanı elde etmek sosyal açıdan bakıldığında ideal insan olma yönünde bir adımdır. Amel denen ibadet ve kulluk ile ilgili kısım ferdi ya da enfüsi boyutu daha çok ilgilendirdiği için imanın sosyal yansımaları güzel ahlak ve ideal insanlık şeklinde olacaktır. Kâinata meydan okuyabilecek donanımdaki insan aynı zamanda barışın garantisidir. Bu manayı Bediüzzaman'ın cümleleri ile ifade edecek olursak: "İzzet-i İslamiyedir ki, i'la-yı kelimetullahı ilan ediyor. Ve bu zamanda i'la-yı kelimetullah, maddeten terakkiye mütevakkıf; medeniyet-i hakikiyeye girmekle i'la-yı kelimetullah edilebilir. İzzet-i İslamiye'nin iman ile kat'i verdiği emri, elbette alem-i İslam'ın şahs-ı manevisi, o kati emri istikbalde tam yerine getireceğine şüphe edilmez.

"Evet, nasıl ki eski zamanda İslamiyet'in terakkisi, düşmanın taassubunu parçalamak ve silahla kılıçla olmuş. İstikbalde silah, kılıç yerine hakiki medeniyet ve maddi terakki ve hak ve hakkaniyetin manevi kılıçları düşmanları mağlup edip dağıtacak.

"Biliniz ki, bizim muradımız, medeniyetin mehasini ve beşere menfaati bulunan iyilikleridir. Yoksa medeniyetin günahları, seyyiatları değil ki, ahmaklar o seyyiatları, o sefahetleri mehasin zannedip, taklit edip malımızı harap ettiler. Ve dini rüşvet verip dünyayı da kazanamadılar. Medeniyetin günahları iyiliklerine galebe edip seyyiatı hasenata racih gelmekle, beşer iki harb-i umumi ile iki dehşetli tokat yiyip o günahkar medeniyeti zir ü zeber edip öyle bir kustu ki, yeryüzünü kanla bulaştırdı. İnşaallah, istikbaldeki İslamiyet'in kuvvetiyle medeniyetin mehasini galebe edecek, zemin yüzünü pisliklerden temizleyecek, sulh-u umumiyi de temin edecek."5

Özünde barış dini olan İslam’ın önerdiği yaşam biçiminde barış esastır. Selam vermenin sünnet, selam verildiğinde karşılık vermenin farz olması bile bu dinin pratiğinde barışın ne denli önemli olduğunu ortaya koyar. İlahi emirde: "Ey iman edenler! Hepiniz birlikte barışa (İslam'a) girin, şeytanın adımlarını izlemeyin. Çünkü o, size apaçık düşmandır."6 denilerek açık şekilde barış emredilir.

Barışın İslam dininde dünyaya mal oluşu ile ilgili Bediüzzaman, "Madem meylü'l istikmal (tekamül meyli) kâinatta fıtrat-ı beşeriyede fıtraten dercedilmiş; elbette, -beşerin zulüm ve hatasıyla başına çabuk bir kıyamet kopmazsa- istikbalde hak ve hakikat, alem-i İslam'da nev-i beşerin eski hatiatına kefaret olacak bir saadet-i dünyeviyeyi de gösterecek inşaallah… Nev-i beşerin dahi bir sabahı, bir baharı olacak inşaallah. Hakikat-i İslamiyet'in güneşiyle, sulh-u umumi dairesinde hakiki medeniyeti görmeyi rahmet-i İlahiye'den bekleyebilirsiniz."7 diyerek barış ve hakiki medeniyetin inanan insanlarla gerçekleşeceğini belirtir.

Bütün bunlardan sonra, dünyada barışın İslam adı ile ifade edebileceğimiz "insaniyet-i kübra"nın tezahürü olacağını ortaya koyabiliriz. İnsaniyet-i kübra'nın İslam anlamında hayata geçebilmesi için, varlığa mana-yı harfî ile bakan fertlerin teşkil ettiği topluluklar oluşmalıdır. Bu da dünyanın genel anlamda barış, mutluluk ve refah ortamı olmasının yoludur. Barış yönündeki tüm gayretler insanı ve onun hayata bakışını merkeze yerleştirmelidir.