Bediüzzaman’ın Sıfat ve Esmâya Yaklaşımı – I

Bediüzzaman olgusal evrendeki varlıklardan hareket ederek, ilâhî isim ve sıfatların tecellilerini çarpıcı bir şekilde anlatır. Bu konuda Bediüzzaman hem ilkeyi ortaya koymakta, hem de çok sayıda örnek üzerinde durmaktadır.

Bediüzzaman Sözler adlı eserindeki, kâinat ve Kur’an’ın tılsımını keşfettiğini söylediği “ene” bahsinde (Otuzuncu Söz), hemen hiçbir kelâmcıda bulunmayan tahliller yapar. “Emaneti sema, arz ve dağlara arz ettik, fakat kabul etmediler, onu insan yüklendi, insan çok zâlim ve cahildir” (Ahzap/72) meâlindeki âyeti tefsir ederken sema, arz ve dağların yüklenmekten kaçındığı “büyük emanetin” bir yönünün “ene” olduğunu ve enenin gizli bir hazine olan ilâhî isimlerin insanlar tarafından anlaşılabilmesi için en önemli bir araç olduğunu ifade eder. Bediüzzaman’a göre Cenâb-ı Hakk insana, kendisinin isim, sıfat ve faaliyetlerinin mahiyetini kavrayabilmeleri için bir ene vermiştir. Ancak bu ene evrende dış gerçekliği olan bir şey değil, belki geometrideki farâzî çizgiler gibi itibarî bir şeydir. Bu araçla insan, Allah’ın isim, sıfat ve fiillerinin mahiyetini anlayabilir. Böyle bir araç verilmeseydi insanın “insan” olması, ilâhî sıfat ve isimleri anlaması mümkün olamazdı. Çünkü, mutlak ve her şeyi kapsayan bir şeyin sınırı olmadığı için ona bir sınır çizmek, bir suret takdir etmek mümkün değildir, sınırlanamayan şeyin mahiyetinin anlaşılması ise mümkün olmaz. Karanlık olmadan sürekli aydınlığın mahiyeti anlaşılamadığı gibi, mukayese imkânı olmayan şeylerin anlaşılması da mümkün değildir.

Cenâb-ı Hakk’ın kudret ve ilim gibi sıfatlarının da sınırı olmadığı için bilinmeleri mümkün değildir. Bilinebilmeleri için farâzî bir sınırın çekilmesi gerekir, bunu da ene gerçekleştirir. Ene ilk aşamada kendinde farâzî (varsayımsal) bir rububiyet, kudret, ilim ve mülkiyet tevehhüm eder; Allah’la kendi alanı arasında bir hat çeker ve “buraya kadar benim gerisi Allah’ın” der. Bu hatla ilim, kudret, rububiyet ve mülkiyet gibi kavramların mahiyetini hissetmeye başlar. Zamanla, bütün kâinatla beraber kendisinin de Allah’ın mülkü olduğunu anlayıp kendi ilmi, kudreti ve mülkiyeti için çizdiği farazî çizgileri de kaldırarak Allah’ın ilim, kudret ve mâlikiyetinin sınırsız olduğunu fark eder ve Allah’a “ilimle/bilerek” inanmaya başlar. (Nursî, Sözler 1994: 494 vd.)

Allah’ın sıfatları konusunda Bediüzzaman, ilk olarak olgusal bir ilişkiden söz eder; meselâ mükemmel şekilde çeşitli sanatlarla işlenmiş güzel bir saray, ilk nazarda gelişmiş bir mimarlık mesleğine işaret eder; mimarlık mesleği ise bir mimara; ayrıca mimarın, planlayıcı, tasvir edici, hesap edici, organize edici gibi isimlerine; bu isimler, bilgi, planlama, tasvir etme gibi sıfatlara; bu sıfatlar mimar ya da mühendisin uzmanlıktaki derinliğine ve niteliksel olarak kemâline işaret eder.

Bediüzzaman bu olgusal örnekten hareket ederek ilâhî isim ve sıfatları da benzer yöntemle belirlemeye çalışır: Şu gördüğümüz evren de mükemmel bir saray gibi ilâhî fiillere delâlet eder. Çünkü eserdeki mükemmellik, fiillerin mükemmelliğinden kaynaklanır. Fiillerdeki mükemmellik ise failin mükemmelliğine ve failin çeşitli isimlerine işaret eder. İsimlerin mükemmelliği sıfatların mükemmelliğine, sıfatların mükemmelliği de zâtın mükemmelliğine delâlet eder.

Bediüzzaman, akıp giden nehirdeki dalga, damlacık ve kabarcıklardaki ışıltı ve yansımaların gökyüzündeki büyük güneşin akisleri olması gibi, evrende gördüğümüz tüm güzelliklerin de Allah’ın sonsuz güzelliğinin sadece sönük bir parıltısı olduğunu söyler. (Nursî, Sözler 1994: 568)

Bediüzzaman’ın en özgün ve yetkin taraflarından birisi, özellikle esmâ ve sıfatlar konusunda çok rahat kâlem oynatacak şekilde bilgi, iç tecrübe ve kavramsal donanıma sahip olmasıdır. Fahreddin-i Râzî de dahil, bilebildiğimiz kelâmcılardan hiç biri ilâhî tecellî, sıfat ve esmâ konusunda Bediüzzaman’ın sahip olduğu kavramsal zenginliğe sahip değildir. O, bu konuda sadece kelâmcıların kavramlarını değil, aynı zamanda filozoflarla mutasavvıfların kavramlarını da kullanır. Mutasavvıflardan özellikle Sirhindî (İmam-ı Rabbanî)’nin etkisi görülmektedir. Çok sayıda ilke ve kavramı ondan almıştır. (Bu konuda karşılaştırma için bkz. Sirhindî, c.II/45 vd.; Kuşpınar, 1996: 452 vd.)

Sirhindî, Ehl-i Sünnet kelâmına ciddî ölçüde bağlı bir mutasavvıf olarak, kelâmî ilke ve kavramları tasavvufa kazandıran bir âriftir. Bediüzzaman ise, hem kelâmcı hem de iyi bir ârif olduğundan olaylara yaklaşım tarzı ve kullandığı kavramlar aklı, kalbi ve diğer duyguları doyurucu niteliktedir. Bunları genellikle kelâmcıların yaptığı gibi soğuk mantıksal örgüler içinde değil, yaşadığı iç tecrübenin coşkusunu da katarak canlı bir şekilde kullanır. Öyle ki, esmâ ve sıfatlarla bunların tecellilerinden söz ederken yapraklar, ağaçlar, bahar mevsimi, sema ve yıldızlar donuk ve şuursuz birer madde yığını olmaktan çıkarak, ya zikir halkasına oturmuş bir zâkir, ya elini açmış Allah’a yalvaran bir âbid şeklini alırlar. Gerçekten samimi bir ortamda Risaleleri dinleyenler, kelimelerin çıkardığı musıkînin etkisiyle, yerin ve göğün zikir nağmeleriyle dolduğunu hissederler.

Dikkatli bakıldığında Risalelerde muazzam bir kavramsal zenginlik olduğu görülür. Zamanın şartlarının dayatmaları olmasa da diğer klasik kelâmcılar gibi Bediüzzaman da eserlerini Arapça yazabilseydi bilgi, dil ve belagat açısından nasıl bir formasyona sahip olduğu daha iyi anlaşılırdı.

Bediüzzaman ilâhî isim ve sıfatları ele alırken, en makul ve çağımız insanının anlayışına en uygun yöntemi seçer. Mâturîdî yaklaşımın esnekliklerinden yararlanarak, hatta onların sınırlarını biraz da aşarak Allah kavramını insan zihnine yaklaştırmaya çalışır. Meselâ Mâturîdî yaklaşımda tat, koku, zevk, elem, acı, kızgınlık gibi olgular Allah’ın dışındaki varlıklara özgü duyumsal şeyler olduğundan Allah hakkında kullanılamazken, Bediüzzaman Allah’ın şuûnâtını anlatırken, “lezzet-i mukaddese”den söz etmektedir. (Nursî, Sözler 1994: 570) Bu içtihadıyla Bediüzzaman, filozofların bu meseledeki yaklaşımını benimsemiş olur.

Allah’ın Rahman ve Rab gibi isimlerinin tecellilerini çokça nazara vererek, insanın ilâhî nimetler karşısında kendini teşekküre zorunlu hissetmesini sağlamaktadır. Sürekli insanların duyu verilerine hitap ederek, Allah’ın rahmet ve şefkatinin ne kadar geniş olduğunu anlatmaya çalışmaktadır. Bu bağlamda; dağ başlarındaki, denizlerin dibindeki yavruların şefkatle beslenmelerine dikkat çekerek, doğrudan insanın bozulmamış fıtratına yönelmektedir.

Bediüzzaman’ın üzerinde durduğu sıfatlar genellikle tartışmaya konu olmuş sıfatlardır. Hatırlanacağı gibi filozoflarla, Mu’tezile ve Zâhiriyeye mensup âlimler Allah’a sıfat atfetmenin doğru olmayacağını ileri sürerek Allah’ın ilim, kudret, irade gibi sıfatlarını inkâr etmekteydiler. Bunlara en ikna edici cevabı Gazâlî vermişti. (Duran, 1998: 134 vd.) Bediüzzaman, tartışmanın içine doğrudan girmeden bütün vurgusunu bu sıfatların tecellileri üzerine yapar. Burada kısaca onun ilim, kudret ve hikmet sıfatları konusundaki yaklaşımını özetleyelim.

Bediüzzaman ilâhî ilmin her şeyi kuşattığı gerçeğini, fizik dünyanın çok sayıda fenomenine atıfta bulunarak göstermeye çalışır. Allah’ın her şeyi kapsayan bir ilmi vardır. Hiç bir şeyin ondan gizlenmesi ve saklanması mümkün değildir. Perdesiz ve bulutsuz bir günde varlıkların güneş ışınlarından saklanması ve gizlenmesi mümkün olmadığı gibi, nurlu ilâhî ilmi karşısında da hiç bir şeyin gizlenmesi mümkün değildir. Güneş ve röntgen ışınları gibi varlıklar, “yaratılmış” (mahlûk) oldukları halde her şeye kolaylıkla nüfuz edebiliyorsa; vâcib, her şeyi kuşatan ezelî ilim haydi haydi her şeye nüfuz edebilir.

Risalelerde yine olgusal evrenden hareketle bu gerçeğin ispatına çalışılmaktadır: Varlıklarda görülen bütün hikmet, nizam ve intizam ilâhî ilme işaret eder. Her bir varlıkta müşâhede edilen sanatkârane tasvir ve mahirâne tezyin ve binlerce muhtemel şekil ve modelden en mükemmel ve en güzelinin tercihi, sonsuz derecede bir ilmi gerektirir. Aynı şekilde, bütün canlı ve cansız varlıklarda görülen verili miktarlar, ölçekler, belli bir amaç ve maslahata göre biçilmiş modeller ve gelişmiş bir pergelden çıkmış şekiller, yine her şeyi kuşatan bir yüce ilmi gösterir ve ona işaret eder. (Nursî, Sözler 1994: 507 vd.)

Bediüzzaman, “Küçük ve büyük ne varsa hepsi bir kitapta yazılmıştır” (Sebe/3) meâlindeki âyet-i kerimeyi tefsir ederken, ilâhî ilmin her şeyi nasıl kuşattığına başka bir delil olarak tabiattaki varlıkların vücuda gelme, yaşama ve çoğalmalarını gösterir. İlâhî ilim o kadar kapsayıcıdır ki; “(…) güyâ her bir bahar bir tek çiçek gibi, gâyet muntazam ve mevzun olarak, zeminin yüzüne bir Cemîl ve Celîl’in eliyle takılıp koparılıyor, konup kaldırılıyor.” (Nursî, Sözler 1994: 151) İncelemesini, çeşitli varlıklar üzerinde sürdürür: Her varlığa niteliğine uygun şeklin verilmesi, her canlının tam vaktinde rızkına kavuşması, yavruların en gelişmiş besin maddesi olan sütle beslenmesi, suya muhtaç bitkilerin yağmur suyu ile sulanması, her varlığın ecelinin belirlenmesi gibi olaylar da açık şekilde bir ilim ve şuurun belirtisidir.

Dikkat edileceği gibi, Bediüzzaman klasik kelâmcıların yaptığı gibi “mantıksal ya da Kur’anî açıdan Allah’a ilim sıfatının atfedilip edilmeyeceği” tartışmasına girmemekte, kelâmcıların bu konudaki yaklaşımlarını veri alarak evrendeki olgusal örneklere müracaat etmektedir. Bu konuda hemen hiç bir kelâmcıya nasip olmayan yüksek bir performans göstermektedir. Bu yoğun gayretiyle, çağın insanlarına ilâhî ilmin tecellilerini açık ve anlaşılır bir şekilde takdim edebilmektedir.

Bediüzzaman’ın üzerinde durduğu bir diğer ilâhî sıfat, irade sıfatıdır. Tabiattaki tüm değişim, dönüşüm, hareket ve faaliyet, doğrudan ilâhî iradenin tasarruf ve müdahalesiyle meydana gelmektedir. Ona göre, bütün mevcudat, her şeyi kapsayan bir ilâhî ilmi gösterdiği gibi aynı zamanda ilâhî iradeyi de göstermektedir. Şöyle ki; kâinattaki her varlık, özellikle canlılar için, sonsuz sayıda ihtimal ve seçenekten en uygun seçeneğin tercih edilmesi, çok sayıda yollardan mümkün olan en kolay yolun bulunması, çok sayıda mümkün şekiller içinden en güzel şeklin verilmesi doğrudan bir ilâhî iradeyi gösterir. Çünkü her şeyin varlığını ihata eden sonsuz ihtimaller içinde ve sel gibi akıp giden unsurlardan ve sürekli dağılıp savrulma eğiliminde olan atomlardan, hassas bir ölçü ve ince bir tartı ile gerçekleştirilen terkip küllî bir iradenin müdahalesi olmadan gerçekleşemez. Meselâ, en gelişmiş organlara sahip olan insan vücudunun bir damla sudan ve son derece gelişmiş becerilere sahip bir kuşun basit bir yumurtadan, yüzlerce farklı ünitelere sahip bir ağacın basit bir çekirdekten yaratılmaları, ilâhî kudret ve ilme olduğu kadar ilâhî iradeye de işaret ederler. Çünkü sonsuz mümkün durum ve terkiplerden, sadece bir terkip ve durumun seçilmesi, bir amaç, bir irade ve bir tercihle olabilir. Tercih, amaç ve irade ise bir tercih ve irade edeni gerektirir. (Nursî, Sözler 1994: 510-513)

Devamı haftaya