1. Bilim ve yirmi birinci yüzyıl
Bilim, “bilme, biliş ve bilgi” veya “doğru öğrenme” anlamında kullanılmaktadır. Günümüzde akademik formasyonda bilim kelimesi ilim kavramı yerine kullanılmaktadır. Ancak ilim kavramı, bilim ve hikmeti birlikte ifade etmektedir. Bilim, meydana gelen olayların sebep-oluş-sonuç ilişkisini araştırır.
Yaratılış gerçeğini öğrenen ve bunun araçlarını doğru kullanarak bilgiyi ispatlayan, sonuçlarla kesinleştiren bilim, evrensel ve geliştirilebilir bir değerdir. Yaşlanan dünyanın bütün birikimlerini günümüz insanına sunan bilim ve kayıtlı hafızası, yeni insan profilinin beklenti çeşitliliğini ve tatmin ihtiyacını karşılamakta düşünce hızında çalışmaktadır.
21. yüzyıl yönetim mantığının üç temel ayağı olan küreselleşme, teknoloji ve değişimdir. Bunların birlikte insaniyete hizmet edeceği ve temel ihtiyaçlarını karşılayacağı bir talep yoğunluğu mevcuttur. Temel ihtiyacın maddî ve mânevî boyutu incelendiğinde, maddenin anlamını keşfeden ve hikmetle barıştıran bilim, sürekli keşif ve inkişaflarla bütün insanların ortak hafızasında etkileşim ve yakınlaşmayı arttırmaktadır.
Ülke, sınır ve kontrol mekanizmalarının, birey üzerindeki etkisinin daralmasına mukabil hürriyet zemini genişlemektedir. Beynin maddî gıdaları olan oksijen ve beslenmenin yanında, mânevî ihtiyacı olan sevgi ve öğrenme fonksiyonları, insanlığın gerçeği araştırma meylini teşvik etmektedir.
İlim beynin manevî gıdasıdır. İlim “Nasıl?” sorusuna cevap ararken hikmet, “Niçin?” sorusuna vahye dayalı akılla cevabını bulur.
Bediüzzaman'a göre kalp ve aklın imtizacı ile duygu ve düşünceler yaradılış gerçeğini öğrenmeye çalışır. Beşeriyet, bu öğrenmede “Necisin? Nereden geliyorsun? Nereye gidiyorsun?” sorularının cevabını aramaktadır. Bunların cevabı Kur'ân ve Kâinat kitabında mevcuttur.
2. Risâle-i Nur'un bilime bakışı
Risâle-i Nur; “Mahiyet ve istidat itibariyle her şey ilme bağlıdır.” tesbitinden hareketle ahir zamanda, “ulum ve fünun”un hakim olacağını vurgulamaktadır.
Risâle-i Nur; fen bilimlerini dürbünü ile, tevhit inancını ve Kur'ân'ın ölçülerini teyit eden bir Kur'ân tefsiridir.
Bediüzzaman; “fünun-ı cedideyi, ulum-ı medaris ile mezc ve derc…” edilmesini ister. Yeni bilimlerle din bilimlerinin beraberce bir doku gibi işlenmesini önerir. “Vicdanın ziyası Ulum-ı diniyedir, aklın nuru fünun-ı medeniyedir ikisinin imtizacıyla hakikat tecelli eder. ” Beyanında maddî ve mânevî dengenin akıl ve vicdanın beraberliği ile olacağına işaret eder.
Yine Risâle-i Nur'da; “Fen, sanat silahıyla cehalet fakra hücum ediniz.” denilmektedir. Benzer şekilde; “meydanı medeniyette fen ve sanat balonuna, şimendiferine binerek istikbali istikbal….” etmemize işaret eder .
Risâle-i Nur bilime ve bilimin ilgi alanına giren her şeye yaratıcısı adına bakar, sanatı sanatkar adına mahlûku halk eden adına kabul eder.
İslâm dünyasının teknolojik kalkınmada ve ekonomik gelişmede geri kalmasının sebeplerinden biri de fen bilimlerine yeterince önem verilmemesidir. Bediüzzaman asrımızı, fen, sanat ve belâgat asrı olarak tanımlamaktadır. Risâle-i Nur'un günümüze bakan cihad anlayışı, “maddî kılıçlar” olarak ifade edilen savaş yerine mânevî kılıçlar olan ve “bilim” olarak tarif edebileceğimiz “berahin-i katıa”yı yani kesin delilleri esas almıştır.
2.1. Risâle-i Nur'daki “fen” tanımı
Risâle-i Nurda “fen” tabiri, bilim anlamında, genel bir adlandırma ile kullanılmaktadır. Bu çalışmada bugünkü terminolojinin kullandığı “Fen Bilimleri” başlığına uygun olan “fenler” incelenmiştir. Din, mahiyet olarak vahiy esaslı ve Kâinatı sahibi adına tarif eden ve hikmet cihetiyle tevhidi nazara veren bir esas üzerine bina edilmiştir. Bu anlamıyla daha çok sosyal bilim öncelikli olmuştur.
Fen bilimlerinde, doğru sentez ve yaklaşımlar ortaya konulması halinde, baştan sona yaratılış gerçeğini ispatlayan ve “her fennin kendi lisan-ı mahsusuyla Allah'ı ispatlayan deliller olduğu” görülür.
3. Fen Bilimleri ve Risâle-i Nur
Kâinatın yaradılış maksadının “görmek” ve “göstermek” olduğu Risâle-i Nur'da orijinal bir üslupla ifade edilmektedir.
Kâinatın işleyişinden; insanların şahsî ihtiyaçlarının karşılanması, ahireti kazanacak bir imtihan mekanı olması ve Cenab-Hakkın tanınması ve esmasının anlaşılması, murat edilmektedir. Fen bilimcileri olarak; Risâle-i Nur perspektifi ile ilgili görevimiz; “Esma'nın anlaşılmasını” kolaylaştırıcı incelemelerde bulunmaktır.
Cenâb-ı Hak Fail-i Muhtardır; yani aynı maksatları farklı yollarla yaratmıştır. Yani bir fen ile anlaşılan bir Esma, başka bir incelemede farklı bir tecelli ile karşımıza çıkmaktadır. Bu farklı tecelliler Cenâb-ı Hakkın Fail-i Muhtar ve Ehad olduğunu göstermektedir.
Bütün bunlarla beraber; bir fen bilimci, çalışmalarında insanların istifadesine ürünler üretmekle birlikte, Risâle-i Nur perspektifiyle yaptığı araştırmada, tecelli eden Esmaları gösterebilmelidir. Ayrıca aynı Esma'nın farklı tecelliyatını gösterip Cenâb-ı Hakkın Fail-i Muhtar olduğunu ifade edebilmelidir.
4. Bilimsel tariflerin Risâle-i Nur'daki karşılıkları
Risâle-i Nur, ilmin ve dinin bir bütün olduğu ve ilmin dine hizmet edeceği inancını her zaman ortaya koymuştur. Bu meyanda, kıyas-ı fasitle birbiri yerine ikame edilmesini uygun görmez. Hem ilim, hem de din, beraber ve birbirini tamamlayan durumdadır. “Fen bilimlerini bilmek, din ilimlerini de bilmek mânâsına gelmez.” Tesbitini yapmıştır. Sadece din ilminin, fen ilmi olmadan yeterince anlaşılamayacağı malûmdur. Nitekim, Risâle-i Nur'da geçen; “Fen küllî kanunlardan ibarettir.” hükmü, Kâinatta var olan bir yaratılış gerçeğidir.
Bediüzzaman'ın; “Fenler insandaki terakki meylini ve çok tecrübelerle fikirlerin birbirine kuvvet vermesinin neticesidir.” diye ifade ettiği bilimler, kalkınmanın temel ayağıdır. “İnsanın mazhar olduğu ilmi, kemalatı, fenni ve terakkisi talimi esmadan kaynaklanmaktadır.” ifadesinde, Esma-i İlahiye'ye dayanan bilimin terakki ve kemalat vesilesi olacağını belirtir.
Günümüzü tanımlayan; “Ahir zamanda hüküm ve kuvvet ilmin eline geçecek. İnsanlık âlemi bütün kuvvetini ilim ve fenden alacak.” hükmü, 20. yüzyılın başlarında ortaya konmuştur. Geçen süre, bu tesbiti doğrulamıştır. İslâm dünyasının ilme ve fenne ne kadar muhtaç olduğu ortadadır.
Bediüzzaman'ın; “Allah hesabına müşahede edilen her şey ilimdir.” ifadesinden, Kâinatta mevcut olan keşfedilmiş veya keşfedilmeyi bekleyen her gözlemin ilim olduğu anlaşılmaktadır.
Çağımızın en belirgin özelliği olan uzmanlık ve ihtisaslaşmanın, mikro düzeyde ve gittikçe derinleşen bir mahiyet almasıdır. Buna işaretle Risâle-i Nurda; “Bir fende sözü hüccet olanın, diğer fenlerde sözü hüccet olmayabilir.” ifadesi, her bir uzmanın kendi uzmanlık alanının dışına çıkmaması gerektiğini vurgulanmaktadır.
Bediüzzaman'ın “temayülat-ı akliye” dediği istikbal, aynı zamanda “hikmet” olarak da belirtilmektedir. “Akıl ilim ve fennin hükmettiği istikbalde, aklî delile isnad eden ve hükümlerini akla tesbit ettiren Kur'ân hükmedecek.” ifadesiyle, gelecekte delile dayanan hükümlerin kazanacağını ve bunun en kuvvetli dayanağının da Kur'ân olacağını müjdeler.
5. Risâle-i Nur perspektifi ile fen bilimleri incelemeleri
5.1. Biyoloji ve yaratılış gerçeği
Materyalizmin gölgesinde gelişen evrim teorisi çevresel faktörlerin genlere etki etmesi ile türlerin değişebileceğini iddia etmektedir. Onlara göre insanın ilk yaratılışı söz konusu değildir.
“Homo sapiens” olarak adlandırılan insan türü, konuşan, duygularını ifade edebilen bir hayvandır. Darwinistlere göre, Evrim teorisinin bu görüşü birçok görüş ile desteklenmektedir.
Ancak Neodarwinistler, yani “Yaratılış” veya “Üstün Tasarım Modeli”ni savunan bilim adamları, evrim teorisini büyük oranda reddeder. Zira her bir canlının yaratılışında derin bir ilim, kast ve gaye vardır. Doğanın her bir unsurunun, canlı olsun cansız olsun bir irade ve kudret sonucu ortaya çıktığı muhakkaktır. “Her şeyden yüce olan Rabbinin ismini tesbih et. O Rabbin ki, her şeyi yaratıp düzene koydu. O Rabbin ki, her şeye lâyık bir şekil ve ölçü tayin ederek onu yaratılış gayesine yöneltti. (A'lâ Sûresi, 87:1-3)
Nihayet insanın ve diğer bütün hayvanların embriyonal gelişimi ve yaratılışı konusunda bütün bilimsel bulgular “tevhid” inancının çizgisine gelmiştir. “O sizi, annelerinizin karnında, üç karanlık içinde, bir yaratılıştan diğerine çevirerek yaratıyor.” Kur'ân'da evvelâ ilk yaratılış, yani ana karnındaki embriyonal gelişim insanın nazarına verilir. Bu gelişim, spermin yumurtayı döllemesi sonucu oluşan zigottan morula, blastula ve gastrula safhasına, ondan embriyo tabakaları olan ektoderm, mezoderm ve endoderm tabakalarına, oradan fetüse dönüşen bir yaratılma olarak görülmektedir. Bunu yapan kudret, insanları öldükten sonra da diriltir. Hatta ikinci yaratılışın birincisinden daha kolay olduğu âyette ifade edilmektedir. Embriyoloji-Histoloji Anabilim alanındaki bütün araştırmalar, elektron-mikroskobik çalışmalar ve moleküler analizler bugün bu hakikati beyan etmektedir.
İnsanoğlu gerek kendi vücudunda gerekse içinde yaşadığı dünyada ölümden sonraki ikinci dirilişin örneklerini çokça gördüğü halde materyalist perspektiften baktığı için bu konuyu bir türlü idrak edememekte veya idrak etmek istememektedir. “Ölmüş, kurumuş kemikleri kim diriltecek?” Sorusuna Kur'an; “Onları ilk yaratan kim ise O. Onların ilk yaratılışı bize zor mu geldi ki, tekrar diriltmekten âciz kalalım? Doğrusu onlar ilk yaratılışlarını kabul ettikleri halde yeni bir yaratıştan şüphe ediyorlar.” şeklinde cevap vermektedir.
Risâle-i Nur'da dünya bir ağaca benzetilir. Biyosferdeki elementler ve inorganik maddeler, o ağacın kök, gövde ve dalları gibi, bitkiler yaprakları gibi, hayvanlar çiçekleri gibi, insanlar ise meyveleri gibidir. Kök, gövde, dal, yaprak ve çiçek nasıl o ağacın meyvesine yönelik çalışıyorsa, biyosferdeki elementler, organizmalar, bitki ve hayvanlar bilinç ve idrak sahibi olan insana yönelik çalışmaktadırlar. Yani insan, yaratılış ağacının en son ve en mükemmel meyvesidir. Dünyanın insanoğlunun istifadesi ve rahatı için tefriş ve tezyin edildiği Kurân ve Risâle-i Nur'un birçok yerinde irdelenmiştir. İnsanın canlılar dünyasında egemen tür olduğu açıktır. Bu pozisyondaki insandan ise yaratıcının istediği şey, O'nun yüceliğine, kudretine inanmak, bütün bu nimetleri kendisine sunan yaratıcının O olduğunu bilmek ve O'na ibadet etmektir. Risâle-i Nur'da bu hakikat; “İnsan, sanki bütün türlere, cinslere ve hatta âlemlere bir fihriste olarak yaratılmıştır, onlardaki hemen her istidat, yetenek ve özellik adeta insanda vardır.” şeklinde izah edilmiştir.
Tabiattaki canlı veya cansız unsurların bu denli güzel ve her birinin bir şaheser olarak yaratılışı, insanoğlunu hayretler içinde bırakması, Fâtır-ı Zülcelâl ve Sâni-i Zülcemale karşı muhabbet ve iştiyak içindir. İnsanoğlu kendine yapılan bunca lütuf ve ikramları anlayacak, O'na iman edecek ve divanına el-pençe durarak şükür, tazim, tesbih, hamd, tekbir vazifesini icra edecektir.
“Zemin yüzündeki antika sanat eserlerinin birer alâmet-i fârika ile yaratılışları, Sâni-i Hakîmlerinin vücuduna, vahdetine, hikmetine ve hadsiz kudretine öyle bir şehadettir ki, ziyanın güneşe şehadetinden daha kuvvetli ve parlaktır. Kast ve iradeden doğan bir nizam-ı ekmel vardır. Hilkat ve yaratılışta tam bir hikmet hüküm fermâdır. Âlemde abes yok, fıtratta israf yok. Bu şahitleri tezkiye eden, istikrâ-rı tamdır ki, her fen, mevzuu bulunduğu nev'in nizamına bir şahid-i âdildir.” Zaten “tabiat” dediğimiz şey yaratılışta câri olan âdetullahtan ibarettir. Yani yıldız, gezegen, meteor veya biyosferdeki bütün kütleler, atomlar arasındaki her türlü itim-çekim kanunları, kısaca astronomi, jeoloji, fizik, kimya, biyoloji ve tıp dünyasındaki bütün yasalar ve o yasalara göre maddenin şekil alması, metabolik faaliyetler, biyokimyasal reaksiyonlar ve tepkimeler “tabiattır, tabiîdir.”, Yüce Yaratıcının kanunlarının tezahürüdür.
Hülâsa olarak insan, Yüce Yaratıcıyı tanımak, bilmek ve ona ibadet etmek için yaratılmıştır. Dünya üzerindeki masnuatı ve onlar üzerindeki işleyiş veya ilginç yaratılışı incelemeyi kendine şiar edinen fen bilimleri, tabiatı kendilerine birer laboratuar edinmişlerdir. Mikroskop ve teleskoplar, onlar elinde önemli birer âlettir. Ancak bilim adamlarının bir çoğunun hâlâ Yüce Yaratıcıyı bilmemeleri onlar için bir zaaftır.
Devam edecek