Global Amerikan İmparatorluğu ve Global Barış – I

11 Eylül’de akılları hayrette bırakan vahşet ve dehşet sahnesiyle karşılaşan insanlık tarihin seyrenin değişeceğini anlamıştı. Clinton döneminde CIA’nın başında bulunan R. James Woolsey’e göre bu tarih yıllarca devam edecek Dördüncü Dünya Savaşı’nın başlangıcı olmuştu.1 20. yüzyılı insanlık tarihinin en kanlı asrı olarak noktalayan insanlık, yeni yüzyılda da kan içmeye devam edecekti.

Dünya’nın dörtbir yanındaki insanlar, seri halde devam eden ve “modern” kılığına bürünen vahşi savaşları izlerken benzer sorular soruyordu: Önce Afganistan, sonra Irak’ı eline geçirerek global dünya imparatorluğunu tescilleyen Amerika’nın sonraki hedefi neresi olacak? Küçülen dünyamızda “global barış”ın sağlanması “global imparator”luğun politakalarına bağlı görünüyordu. Şimdilik “global savaş” şeklinde esen rüzgârların durması ancak bu rüzgâra kaynaklık eden, global imparatorluğun merkezindeki “entelektüel cephe”nin anlaşılmasıyla mümkün olur.

I. Entelektüel Cephe

Herşey önce düşüncede var olup sonra eyleme dönüştüğü gibi, savaş da önce zihinlerde yaşanır. Savaşın gerekli olduğuna inanan entelektüel zihinler diğer zihinleri de etkileyerek maksadına ulaşmaya çalışır. Savaşı entelektüel cephede kaybedenler askeri cephede de kaybetmeye aday olur. Global barışın sağlanması entelektüel cephede kaybedilen savaşın yeniden kazanılmasına bağlı. Zihinler ve kalpler barışı gerekli görmediği ve onun için çalışmadığı sürece sulhu yakalamak pek mümkün görünmüyor.

Entelektüel savaşın bir cephesinde savaş entelektüelleri (makalenin bundan sonraki kısmında bu grup “entelektüel muharipler” olarak anılacaktır) yer alırken, öte tarafında barış entelektüelleri yer alır. Eski Yunan düşünürü Heraklitus bütün değişimlerin savaşın ürünü olduğunu idda eder.2 Rönesans devlet adamı Makyavelli (1469–1527)3 ise, sonradan despot yöneticilerin el kitabı haline gelen, Prens adlı eserinde iktidarı elde etme ve devam ettirmenin en emin yolu olarak alternatif olabileceklerin mutlaka temizlenmesi gerektiğini söyler. Hegel (1770-1881), Heraklitus gibi, çatışmanın zorunluluğundan bahseder. Hegelyen diyalektizm olarak literatüre geçen bu düşünceye göre sosyal, politik ve ekonomik değişiklikler ancak tez ve antitezden oluşan zıtların çarpışmasıyla mümkün olur.4

Çağdaş entelektüel muhariplerin kahini, Harvard’da Professor olan Huntington meşhur Medeniyetler Çatışma’sı teziyle İslam ile Batı medeniyeti arasında bir çatışmanın vuku bulacağından haber veriyordu.5 1991 yılında yarım kalan misyonlarını tamamlamak için tekrar iktidara gelmeyi bekleyen entelektüel cephenin diğer muharipleri, 1997 yılında, “Yeni Amerikan Asrı Projesi (PNAC)”6 adındaki bir organizasyon etrafında toplanarak Irak’ta rejim değişikliği için lobicilik yapmaya başlar.7 PNAC şemsiyesi altında bir araya gelen entelektüeller, yirmibirinci asrın Amerikan asrı olacağı kehanetinden hareketle global imparatorluk için yol haritası çiziyordu. Bir yandan hedeflerine ulaşmak için gerekli kuvveti elde etmeye vesile olacak askeri harcamaların artırılmasını tavsiye ederken, öte yandan silah stoklarının nerelerde tüketilmesi gerektiğine işaret ediyorlardı.

II. Entelektüel Muhariplerin Dünya Görüşü

Global savaşın başladığı ilk cephede savaşan entelektüellerin önemli bir kısmı Harvard ve Yale gibi dünyaca tanınmış üniversitelerden mezun olduğuna ve hatta bazıları buralarda ders verdiğine göre, savaş kararlarının kuvvetli gerekçesi olmalıydı. Kendilerini demokrasi havarileri gibi gören bu entelektüel grup, yüzbinlerin hayatına mal olsa da demokrasiyi yayacaklarını iddia ediyorlardı. Bundandır ki, Irak işgalinin adı “Irak Kurtuluş” savaşı oluverdi. Oysa Ortadoğu’daki diktatör rejimleri, ülke menfaatleri öyle gerektirdiği için, halen ayakta tutan yine bu demokrasi havarileriydi. O halde söylediklerinden ziyade yaptıklarına bakıp bir hüküm vermek gerekirdi.

Entelektüel muhariplerin dünya görüşünü en iyi analiz edenlerden biri, “sulh-u umumi” kavramıyla ifade ettiği “global barışı” savunan Bediüzzaman Said Nursi’dir.8 Entelektüel muharipler, Nursi’nin 12. Söz’de “felsefe şakirdi” diye tenkit ettiği gruba benzer. Onlar, “nokta-i istinadı kuvvet kabul eder. Hedefi menfaat bilir. Düstur-u hayatı cidal tanır. … Semerâtı ise, hevesât-ı nefsâniyeyi tatmin ve hâcât-ı beşeriyeyi tezyiddir. Halbuki, kuvvetin şe'ni tecavüzdür. Menfaatin şe'ni, her arzuya kâfi gelmediğinden, üstünde boğuşmaktır. Düstur-u cidâlin şe'ni çarpışmaktır. … İşte bu hikmettendir ki, beşerin saadeti selb olmuştur.”9

a. Kuvvetli olan haklıdır

Entelektüel muhariplerin dayanak noktası “kuvvet”tir. Bütün güçlerini kuvvetten alırlar. Kuvvetini kararlarının hakkaniyetinden almak yerine, kuvvetleri sayesinde haksız kararlarını hak diye herkese kabul ettirirler. Bu nedenle kuvvetlerini zinde tutmak için gayret gösterirler. Nitekim Global İmpartorluk askeri harcamalarını 2000 yılındaki 288 milyar dolar seviyesinden, 2003 yılında 476 milyar dolar seviyesine çıkartarak daha da kuvvet kazanıyordu. Bu kuvvete dayanan entelektüel muharipler savaşın hakkaniyeti noktasında Birleşmiş Milletler’i ikna edemeyince, tek başına hareket etmede bir beis görmediler.

b. Hayat bir mücadeledir

Kuvvetini artırmak için yüz milyarlarca dolar harcadıktan sonra, bu kuvveti kullanmak gerekirdi. Yoksa bir nevi israf olacaktı. Entelektüel muharipler, kuvvetin verdiği kibirle kendilerini rahatsız eden sivrisinekleri temizlemek istiyordu. Hem onların dayanak noktası hakk ve adalet yerine kuvvet olduğundan, hedefleri olan “menfaatlerini maksimum kılmak” için çatışmak kaçınılmaz görünüyordu. Kullanmadıktan sonra dünyanın en süper ordusuna sahip olmanın bir anlamı kalmıyordu. O halde bir yolunu bulup bu kuvveti kullanmak gerikirdi. Başkan Bush’un “şeytan ekseninde” yer alan kötüleri ortadan kaldırmanın tam da zamanıydı. Hem, hayat iyi ile kötü insanlar arasında geçen bir kuvvet mücadelesi değil miydi. Bir zamanlar kötü insanlar Kızılderililerdi, sonra onların yerini Zenciler aldı, sonra Japonlar, Almanlar ve Çinlilere sıra geldi. Şimdi sıra Müslümanlara gelmişti. Varlığını başkasıyla mücadeleye bağlı bilen bu muharipler, yeni zencilerini bulmuşlardı. Kendinden olmayan “öteki”yi şeytandan yana bildiği için imhasında bir beis görmüyordu.

c. Hedef, menfaatini maksimum kılmaktır

Entelektüel muhariplerin nihai hedefi ise ekonomik ve politik “menfaat”lerini maksimum kılarak nefsani heveslerini tatmin etmektir. Kârını maksimum kılmak için ürettiği silahları satması gereken kapitalist, savaşı bir ticari eylem gibi görmektedir.

Irak Savaşı’nın gerçek nedeninin, özel firmalarla bağlantısı olan mevcut G.W. Bush yönetiminin çıkar hesaplarına dayandığı şeklindeki argümanları sağır sultanlar bile duymuştur. Global ölçekte yapılan savaş karşıtı gösterilerde bu argümanlar pankartları süsledi. Başkan Bush, Başkan Yardımcısı Cheney, Başkan’ın Milli Güvenlik Sekreteri Rice başta olmak üzere mevcut Bush yönetimi ile petrol şirketleri arasındaki ilişkiler bu tarz pankartların ilham kaynağı olmuştu. Amerikan yönetimi dünyanın en büyük ikinci petrol yataklarına sahip ülkeyi 51. eyalet gibi politik sınırlarına dahil etmekle, hem dünya petrol fiyatlarını kontrol altına alacak, hem de petrollerin işletimini kendilerini destekleyen firmaların emrine vererek iki yönlü kazanç elde edecekti.

Nitekim, entelektüel muharipler, bir vefa borcu olarak, kendilerini besleyen firmaları, Irak’ın inşası için yapılacak beşyüz milyar dolara ulaşması beklenen ihalelerle ödülendirmeye başlamıştı. Daha savaş bitmeden ihaleleri almaya başlayan şirketlerle entelektüel muharipler arasındaki ilişkiye bakıldığında “menfaat”in global savaş kararlarında nasıl rol oynadığı görünüyor.

d. İnsaniyete terakki etmemiş “vahşi insanlar”la savaşmak haktır

Entelektüel muhariplerin nazarında kendi vatandaşları dışındaki insanların büyük ekseriyeti henüz insaniyete terakki etmemiş vahşi hayvanlar hükmündedir. Bu nedenle, adalet duygusu incinmeden 10 gün içinde 10 binleri imhadan rahatsızlık duymaz. Irak Savaşın’da ölen 10 bin insan yerine 10 bin köpek imha edilseydi muharip entelektüeller ve onların halkı etkileme aracı olan muharip medya daha çok ıztırap duyacaktı. Nitekim Amerika’da köpeklere gösterilen saygı ve yapılan hizmetin derecesi, dünyanın birçok yerinde insan olarak dünyaya gelenlerin buradaki köpeklerden daha talihsiz olduğunu gösteriyor. Oysa global barış taraftarı Bediüzzaman’a göre “Bin masum çoluk çocuk, ihtiyar, hasta bulunan bir yerde, bir iki düşman askeri bulunmak bahanesiyle bombalarla onları mahv(eden)… milyonlar masumların kanlarını heder (eden)”10 bir harb adalet kanunlarına sığmaz. Nitekim, ehl-i vicdan bazı yazarlar Afganistan ve Irak’ta yaşananların zulüm olduğunu açıkça yazdılar. Howard Zinn, bir makalesinde 11 Eylül’deki terör vahşetini hatırlattıktan sonra, günümüz modern savaşları ile terörizm arasında benzerlik olduğunu dile getirir: “İkisinde de saldırgan haklı gördüğü davasını kazanmak için masum insanları öldürür. Onların (teröristlerin) bilerek masumları öldürmesiyle bizim (savaş ilan edenlerin) askeri güçleri hedef alıp, masumları kazara öldürmemiz arasında bir fark olduğuna inanmıyorum.”11 Neticede ikisinde de masum insanların hukuku zayi oluyor. Hatta, günümüz modern savaşlarında mağdur olan masumların sayısı, en dehşetli terör hadisesinin mağdurlarından daha fazladır.

Entelektüel muhariplere göre, tam adalet ancak kendi vatandaşlarına hastır. Bunun dışındakilere kısmi adalet uygulanır. Kısmi adalet ise, bir cani için on masumun canını fedaya cevaz verir. Nitekim Irak örneğinde bir cani için onbinlerin canı feda edildi. Oysa, global barış entelektüeli Nursi’ye göre bir cani için binler masumu öldürmek hiçbir adalet kanuna sığmaz. Nursi, masumun hakkının zayi olmasını dikkate almayanlara hipotetik bir temsil ile şöyle seslenir: “Sen bir gemide veya bir hanede bulunsan, seninle beraber dokuz mâsum ile bir câni var. O gemiyi gark ve o haneyi ihrak etmeye çalışan bir adamın ne derece zulmettiğini bilirsin. Ve zalimliğini, semâvâta işittirecek derecede bağıracaksın. Hattâ birtek mâsum, dokuz câni olsa, yine o gemi hiçbir kanun-u adaletle batırılmaz.”12

—Devam edecek—