Değişim, Din ve İçtihat

Değişim insandan öncedir ve ondan bağımsızdır. Değişim yaratılışla başlar. İnsanı diğer varlıklardanayıran vasıflardan biri de kendisini saran değişimin farkında olması ve çevresini değiştirebilmesidir. Akıl vekalbe sahip, nefis ve şeytanın telkinlerine ve oyunlarına maruz aynı insanın iyiliğe ve hayra doğru değişmek gibibir mükellefiyeti vardır. Allah, peygamberler ve kitaplar göndererek insana yükümlülüklerini hatırlatır. Duru birvicdanın, selim bir aklın varacağı hüküm bundan başkası değildir zaten. Her bir yaratılmışın farkında olmadan içindebulunduğu, daha doğrusu maruz kaldığı değişime insanın içten gelen bilinçli bir arzuyla katılmasıyla yaratılıştakiahenk tamamlanır.

İslamiyet’in bir kültürün içine doğduğu ve bu kültürden bazı unsurları benimsediği, bir kısmınııslah ettiği, önemli bir kısmını ise çeşitli sebeplerle reddettiği bilinen bir husustur. Kur’an-ı Kerim’de, geleneğinçerçevesi bu şekilde çizilmektedir. Hz. Peygamberin müşriklerle mücadeleye başladığı ilk nokta, tevhid inancınakarşı uydurulup geliştirilmiş olan putperestlik geleneği olmuştur. Bu anlamdaki gelenek putperestlik inancıdır;"…. Biz babalarımızı bir ümmet (din) üzerine bulduk; onların asarından, izlerinden gidiyoruz." (Zuhruf,43/22) Cahiliye asabiyeti denilen hadise, aklın ve kalbin süzgecinden geçirilmeyen eski kötü adetlerdeki ısrardır.Ancak Cahiliye dönemine ait bazı iyi hasletlerin, sonraki dönemlerde muhafazası yönünde hadisler vardır. NitekimKur’an-ı Kerim’de "üzerinden gidilmesi adet olan yol" manasındaki "sünnet" kelimesinin iyi ve kötügeleneklere işaret ettiğini; bazan "Sizi, sizden evvelkilerin sünnetlerine iletmek…" (En-Nisa, 4/26) şeklindemüspet bir anlamda kullanıldığını görüyoruz..

Dine bu yüzden "gelenek" anlamı verilemez. Özellikle, İslami metinlerde (yazılı dinikaynaklar) ve İslam tarihinde değişim ve yeniden-yorumla ilgili pek çok dayanak vardır. İcma, şura, içtihat;"rasyonel seçim"i ve esnekliği cesaretlendiren İslami prensiplerdir. (Akbar, S. Ahmet, Post-Modernizm and Islam,London 1992, s. 118.) Bu bakımdan dinler, -özellikle İslamiyet- geldiği toplumlarda "yeni" (mesaj)dır. Sapkıngelenekler karşısında "din" bambaşka bir hayat dünyasının mevcudiyeti konusunda insanlara (yeni) bir müjdedir.Ancak dinin ilk tabiilerinden itibaren iki ya da üç nesil geçince, İbn Haldun’un tespitleriyle de bir din, sapkınlık(dalalet) anlamında değil fakat sosyolojik anlamda "gelenek" haline gelebilir; böyle olduğu takdirde anlamınyerini söz, içtenliğin yerini şekil alır; en kötüsü de, sosyolojik manada gelenekselleşen dinin müntesipleri yavaşyavaş tahkiki imandan taklidi imana yönelir.

Daha açık ve seçik ifade etmek gerekirse; değişen din değil; insanların dini algılama şeklidir. Büyüktarih filozofu İbn Haldun, bir dinde (daha doğrusu dini anlayışta) yaklaşık iki-üç nesil geçince gelenekselleşmebelirtilerinin ortaya çıktığını ileri sürmüştür. İbn Haldun’un sözünü ettiği iki-üç nesil yaklaşık 100 yıldemektir; her yüzyılda bir müceddidin gönderilmesi "tecdit"in ne tür bir gereklilik olduğunu gösteriyor."Geleneğin" ve "yeni"nin anlam çerçevesini -İslam’dan sonra bir din gönderilmeyeceğine göre-"tecdit" vazifesi/hadisesi ışığında iyice belirlemek gerekir.

Bediüzzaman ilk eserlerinden biri olan "Muhakemat"ın Mukaddeme’sini bu meseleye ayırmıştır.Ona göre yaşadığı asır hastalıklıdır, bütün unsurlar ve uzuvlar tedaviye muhtaçtır. Hastalığın kaynağındaatalet ve yeis kadar, hatta belki ondan daha ziyade olarak, İslamiyet’in özünün unutularak şekilciliğe ve yüzeyselliğesaplanıp kalma vardır. Ona göre İslamiyet’in hakikati bir elmas gibidir, onun özünün terk edilip, kışrına (şekilve kalıplara) rağbet ile bu "elmas"ın üzeri tozlanmıştır. İslamiyet elmasına bir saykal (cila) vurmaklahakikat eskisi gibi canlanacaktır. Şöyle demektedir Bediüzzaman: "İslamiyetin mağz ve lübbünü terk ederek, kışrınave zahirine vakf-ı nazar ettik ve aldandık. … Zira biz İsrailiyatı usulüne ve hikayatı (hikaye türünden şeyleri)hakaikına (özüne) ve mecazatı (mecazları) hakaikına (hakikatlerine) karıştırarak kıymetini takdir etmedik. … Benigeçmiş asırların efkarına karşı mübarezeye, heyecan ve şecaate getiren … itikadım ve yakinimdir ki, hak neşv-ünema bulacaktır. … Zira, mazi kıtasında, vahşet-abad sahralarında hayme-nişin (çadır kuranların) taassup ve taklitveyahut cehlistan ülkesinde menzil-nişin müzahrefat ve istibdat olanlara şeriat-ı garrânın galebe-i mutlak ve istilâ-itâmmına sed ve mâni olan sekiz emir, üç hakikatle zîr ü zeber olmuşlardır ve oluyorlar. O mâniler ise, ecnebilerdetaklit ve cehalet ve taassup ve kıssîslerin riyaseti; ve bizdeki mâni ise, istibdad-ı mütenevvi ve ahlâksızlık ve müşevveşiyet-iahval ve atâleti intaç eden yeistir ki, şems-i İslâmiyet’in küsufa yüz tutmasına sebep olmuşlardır." (Nursi,Bediüzzaman Said, Muhakemat, İstanbul: Yeni Asya Neşriyat, 1999, s. 16)

Yukarıdaki ifadelerin sağladığı açılımla İslam karşısında "yeni"nin ve"gelenek"in mahal ve mevkii konusunda şöyle bir değerlendirme yapılabilir. Bu anlamda, İslamiyet’in meselesi,din ve medeniyet gibi iki kuvvetin bir yandan birbirini cezbetmesi, diğer yandan da birbiriyle çatışmasından meydanagelmektedir. Aslında bu mana örtük bir şekilde "bid’atı hasene" (sonradan ilave edilen iyilik) ve "bid’atıseyyie" (sonradan ilave edilen kötülük) şeklinde dini kavramlar olarak ifade edilmektedir. İslam’da ideal ve gerçek,birbiriyle uzlaşmayan iki karşıt güç değildir. İslamiyet, maddeler dünyasını da kabullenir ve ona hakim olmak içingereken yolu gösterir. (İkbal Muhammed, Dini Düşüncenin Yeniden Doğuşu, çev. Ahmet Asrar, İstanbul: Birleşik Yayıncılık,yayım tarihi belirtilmemiş, s. 26.)

Esasında, din; kelime olarak başlıca a) borçluluk ifadesi b) teslimiyet c) tefrik kabiliyeti, hikmet veferaset d) meyyaliyet (fıtri eğilim) anlamlarına gelmekle birlikte, bu kelime, en azından kavramsal olarak"meddane" mastarıyla ilgilidir. Bu fiil-kökün anlamı "şehir inşa etmek"tir. Bu kökten, başka birkelime (temeddün) türer ki, onun da anlamı medenileşme, kültürce yükselmedir. Böyle olmakla birlikte, İslam’da gelişmeve ilerleme maddi gelişmeye indirgenemez. Başka türlü mütalaa bizi, yaşayan herhangi bir mahluk olan insanın kaydettiğigelişmeye götürür ki, bu doğru değildir. Sınırsız ve sorumsuz bir gelişme sözkonusu olamaz. Gelişmenin sınırı;sırat-ı müstakimden (doğru yoldan) sapmamaktır.

Şu halde, İslam’ın daha doğrusu Müslüman’ın problemi bir din (inanç) problemi değildir. Böyleolmakla birlikte, yani bütün zamanlar ve mekanlar için ellerinde Kur’an gibi doğru yola iletici, hidayete erdirici birnur varken, her zaman Müslümanlar "Kur’ani İslam’ı" hayatlarına yansıtamamaktadırlar. İşte bu yüzden Müslümanların"nefislerinde olanı -az ya da çok- değiştirmeleri" gerekmektedir. (Cevdet Sait, Bireysel ve Toplumsal DeğişmeninYasaları, 2. b., çev. İlhan Kutluer, İstanbul: İnsan Yayınları, 1986, s. 33.)

Kur’an’ın bir düstur (kanun) olarak belirttiği, hayra dönük nefislerdeki değişmeyi (bir kavminkendisini değiştirmesi) takip edecek olan toplumsal değişme gerçeğinin (Allah’ın o toplumu değiştirmesi) unutulmuşolması, Müslümanların problemlerinin çözümünü geciktirmektedir. Maddi medeniyetin çöküş dönemlerinde değişim,dıştan zorlandığı için yapılacak "içtihat"ın ameli bir hayata yansıması ihtimali düşüktür. Çeşitligerilimlerle sürüklenen bir ruha hiçbir içtihat yetmeyecektir. Merak, eylem ve fiilin beraberinde getirdiği genişlemeninortaya koyduğu problemleri aşmak için yapılacak içtihadın anlamı başka, tam tersi -artık hangi nedenden kaynaklanmışsa-maddi ve manevi yılgınlığın bütün unsurlarıyla kök saldığı şartlarda yapılacak içtihadın anlamı çok daha başkadır.

İleri sürülen argüman bireysel plana aktarıldığında şunları söylemek mümkündür. Dinin zaruriolan kısmına imtisalde bir lakaydlığın olduğu, dünya hayatının ahiret hayatına tercih edildiği zamanlarda içtihadgayretinin kökü içte değil -ki zamanımızda durum bundan farklı değildir- dıştadır. Kast edilen mana, şu atıfladaha da billurlaşmış olacaktır: "Nasıl ki, bir cisimde, neşv ü nemâ için tevessü’ meyli bulunur. O meyl-itevessü’ ise -çünkü dahildendir- vücud ve cisim için bir tekemmüldür. Fakat, eğer hariçte tevsî için bir meyilise, o vücudun cildini yırtmaktır, tahrip etmektir; tevsî değildir." (Nursi, Bediüzzaman Said, Sözler, İçtihatRisalesi, s. 443.)