Dünya Barışının Esasları Üzerine-2

İslâm ahlâkının temel kavramlarından üçüncüsü ise, takvadır. Takva daha çok "Allah’tankorkmak" ve "dindarlık" olarak tanımlanmıştır. Ancak Fazlur Rahman yine kelimenin sözlük mânâsındanhareketle yaptığı tahliller sonucunda daha değişik bir anlamını öne çıkarmaktadır. V-k-y (vakaye) kökünden türetilentakvanın sözlük mânâsı "korumak", "tahrip olmadan kurtarmak" ve "muhafaza etmek"demektir. Sekizinci babda kullanıldığı zaman ise " kişinin kendisini muhtemel saldırı ve tehlikelerden koruması"anlamına gelmekte, bundan dolayı da "dikkatli olmak" ve "dikkat etmek" anlamını da ihtiva etmektedir.Böylece Kur’ân’da kullanılan takva kelimesi ahlâkî anlamda "kendini kötülüklerden muhafaza etmek" ve yine"kendini Allah’ın cezalandırmasından korumak" anlamlarında kullanılmıştır. Said Nursî’nin de takvanın sakınmave korunma anlamını vurguladığı görülmektedir:

"Takvâ, menhiyattan ve günahlardan içtinab etmek; ve amel-i salih, emir dairesinde hareket etmek vehayrat kazanmaktır. Her zaman def’i şer, celb-i nef’a racih olmakla beraber, bu tahribat ve sefahet ve cazibedar hevesatzamanında bu takvâ olan def-i mefâsid ve terk-i kebâir üssü’l-esas olup büyük bir rüçhaniyet kesb etmiş. Buzamanda tahribat ve menfi cereyan dehşetlendiği için, takvâ bu tahribata karşı en büyük esastır."

Bununla beraber, Fazlur Rahman buradaki korku kelimesinin bizim genelde kullandığımız korkudan farklıolduğunu vurgulamaktadır. Böylece bir zalim veya diktatörden, bir kurttan veya bir suçlunun polisten duyduğu korkudanfarklı bir korku söz konusudur. Bu, "sorumluluktan kaynaklanan bir korkudur". Başka bir ifadeyle, insanın aşkınvarlık olarak Allah’la ilişkisi iman, marifetullah ve muhabbetullaha dayandığı gibi, bu ilişkinin kesilmemesi,lekelenmemesi ve bozulmaması için gösterilen gayret ve çaba takva olarak nitelendirilmektedir. Böylece kulun, Allah’aolan saygı, sevgi ve sorumluluğundan kaynaklanan bir korkuyu ifade eder ki, bu zikrettiğimiz diğer korkulardan tamamenfarklıdır. Belki evladın anne-babasına, öğrencinin öğretmenine karşı duyduğu ve onların sevgi ve saygısınıkaybetme endişesinden duyduğu bir korkuya benzetilebilir. Böylece, yaptığı kötü amellerin sonucu olarak âhirettecezalandırılmaktan kaynaklanan korkunun yanında, Rahman ve Rahîm olan Allah’a karşı duyulan sevgi ve saygı merkezlibir korkudur. Bu açıdan bakınca, takvanın iman ve islâmı beraberce ihtiva ettiği görülmektedir. İman kalbinderununda yerleşirken, İslâm ise insanın hal ve hareketlerinde inancının etkisinin ortaya çıkması ve tezahüretmesidir. Takva ise her iki kavramın bir sonucu olarak, kulun amellerini sadece ve sadece Allah’a karşı duyduğu sevgi,saygı ve korkuyla gerçekleştirmesidir. Sadece O’nun rızasını esas almasıdır.

Burada Said Nursî’nin Kur’ân merkezli sahih bir iman için yaptığı vurgu dikkat çekicidir. HerkesinAllah’a inandığını söyleyerek, imana vurgu yapmanın anlamsızlık ve lüzumsuzluğunu iddia edenlere verdiği cevap,iman-amel ilişkisinin yanında, takvanın her ikisinin âdeta zorunlu bir sonucu olarak nasıl ortaya çıktığını da göstermektedir:

"Allah’ı bilmek, bütün kâinatı ihata eden rububiyetine ve zerrelerden yıldızlara kadar cüz’î veküllî her şey O’nun kabza-i tasarrufunda ve kudret ve iradesiyle olduğuna kat’î iman etmek; ve mülkünde hiçbir şerikiolmadığına Lâ ilâhe illallah kelime-i kudsiyesine, hakikatlerine iman etmek, kalben tasdik etmekle olur. Yoksa, ‘BirAllah var’ deyip, bütün mülkünü esbaba ve tabiata taksim etmek ve onlara isnat etmek hâşâ hadsiz şerikleri hükmündeesbabı merci tanımak ve her şeyin yanında hâzır irade ve ilmini bilmemek ve şiddetli emirlerini tanımamak ve sıfatlarınıve gönderdiği elçilerini tanımamak, peygamberlerini bilmemek elbette hiçbir cihette Allah’a iman hakikati onda yoktur.Belki küfr-ü mutlaktaki mânevî cehennemin dünyevî tazibinden kendini bir derece teselliye almak için o sözleri söyler.

"Evet, inkâr etmemek başkadır, iman etmek bütün bütün başkadır. Evet, kâinatta hiçbir zîşuur,kâinatın bütün eczası kadar şahidleri bulunan Hâlik-ı Zülcelâl’i inkâr edemez. Etse, bütün kâinat onu tekzibedeceği için susar, lâkayd kalır.

"Fakat ona iman etmek, Kur’ân-ı Azîmüşşânın ders verdiği gibi, O Hâlıkı, sıfatlarıyla,isimleriyle, umum kâinatın şehadetine istinaden kalben tasdik etmek; ve elçileriyle gönderdiği emirleri tanımak; ve günahve emre muhalefet ettiği vakit, kalben tevbe ve nedamet etmek iledir. Yoksa büyük günahları serbest işleyip istiğfaretmemek ve aldırmamak, o imandan hissesi olmadığına delildir."

Görüldüğü gibi, İslâm kardeşliğinin temeli olan Allah’a iman, gerçekten birey ve toplum için birçoksonuçları beraberinde getirmektedir. Dinin bir vicdan meselesi olduğunu iddia edenlerin görmezden geldikleri veyakorktukları hususun, bireyin tüm benliğine, yaşantısına, hal ve hareketlerine nüfuz eden ve yönlendiren böyle Kur’ânmerkezli sahih imanın gücü ve etkisi olduğu söylenebilir.

Bediüzzaman Uhuvvet Risalesi’nde, mü’minler arasındaki birlik ve beraberlik ruhunu pekiştirmek,kuvvetlendirmek ve geliştirmek için kullandığı bir argümanı Allah’ın isim ve sıfatlarına dayandırmaktadır. Aslındabu argümanın tüm insanlara ve hatta tüm mahlukata da teşmil edilebileceğini düşünüyorum. Bediüzzaman iman kavramınınve bunun yöneldiği objenin [Allah’ın] gücünden hareketle şöyle der: "İmanın verdiği nur ve şuur ile ve sana gösterdiğive bildirdiği Esmâ-i İlâhiye adedince vahdet alâkaları ve ittifak râbıtaları ve uhuvvet münasebetleri var. Meselâ,her ikinizin [veya hepinizin] Halikınız bir, Malikiniz bir, Mâbudunuz bir, Râzıkınız bir; bir bir, bine kadar birbir."

Burada zikredilen Esmâ-i İlâhiye ve sıfatların Müslümanlar arasındaki birlik, beraberlik ve gerçekkardeşliğin temelini oluşturduğu açıktır. Ancak daha geniş bir perspektiften bakıldığında, aynı esmâ ve sıfatlarıntüm insanları ve hatta tüm mahlukatı da kuşattığı görülmektedir. Bediüzzaman’ın ifadesiyle "tevhid-i imanî,tevhid-i kulûbu" ve "vahdet-i itikad dahi vahdet-i ictimaiyeyi" gerektirmektedir. Böylece bütün ayrımcılıkların,ırkçılığın ve zulümlerin menşei olarak görülen "diğeri" veya "ötekisi" ile ilgili sun’i ayrımlar,Müslüman’ın gözüne Allah’ın esmâ ve sıfatlarının tezahürü ve yansıması olarak görünür. Irk, renk, dil, vb. tümfarklılıklar İslâm’ın tevhid ilkesi çerçevesinde yeni bir anlam kazanarak; Allah’ın varlığının ve birliğinin âyetlerimertebesine çıkar: "Gökleri ve yeri yaratması, dillerinizin ve renklerinizin değişik olması, O’nun varlığınınbelgelerindendir. Doğrusu bunlarda, bilenler için dersler vardır." Yine bir diğer âyet-i kerimede ise, bu farklılığınbir diğer amacı ve sosyal boyutu da şöyle ifade edilir: "Ey insanlar! Sizleri bir erkek ve dişiden yarattık; sonrada birbirinizi tanıyasınız diye milletlere ve kabilelere ayırdık." Said Nursî’nin bu âyete meal verirken busosyal boyutu öne çıkardığı görülmektedir: "Sizi taife taife, millet millet, kabile kabile yaratmışım, tâbirbirinizi tanımalısınız ve birbirinize hayat-ı ictimaiyeye ait münasebetlerinizi bilesiniz, birbirinize muavenetedesiniz. Yoksa, sizi kabile kabile yaptım ki, yekdiğerine karşı inkârla yabanî bakasınız, husumet ve adâvetedesiniz değildir." Görüldüğü gibi, "öteki" olarak adlandırılabilecek her şeyle ilgili davranışıntemelinde "tanıma" ve "yardımlaşma" esprisi yatmaktadır.

IV. Barış ve kardeşliğin boyutları

Kur’ân merkezli bir barış ve kardeşliğin sadece mü’minler topluluğu arasındaki ilişkilerle sınırlıolmayıp, mü’min bireyin tüm mahlukatla olan ilişkilerini de ihtiva etmesi gerektiğini daha önce vurgulamıştık. Günümüzinsanının en çok muhtaç olduğu şey "barış ve kardeşlik" olduğuna göre, Kur’ân’ın bu konudaki görüşününbiraz daha açılması gerekmektedir.

a. Müslüman’ın insanlarla olan kardeşliği

Kur’ân’a göre insan mahlukatın en şereflisidir. Allah’ın yeryüzündeki halifesidir. Bu nedenle insanaçok önem verilmiş ve yüceltilmiştir. Bir insanı suçsuz yere katletmek, tüm insanlığı katletmeye denk tutulmuştur.Hz. Peygamber, Yahudi cenazelere saygı göstermiş ve böylece insan olma sıfatının, filan dine mensup olma sıfatındanönce geldiğini göstermiştir. Müslümanların, diğer din mensuplarına karşı hoşgörü ve diyaloga dayalı birgelenek oluşturmalarında bu anlayışın büyük payı bulunmaktadır.

Diğer yandan, Müslümanların kendi dışındakilere karşı olan bakış açıları Kur’ân’daki ilkeleredayandığından, hiçbir zaman hakimiyetleri altındaki insanları dinlerini değiştirmeye ve Müslüman olmaya zorlamamışlardır.Bu, Kur’ân’ın "Dinde zorlama yoktur" ilkesinin tabiî bir sonucu olarak görülmelidir. Böylece fethedilen bölgelerdekiinsanlar hiçbir zorlamaya maruz kalmamış, aksine cizye ödemek şartıyla din ve inançlarında serbest bırakılmışlardır.Üstelik cizye, kadınlardan ve çocuklardan, yaşlılardan, fakirlerden, işsizlerden, özürlülerden, ticaretleri olmayankilise mensuplarından alınmıyordu. Mükellef olanlardan ödemeyenlere sadece hapis cezası vardı. Onlara bedenî cezauygulamak ve hakarette bulunmak kat’iyetle yasaktı. Hz. Peygamber’in şu beyanları, Müslüman idarecilere daima ışıktutmuştur:

"İnsanlara azab edene Allah da azab eder." "Kim bir zımmîye zulmeder ve ona gücünün dışındaiş yüklerse, kıyamet günü beni karşısında bulacaktır."

İnanç konusunda zorlama, dinin özüne aykırı olduğundan, daha İslâm’ın ilk gününden itibaren böylebir zorlamaya yer verilmemiştir. Bu nedenle Hz. Peygamber’e (s.a.v.), "asıl görevinin tebliğ olduğu, yoksa insanlarıhidâyete erdirme olmadığı" bir âyette açıkça belirtilmiştir.

Bu konuda Hz. Peygamber’in uygulamaları da tabiî ki Kur’ân’daki ilkeler çerçevesinde gerçekleşmiştir.Bilindiği gibi, Hz. Peygamber Mekke’den Medine’ye hicretle beraber, Yahudi toplumuyla bir arada yaşamaya başlamıştır.Hz. Peygamber Yahudi toplumuyla olan ilişkilerini yazılı bir metin şeklinde ortaya koymuştur. Hz. Peygamber’in Medineileri gelenlerini toplayıp vücuda getirdiği bu Şehir-Devleti Nizamnâmesi, dünyada bir devletin ortaya koyduğu ilkAnayasa olarak kabul edilmektedir.

Elli civarında maddeden oluşan bu yazılı vesikanın pek çok yerinde Yahudiler ele alınmakta, Medinelive Muhacir Müslümanların onlarla oluşturdukları birliğe, işbu yazılı metnin 2. ve 25. maddelerinde ümmet ismiverilmektedir. Ayrıca 25. maddesinde, "Müslümanların dinleri kendilerine, Yahudilerin dinleri dekendilerinedir" denilerek Yahudilere ve bunların müttefiklerine tam bir din hürriyeti tanınmış olduğu görülmektedir.Prof. Hatipoğlu’na göre, "Çeşitli ırk ve inançta kimselerin bir idâre altında birleşebileceklerinin en güzelörneklerinden birisini işbu Medine şehir devleti teşkil ediyor olsa gerektir."

Mekke’nin güneyinde kalan Necrân bölgesi, Hicaz’ın Hıristiyanlık merkezi durumunda idi. Yine Hz.Peygamber’in Necran Hıristiyanlarıyla yaptığı anlaşmada onlara, hem kendilerine hem de daha sonraki nesillerine şamilolmak üzere, kimsenin dininden döndürülmeyeceğini; dinlerinin, mabedlerinin haç ve suretlerinin masûn kalacağını,din adamlarının dinî mevkilerinden, rahiplerin rahiplikten uzaklaştırılmayacaklarını taahhüd etmiştir. Görüldüğügibi, Hz. Peygamber Necranlılarla yaptığı anlaşmada, onların can, mal ve din hürriyetlerini garanti ettiği gibi, mâbedlerineve din adamlarına da tam bir dokunulmazlık tanımıştır.

Kur’ân ve Sünnetle belirlenen bu temel çizgi daha sonra gelen Müslüman idareciler tarafından aynendevam ettirilmiştir. Bu bağlamda Hz. Ebu Bekir’in komutanlarına verdiği talimatname ve Hz. Ömer’in Kudüs’ün fethindeyaptığı anlaşma aynı ruhu yansıtmaktadır. Hatta Ebu Bekir’in (r. a.) talimatnamesinde "Hurma ve diğer meyve ağaçlarını,koyun, keçi ve diğer hayvanları yemenin dışında bir amaçla kesmeyin, telef etmeyin" denilerek tabiî çevreninsavaş durumunda bile tahrip edilmemesi istenmektedir. Bunun detaylarına girmek, bu çalışmanın sınırlarını aşar.Ancak bir ülkede barış ve kardeşliğin temeli, o ülkedeki farklı din ve kültürlerin ve bunların müntesiplerinincan, mal ve ibadet hürriyetlerinin sağlanmasıyla mümkündür. İslâm tarihinin bir kesitini oluşturan, Endülüs Emevîİslâm devletindeki dinî hoşgörü, "çok dinli ve çok kültürlü bir ortamda bir arada yaşamaya" örnekolarak verilecektir. Zira bu örnek o kadar göz kamaştırıcıdır ki, özellikle Avrupa kıt’asında modern zamanlar dadahil bir daha tekerrür etmemiştir. Bu nedenle, İsveçli bir diplomat, Avrupa birliğini savunanların Endülüslü Müslümanidarecilerin asırlar önce gerçekleştirdiği; hoşgörü ve barışın hâkim olduğu çok kültürlü Elhamra’yı örnekalmasını teklif etmektedir.

Buraya kadar verdiğimiz tarihî malumattan ve özellikle de Endülüs örneğinden amacımız, Müslümanlarınhakimiyetlerindeki insanlara din, dil, ırk ve renk ayrımı yapmadıklarını; can, mal ve din hürriyetlerini keyfîliktenuzak anlaşmalar çerçevesinde teminat altına aldıklarını göstermektir. Böylece Müslümanların tarihinde insanlarıfarklılıklarından dolayı zulüm, işkence ve asimilasyona tâbi tutma olaylarına rastlanmamaktadır. Bunun en müşahhasgöstergesi, tarih boyunca Müslümanların hakimiyetinde olan bölge ve ülkelerde başta Hıristiyan ve Yahudiler olmak üzereçeşitli dinlerin ve kültürlerin müntesiplerinin varlıklarını devam ettirmesidir. Buna karşılık, Hıristiyanlarınegemen oldukları yerlerde yüzyılımıza kadar İslâm’a yaşama hakkı tanınmamıştır. Muasır meşhur tarihçi ArnoldToynbee bu tarihî gerçeği şöyle ifade eder:

"Hıristiyanlar nasihat etmek ve eğitmek dışında bir emir almadılar, ama gel gör ki, pekeskilerden beri, kendi dinlerinden olmayanları demir ve ateşte yok etmektedirler… Hiç şüpheniz olmasın, şâyet BatınınHıristiyanları Araplar ve Türklerin yerine Asya’da hâkim olsalardı, bugün Yunan kilisesinin hiç bir kalıntısınatesadüf edemezdik. İslâm’ın Hıristiyanlığa gösterdiği hoşgörüye Batının Hıristiyanları hiç sahip olmamışlardır."

Bu tarihî tecrübeleri ve örnekleri inceledikten sonra, bazı çevrelerin İslâmî bilincin gelişmesindenendişe duymaları, hele hele bunu çoğulculuk, çok kültürlülük ve beraber yaşamaya bir tehdit olarak algılamalarıgerçekten üzücüdür. Böyle bir endişenin temel kaynağı olarak bilgi eksikliği, önyargı ve yanlış anlamanın yanında;Müslümanların da bu ilkeleri iman, İslâm ve takva bağlamında ortaya koymada eksiklikleri veya başarısız olmaları gösterilebilir.

V. Sonuç

Kur’ân Müslümanları "insanlar için ortaya çıkarılan, doğruluğu emreden, fenalıktan alıkoyan,Allah’a inanan hayırlı bir ümmet" olarak tanımlamaktadır. Bu tanımın tarih boyunca Müslümanlar için bir hedefve ideal oluşturduğu görülmektedir. Âyetin tanımladığı gibi, Allah’a inandıkları için doğruluğu emreden vefenalıktan alıkoyan bir topluluk olmak, onların belirleyici özelliği olmuştur. Bununla beraber Müslümanların Kur’ânîdeğerlerden uzaklaştıkları dönemler de olmuştur. Böyle dönemlerde doğruyu emretme ve kötülükten alıkoyma görevininyeterince yerine getirildiği söylenemez.

İslâm, daha önce de vurguladığımız gibi, Allah’ın iradesine ve dinine (şeriatına) teslim olmaktır.Bu teslimiyet (Müslümanlık) zımnen:

1. Allah’a sahih ve sağlam bir imanı,

2. Bu imanın amel-i salih olarak dışa vurmasını,

3. Doğru olanı yapmayı ve ayrıca doğru olan şeylerin hakim olmasını temin edebilecek güçte olmayı,

4. Kötülükten sakınma (takva) ve kötü olandan sakınmada başkasına örnek olmayı; kötüyü veadaletsizliği yenilgiye uğratacak güce sahip olma gibi birçok hususu ihtiva etmektedir.

Görüldüğü gibi, iman, İslâm ve takvayı esas alan İslâmî değerler sisteminin hedefi, sadece Müslümanbirey ve toplumun barış ve saadeti değil, belki tüm insanlığın bu nimetlerden yararlanmasıdır. Başka bir ifadeyle,Müslüman bir yandan kendi içinde barış, huzur, denge ve bütünlüğü Allah’a iman ve teslimiyetle kazanacak; diğeryandan da tüm mahlukat ve insanlıkla olan ilişkilerinde her tür aşırılık ve zulümden uzak bir şekilde barış,denge ve kardeşlik içinde ilişkilerini sürdürecektir. Müslümanların tarihine şöyle bir göz atıldığında, buhedefin çoğunlukla gerçekleştirildiği görülecektir. Bu nedenle İslâm sadece kendisi için değil, insanlık için yaşayanevrensel bir dindir.

Dünyanın ve ülkemizin barış ve kardeşliğe, dostluk ve sevgiye, hoşgörü ve diyaloga çok muhtaçolduğu bir bağlamda bize düşen görev "Siz, insanlar için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyiliğiemreder, kötülükten men eder ve Allah’a inanırsınız" âyetinin bize yüklediği sorumluluktan kaçınmamaktır. Öncekendi benliğimizde, sonra tabiî ve toplumsal çevremizde barışın, emniyetin ve kardeşliğin hakim olmasını teminetmektir. Bu, kendisinden daha fazla kaçamayacağımız kutsal bir görev olarak karşımızda durmaktadır.