Fıkıh Mezheplerinin Sosyal Yapı Perspektifinden Mukayesesi-I

– Said Nursi ve Şa’rani Örneği –

Giriş

Mezhep-sosyal yapı ilişkisi

Fıkıh mezheplerinin farklılaşmasında usûl farkları, hadis-i şeriflerin farklı râvîlerden gelmesi gibi kaynak farkları yanında; mezhebin içerisinde teşekkül ettiği sosyal yapının da belli bir etkisi olmuştur.1 Özellikle usûldeki çeşitlilik üzerine eski ve yeni pek çok ilmî çalışma yapılmış olmasına rağmen, mezhep-sosyal yapı ilişkisini doğrudan ele almak genellikle ihmal edilmiştir. Oysa İslam toplumlarının sosyal ve siyasal düzeni, kurumları, dinamikleri; İslam toplumunun sosyal bilimi demek olan fıkıh ilmiyle2 çift yönlü bir etkileşim içinde olagelmiştir. Fıkıh mezhepleri teşekkül ederken ve yayılırken toplumdan etkilenmiş; fakat bir ölçüde de toplumu dönüştürmüştür.

Mezheplerin ortaya çıkışında ve gelişmesinde toplumsal, ekonomik ve siyâsî değişme ve gelişmelerin büyük etkisi olduğu gibi fıkhın kurumsallaşması sırasında da bu etki devam etmiştir. Özellikle Abbasiler döneminde devlet kurumlarının yeniden yapılanması bir tür “resmi mezhep” ihtiyacını doğurmuştur. Önce, bugünkü terimlerle konuşacak olursak, tek bir mezhebi kanunlaştırmak isteyen bürokrasi; bizzat ulemanın muhalefeti sonucunda buna muvaffak olamayınca; İmam Ebu Yusuf’un (rh) (v. 183/798) “kâdi’l-kudât”lık görevini kabul etmesiyle birlikte, hiç olmazsa yargı alanında büyük ölçüde birlik sağlayabilmiştir.

Mezhepleri birleştirme çabaları

Tedvin döneminden, hatta daha öncesinden itibaren farklı fıkhî görüşleri birleştirme düşüncesi, yönetici ve bürokrat seçkinler tarafından, zaman zaman öne sürülmüş; fakat her defasında, ulemanın muhalefeti ve bu işe yanaşmaması sebebiyle hiçbir zaman gerçekleşememiştir.

Ünlü edip ve bürokrat İbn Mukaffa’ (v. 142/759), Risâletü’s-Sahâbe adlı lâyihasında mezheplerin birleştirilmesi ve bütün bir İslâm ülkesi için tek bir kanun kodunun benimsenmesinin gerekliliğini beliğ bir üslupla savunmuş; fakat bu teklif, halife tarafından bu işi yapmak üzere görevlendirilmek istenen İmam Malik (rh) (v. 179/795) tarafından defalarca reddedilmiştir. İbn Mukaffa' bir şehirde haram sayılan bir şeyin bir başka şehirde helal sayıldığını, İslam ülkesinin bir yerinde namazı bozduğu kabul edilen bir şeyin bir başka bölgede namaza zarar vermediğini; bunun kaosa yol açtığını belirtmişti. İmam Malik (rh) ise, Şam’da el-Evzaî’nin (v. 157/774) bulunduğuna, diğer şehirlerin de kendi âlimleri olduğuna; Irak halkının ise zaten Malik'in sözüne kulak vermeyeceklerine dikkat çekerek; insanların tek bir kitap ve tek bir fetva üzerinde birleştirilmeleri fikrine şiddetle karşı çıkmıştır. (el-İntika, s. 80, 81)

Aradan yüzlerce yıl geçtikten sonra; yirminci asrın başında İslâm birliği fikrinin öncülüğünü yapanlardan Ezher Şeyhi İmam Muhammed Abduh (v. 1905) ise mezheplerin ikiye indirilmesi fikrini ortaya atmıştır. Bu yaklaşım, görüş ayrılıklarını ortadan kaldırmak mümkün olmadığına göre, azaltmaya çalışmanın daha gerçekçi olacağı tezine istinat etmektedir.

Said Nursi'nin de Abduh'a yakın bir çizgide olduğu görülmektedir. Nursi, insanlığın aklının tekâmül edip üniversite öğrencileri gibi olması halinde mezheplerin birleşebileceğine işaret etmekle birlikte, bunun sadece teorik olarak mümkün olduğunu, realitede karşılığının bulunmadığını da ilave etmektedir. (Sözler, s. 447)

Mezheplerin toplumsal yapı ile ilişkisini incelerken bazı teorik tartışmalara da değinmek, konuyu bütünlük içinde ele almak bakımından yararlı ve işlevsel olacaktır. Bunlardan en önemli ikisi “hak taaddüt eder mi?” tartışması ve mezheplerin tayininde kaderin rolüne ilişkin görüşlerdir.

Hak taaddüt eder mi?

Bir meselede hak ve doğru görüş tek midir; yoksa aynı meselede birden fazla hak ve doğru görüş bulunabilir mi? İlim tarihimiz boyunca bu ikilemin ikinci şıkkını savunanlar olduğu gibi, birinci şıkkını savunanlar da bulunmuştur.

Aynı meselede birden fazla isabetli görüşün bulunabileceğini savunanlara göre "Her müçtehit isabetlidir; her mezhep haktır; müçtehit âlimlerin görüş ve fetvaları, birbirlerine aykırı bile olsa, her birinin görüşü ve fetvası Allah'ın rızasına uygundur." Bu yaklaşım "musavvibe"3 mesleği olarak isimlendirilir.

Hak görüşün tek olduğunu savunanlara göre ise, "Bir meselede farklı içtihatlara sahip müçtehitlerden sadece birisi doğruyu bulmuş ve isabet etmiştir; diğerleri yanılmışlardır. İçtihat ettikleri için sevap kazanırlar; ancak görüşleri hak değildir. Onların görüşlerini sadece hüsnüzan ve saygı sebebiyle taklit etmek caiz olmaz. Bir meseledeki farklı mezheplerden yalnızca birisi Allah'ın rızasına uygundur, diğerleri uygun değildir; dolayısıyla batıldır." Bu yaklaşım ise "muhattie" mesleği olarak isimlendirilir.4

Said Nursi “musavvibe” mesleğini benimsemiş ve yine bu mesleği benimseyip bu konuda fıkhın bütün bablarını kapsayan bir eser telif etmiş bulunan fakih ve mutasavvıf Şa'rânî'yi (v. 973/1565) desteklemekte ve övmektedir. (Sözler, s. 448)

Kaderin rolü

Bu meselede kaderin rolü konusunda da Said Nursi Şa'rânî'ye muvafakat ederek mezheplerin kaderin tayini ve tensibi olduğuna işaret etmiştir. Nursi'nin bütün külliyatı ve külliyattaki usul ve üslûbu dikkate alındığında 'kaderi hesaba katan' yaklaşımı dikkat çekici bir şekilde öne çıkmaktadır. Külliyatta 'olmuş olanda bir hikmet ve hiç olmazsa bir vecihten hayır vardır' bakış açısını siyasetten hukuka birçok alana ve meseleye tatbik etmiştir.5

Aynı konuda birden fazla doğrunun bulunabileceğini savunan ve her meselede kaderin rolünü hesaba katan Said Nursi’nin bu anlayışı, mezheplere bakışına da yansımıştır.

Said Nursi, bir yandan mezheplerin kaderin bir tayini olduğuna işaret ederken; diğer yandan da hakkın kişilere ve toplumlara göre taaddüt edeceğini, mezheplerin köylülük-şehirlilik gibi olgulara bağlı olarak değiştiğini, hem de her birinin hak olarak değiştiğini ileri sürmektedir. Böylece farklı değişkenlerin her birini hesaba katarak denge noktasına ulaşmak istediği söylenebilir.

Fıkıh Mezheplerinin Sosyal Yapı Perspektifinden Mukayesesi

Burada biz “sosyal yapı” perspektifini özellikle, mezheplerin teşekkül ettiği dönemde müçtehit imamların, görüşlerini oluştururken bilinen ve kitaplarda şerh edilip ortaya konan usûl kaidelerinin yanı sıra hangi sosyal verileri dikkate aldıklarını ve nasıl bir kültürel arka plana yaslandıklarını anlamak üzere bir araç olarak öneriyoruz.

Bu konuda mezhep imamlarından rivayet edilen çok az bilgi bulunmaktadır. İmam Şafii'in (rh) (v. 204/819]) Bağdat'tan Kahire'ye intikal ettikten sonra belli meselelerdeki görüşlerini değiştirdiği veya yeniden gözden geçirdiği bilinmektedir. İmam Ebû Yusuf (rh) ise daha önce 'mekîl' (مكيل) olan yani hacim esasına göre alınıp satılan ürünlerin, mesela buğdayın; bu konudaki örfün değişmesiyle artık 'mevzûn' (موزون) yani ağırlık esasına göre alınıp satılan ürünler olarak kabul edileceğini; buna mukabil altının da mekîl sayılabileceğini söylemiş; bu konudaki hadis-i şerîfin örfe mebnî olarak geldiğine işaret etmiştir.6

Mezheplerin sosyal yapı perspektifinden incelenmesinde takip edilecek en verimli metot vak'a ve mesele analizi olabilir. Aynen Hanefî Mezhebi’nin usûlünün tespitinde olduğu gibi, tek tek meselelerde verilmiş bulunan hükümlerden yola çıkılarak umumî kaidelere ulaşmaya çalışılmalıdır. Mezhepler arasında mukayese yapmak ve disiplinler arası çalışmak, özellikle tarihi verileri dikkatle incelemek bu tespiti kolaylaştıracaktır.

Yukarıda da işaret ettiğimiz üzere burada temel soru, müçtehit imamın bir fetva verirken, şer'î bir hükmü tespit ederken bildiğimiz usûl kaideleri yanında; kitaplara sistematik bir şekilde yansımamış bir kısım sosyal verileri de dikkate alıp almadığıdır.

Bu sorunun cevabını etraflıca araştırmak çalışmamızın sınırlarını aşıyorsa da, biz burada meselenin bazı temel noktalarına işaret edip, bir iki misalle konuyu izaha çalışacağız.

Said Nursi, İçtihat Risâlesi namındaki Yirmi Yedinci Söz’ün Hâtimesinde "hikmet-i İlâhiyenin tensibiyle" Şafii Mezhebi’ne ittiba etmiş olanların, aynı şekilde Hanefî Mezhebi’ne uyanlara nisbetle "köylülüğe ve bedevîliğe daha yakın" olduklarını kaydeder. Nursi'ye göre mezheplerin teşekkülü ve yayılması kaderin bir tensibi ve "hikmet-i İlâhiyenin sevki"dir. Dolayısıyla bu tensipte bir hikmet ve maslahat aranmalıdır. İslâm şeriatı, Hanefî Mezhebi namıyla şehirli ve yarı-medenî topluluklara; Şâfiî Mezhebi namıyla da köylü ve yarı-bedevî topluluklara hitap etmektedir. Buna göre, toplumun tamamen medenileşmesi ve insanlığın aklının kemâle yaklaşması halinde mezheplerin taaddüdüne de ihtiyaç kalmayacaktır. Ancak Nursi'ye göre "bu hâl-i âlem, o hale müsaade etmediği gibi, mezâhib de bir olmaz." (Sözler, s. 447)

Said Nursi Yirmi Yedinci Söz’ün Hâtime’sinde şeriatların asırlara göre değişmesi ve mezheplerin taaddüdündeki hikmetleri izâh ettikten sonra Hâtime’nin hitâmında şöyle demiştir:

“İşte, denizden iki katre, sana misâl… Onlara kıyas et. Mîzan-ı Şa’rânî mîzanıyla, şeriat mîzanlarını bu sûretle muvâzene edebilirsen, et.” (Sözler, s. 448)

Said Nursi “Mîzân-ı Şa’rânî” ifadesiyle burada, hem Şa’ranî’nin eserini, hem de bu eserinde teklif ettiği, farklı görüşleri telif yöntemine işaret etmektedir. Konuyu Şa’ranî’nin el-Mîzân’ından tetkik ettiğimizde onun bu meselede özetle şunu söylediğini görmekteyiz:

Şer’î hükümler insanların muhtelif tabakalarının tabiatlarına uygun olarak ‘muhaffef’ veya ’müşedded’ olarak vaz’ olunmuşlardır. Bir meselede üç veya daha fazla mezhep varsa, onlar da yine bu ikisinden ‘mufassal’ olarak gelmiştir. Müçtehit imamların her birinin mezhebi haktır ve ihtilafları ümmet için rahmettir. Mükellefler imânî ve cismî bakımından güçlü ve bu iki bakımdan zayıf olmak üzere ikiye ayrılırlar. Güçlünün ruhsata sarılması, zayıfın da azimetle amel etmesi emrolunmaz. (el-Mîzan, I/3)

Şa'rânî tek terk meseleleri ele alırken birçok yerde ihtilaflardaki "müşedded" hükümlerin seçkinler, eşraf ve ulema için; "muhaffef" hükümlerinse avâm-ı nas için olduğunu belirtir.

—devam edecek—