Bediüzzaman'ın tefsir anlayışı – II

Kur'ân'ı öne çıkarmak Bediüzzaman hiçbir konuda ümitsiz olmadığı gibi Kur'ân'ın öne çıkarılarak, hakikatlarını örten perdelerin kaldırılabilmesi konusunda da ümitsiz değildir.

Ona göre halkın nazarını doğrudan doğruya Kur'ân'a çevirmenin üç yolu vardır. Birincisi; müelliflerin hak ettikleri derin saygıyı tenkid ile kırmak Kur'ân'ı görmemize engel olan o perdeyi kaldırmaktır. Bu zülûmdür ve insafsızlıktır. İkincisi ise, selef âlimlerinin kitaplarında olduğu gibi, şeriat ve fıkıh kitaplarını birer tefsir şekline çevirip içinde Kur'ân'ı göstermektir. Meselâ, bir adam İbn-i Hacer'in bir kitabına baktığı zaman, Kur'ân'ın ne dediğini anlamak maksadiyle bakmalı, yoksa "İbn-i Hacer ne diyor" diye bakmamalıdır. Üçüncü bir yol ise, ehl-i tarik'in yaptığı gibi, halkın nazarını o perdenin üstüne çıkarıp Kur'ân'ı göstermektir.20

Bediüzzaman bu meseleyi yazdıktan sonra bir gece rüyasında Hz. Peygamber'i (asm) görür. Rasulüllah (asm), kendisine Kur'ân getirildiği sırada kıyam ederler. Bediüzzaman der ki: "O dakikada şu kıyamın ümmeti irşad için olduğu birden hatırıma geldi. Bilâhere bu rüyayı sülehay-ı ümmetten bir zata hikâye ettim, şu suretle tabir etti: Bu büyük bir işaret ve beşarettir ki, Kur'ân-ı Azimü'ş-şan lâyık olduğu mevki-i muallayı bütün cihanda ihraz edecektir."21

Tefsirin kısımları

Bediüzzaman Risâle-i Nur'un bir çok yerinde tekrar ile "Risâle-i Nur Kur'ân'ın çok kuvvetli, hakikî bir tefsiridir" der. Risâle-i Nur'un bilinen tefsirlerin tarzında bir kitap olmadığını gören bir kısım hocalar ve bazı muhalif insanlar ise "Risâle-i Nur bir tefsir değildir" demişlerdir. Bediüzzaman bu itiraza açıklık getirmek için iki kısım tefsir bulunduğunu ifade eder. Özetle şöyle der:

"Birisi malûm tefsirlerdir ki, Kur'ân'ın ibaresini ve kelime ve cümlelerinin mânâlarını beyan ve izah ve isbat ederler. İkinci kısım tefsir ise, Kur'ân'ın imanî olan hakikatlerini kuvvetli hüccetlerle beyan ve izah ve isbat etmektir. Bu kısmın pek çok ehemmiyeti vardır. Zahir malûm tefsirler bu kısmı bazen mücmel bir tarzda dercediyorlar. Fakat Risâle-i Nur, doğrudan doğruya bu ikinci kısmı esas tutmuş, emsalsiz bir tarzda muannid feylesofları susturan bir mânevî tefsirdir."22

Gerçekten de, Kur'ân'ın kelimelerini ayrı ayrı inceleyerek lûgat ve ıstılahî mânâlarını araştıran ve bu şekilde Kur'ân cümlelerine mânâ vermeye çalışan klasik tefsirler pek çoktur. Denebilir ki, çağımızda bu anlamdaki tefsirlere ümmetin ihtiyacı yoktur. Ancak çağın asıl problemi olan iman zaafına Kur'ân'dan reçeteler sunan tefsirlere şiddetli ihtiyaç vardır. İşte Risâle-i Nur, Kur'ân'ı Kerim'in asrımızın ihtiyaçlarına cevap veren ayetlerini tefsir etmiş ve bu konuda makûl çözümler üretmiştir.

Bediüzzaman "Kur'ân'ın bir kısmı diğer bir kısmını tefsir eder"23 düşüncesinden hareketle müfessirleri bu konuda uyarmaktadır. O'na göre Kur'ân'a tefsir yazmak kolay değildir. Zira Kur'ân'ı tefsir etmek isteyen bir kimse öncelikle Kur'ân'ın bir kısmının diğer bir kısmını tefsir ettiğini nazara almalı, Kur'ân âyetlerini doğru bir şekilde muvazene ve muhakeme etmelidir. Böyle yapmadığı takdirde Bektaşi'nin durumuna düşmekten kurtulamaz, diyerek Kur'ân'ın "kendi kendisini tefsir" özelliğini gözardı eden müfessirleri tatlı bir espiriyle tenkid etmiştir. Rivayete göre Bektaşi, namazı terk etmesine mazeret olarak "Kur'ân'da 'LA TAKRABU'S-SALAT' diyor, ilerisi için de hafız değilim" demiş ve hakikata karşı maskara olmuştur.24

Bediüzzaman'a göre müfessirler Kur'ân'ın hakkını vermelidirler ki, onların tefsirleri Kur'ân'ın kıymetini azaltmasın. Diğer taraftan, Kur'ân'ı bir biyoloji, ya da bir coğrafya kitabına benzeten ve Kur'ân'a yakışmayan bir üslûpla Kur'ân'a tefsir yazmaya çalışanları da tenkit ederek özetle şöyle der: "Belâgata uygun olmayan bir tarz ile Kur'ân'ı tevil etmek doğru değildir. Zira Kur'ân'ın mânâları hak olduğu gibi, ifade tarzı dahi beliğane ve ulvîdir"25 "Güya serbest herbir âyetin ekser ayetlere bakar birer gözü, müteveccih birer yüzü var. Kur'ân içinde binler Kur'ân bulunur ki, her bir meşreb sahibine birisini verir."26

Risâle-i Nur Kur'ân'ı öne çıkardı mı?

Bediüzzaman, meslek ve meşrebini azamî ihlâs üzerine bina etmiştir. Bu duruma göre kendi ifadesiyle, "değil benlik, enaniyet, dünya saltanatı da verilse baki bir mesele-i imaniyeyi o saltanata tercih etmek azamî ihlâsın iktizasıdır. Meselâ harb içinde, avcı hattında düşmanın top gülleleri arasında Kur'ân'ı hakimin tek bir âyetinin, tek bir harfininin, tek bir nüktesini tercih ederek o gülleler içinde Habip kâtibine "Defteri çıkar" diyerek, at üstünde o nükteyi yazdırmış. Demek Kur'ân'ın bir harfinin, bir nüktesini, düşmanın güllelerine karşı terk etmemiş."27

İşte Bediüzzaman, Kur'ân'ın bir tek harfinin bir tek nüktesi için ölümü göze alan bir müfessir edasiyle Kaynağın kudsiyetini muhafaza etmek için, yazdığı altı bin sayfalık Nur külliyatının Kur'ân'a ayna olmasını sağlamaya çalışmıştır. O bütün kitaplarında "mehazdeki kıdsiyetin muhafazası" prensibine bağlı kalmıştır. Kendi ifadesiyle şunları kaydeder: "Ben görüyorum ki, Kur'ân'ın hakikatlerine ait bazı kemâlât, o hakikatlere dellâllık eden vasıtalara veriliyor. Bu ise yanlıştır. Çünkü mehazin kudsiyeti çok bürhanlar kuvvetinde tesirât gösteriyor. Onunla ahkâmı umuma kabul ettiriyor. Ne vakit dellâl ve vekil gölge etse, yani onlara teveccüh edilse o mehazdeki kudsiyetin tesiri kayboluyor"28

Bu düşünceden hareketle bir çok yerde kendi nefsini ziyadesiyle yererek Kur'ân'a ve imana hizmet noktasında kendisinin de sadece bir nefer olduğunu göstermek ve Kur'ân'ı öne çıkarmak için azamî gayret sarfetmiştir. Bu arada, talebeleri tarafından kendisi hakkında beslenen bütün hüsn-ü zanları bu noktanın hatırı için te'vil etmiştir. Meselâ, kendisinden biyografisini isteyen Yeşil Salih adlı bir şahsa gönderdiği mektupta tevazuun zirvesinde olduğunu gösterir ve şöyle der:

"Tarihe geçmek ve bu asır alimlerinin içinde kendi şahsımı nesl-i atiye göstermek ve bildirmek ne isterim ve ne de liyakatim var. Cenab-ı Hakk'a hadsiz şükrederim ki, beni kendime beğendirmemiş, dehşetli kusurlarımı bana göstermiştir. Yalnız bir cihet var ki, Risâle-i Nur bu vatana ve bu millete pek büyük menfaati, mahkemelerin ve ehl-i vukufun müttefikan kararlarıyla tahakkuk etmiş. Bu nokta-i nazardan, benim ehemmiyetsiz, bîçare, perişan ve çok kusurlu şahsiyetim değil, belki yanlız Kur'ân'ın malı olan Risâle-i Nur namına sizin suallerinize cevap için bazı işaretler ederim."29 Bediüzzaman, yine mehazdeki kudsiyetin muhafazası için bugüne kadar hiçbir müellifte görülmeyecek derecede büyük bir tevazu göstererek, telif ettiği Risâle-i Nur eserlerinin Kur'ân'ın malı olduğunu ifade ediyor. Risâle-i Nur'a itiraz eden bir hocanın itirazı sebebiyle yazdığı mektupta özetle şeyle der: "Bu zamanda milyonlar fedakârları bulunan meslek, dehşetli dalâlet hücumuna karşı zâhiren mağlubiyete düştükleri halde, benim gibi yarım ümmi ve daima tarassut altında bulunan bir adam, elbette dalâlete karşı galibane mukavemet eden Risâle-i Nur'a sahip olamaz ve onunla iftihar edemez. Belki Risâle-i Nur, doğrudan doğruya Kur'ân-i hakimin bu zamanda bir mucize-i maneviyesi olarak rahmet-i İlâhiye tarafından ihsan edilmiştir. O adam (kendisini kasdediyor), binler arkadaşıyla beraber o hediye-i Kur'ân'iyeye el atmışlar. Her nasılsa birinci tercümanlık vazifesi ona düşmüştür. Risâle-i Nur'un onun fikrî ve ilmî zekâsının eseri olmadığına delil, Risâle-i Nur'un öyle parçaları vardır ki, bazı altı saatte, bazı bir saatte, bazı on dakikada yazılan Risâleler var."30

Görülüyor ki, Bediüzzaman yazdığı eserlerin Kur'ân'a perde olmaması için ilginç bir üslûp ve yeni bir metod takip etmiştir. O'nun bütün amacı kaynağın kudsiyetine perde olmamak, aksine ayine olmaktı. Nitekim Risâle-i Nur'daki kuvvetin tesirini soranlara verdiği cevapta özetle şöyle diyor: "Şeref, icaz-ı Kur'ân'a ait olduğundan ve bana ait olmadığından bilâperva derim, yazılan Sözler tasavvur değil, tasdiktir. Teslim değil imandır. Marifet değil şehadettir, şuhuddur. Taklid değil tahkikdir. İltizam değil izandır. Tasavvuf değil hakikattır. Dâvâ değil dâvâ içinde bürhandır. Elhasıl yazılarımda ne kadar güzellik ve tesir bulunsa ancak temsilat-i Kur'âniyenin lemaatındandır. Benim hissem yalnız şiddet-i ihtiyacımla taleptir ve gayet aczimle tazarruumdur. Dert benimdir, deva Kur'ân'ındır."31

Bediüzzaman Kur'ân için yaşadı

Kur'ân'ın bir tek harfinin bir tek nüktesi için şehid olmayı göze alan Bediüzzaman Kur'ân için yaşamıştır, denebilir. O "Kur'ân'a ait her şey gözeldir, kıymetlidir. Zahiren ne kadar küçük olursa olsun kıymetçe büyüktür"32 düşüncesinden hareketle Kur'ân'ı öne çıkarmak, onu yüceltmek ve anlatmak için uzun bir ömür harcamıştır. O adeta Kur'ân'ı terennüm etmiştir. Çünkü ona göre Kur'ân kâinatın ruhu ve aklı hükmündedir. Kendi ifadesiyle şöyle der:

"Nasıl ki hayat kâinattan süzülmüş bir hülâsadır ve şuur ve his dahi hayattan süzülmüş hayatın bir hülâsasıdır ve akıl dahi hayatın halis ve safi bir cevheri ve sabit ve müstakil zatıdır. Öyle de, maddî ve mânevî hayat-ı Muhammediye (asm) dahi hayattan süzülmüş en safi hülâsasıdır. Belki maddî ve mânevî hayat-ı Muhammediye (asm) – asarının şehadetiyle- hayat-ı kâinatın hayatıdır ve Risâlet-i Muhammediye (asm) şuur-u kâinatın şuurudur ve nurudur ve vahy-i Kur'ân dahi, -hayattar hakikatının şehadetiyle- hayat-ı kâinatın ruhudur ve şuur-u kâinatın aklıdır. Evet, evet, evet… Eğer kâinattan Risâlet-i Muhammediye'nin nuru çıksa gitse, kâinat vefat edecek. Eğer Kur'ân gitse kâinat divane olacak ve küre-i arz kafasını, aklını kaybedecek; belki şuursuz kalmış olan başını bir seyyareye çarpacak, bir kıyameti koparacak."33

Kur'ân-ı Kerim'i kâinatın ruhu ve aklı kabul eden bir anlayışla tefsir yazan Bediüzzaman, yazdığı eserlerde Kur'ân'a ayine olmakla kalmamış, aynı zamanda Kur'ân mücevheratını teşhir eden bir dellâl olmuştur.

Kur'ân'a kimler tefsir yazabilir?

Başta da söylediğimiz gibi, ufku geniş olmayan ferdlerin anlayışından çıkacak bir eser bihakkın Kur'ân'a tefsir olamaz. Çünkü bir ferd Kur'ân'ın hitaplarına muhatap olan insanların halet-i ruhiyelerine, maddiyatlarına ve cami oldukları ilimlere tek başına vakıf ve ihtisas sahibi olamaz. Öyle ise Kur'ân'ın müfessiri, yüksek bir deha sahibi ve nafiz bir içtihada malik, velâyet sahibi bir zat olmalıdır. Bu şartlar ise bu zamanda ancak yüksek bir heyetin şahs-ı manevisinde bulunabilir. Yani Kur'ân ancak bu yüksek meziyetleri haiz olan bir şahs-ı mânevî tefsir edebilir. Denebilir ki, Risâle-i Nur böyle bir heyetin tefsiri midir?

Bediüzzaman bu soruya cevap veriyor. Kendisi Kur'ân'ı tefsir edecek yüksek bir heyetin zuhurunu beklerken, birden bire memleketi yıkacak bir zelzelenin arefesinde olduğunu fark etmiştir. "Bir şey tamamen elde edilmezse tamamen terk edilmez" düşüncesinden hareket eden Bediüzzaman ümmeti tefsirsiz bırakmamak için giriştiği teşebbüsleri şöyle dile getirir:

"Böyle bir zamanda acz ve kusurumla birlikte Kur'ân'ın bazı hakikatleriyle nazmındaki i'cazına dair bazı işaretleri tek başıma kaydetmeye başladım. Fakat Birinci Harb-i Umuminin patlak vermesiyle Erzurum'un ve Pasinler'in dağ ve derelerine düştük. O kıyametlerde, o dağ ve tepelerde fırsat buldukça kalbime gelenleri birbirine uymayan ibarelerle o dehşetli ve muhtelif hallerde yazıyordum. O zamanlarda, o gibi yerlerde müracaat edilecek tefsirlerin, kitapların bulunması mümkün olmadığından yazdıklarım yalnız şuhûdat-ı kalbiyemden ibaret kaldı. Bununla beraber, "İşaratü'l-İ'caz" adlı eserimi hakiki bir tefsir niyetiyle yazmadım. Ancak âlem-i İslâmdan ehl-i tahkikin takdirlerine mazhar olduğu takdirde, uzak bir istikbalde yapılacak tefsire bir örnek ve bir me'haz olmak üzere o zamanın insanlarına bir yadigâr maksadiyle yaptım"34

Daha sonraları savaştan kurtulan Bediüzzaman, cumhuriyetçilerin emriyle hapis ve sürgün hayatına mahkûm edilince arzu ettiği şekilde bir tefsir yazmaya veya yazdırmaya imkân bulamadı. Fakat Barla'nın dağ ve derelerine düşen Bediüzzaman, kamuoyunun bir tefsir beklediğinin bilincinde olarak Allah'ın lütfûyla ümmet için Risâle-i Nur'ları telif etmiş, böylece imana ve Kur'ân'a hizmet etmiştir. Ve Risâle-i Nur ehl-i tahkikin takdirlerine de mazhar olmuş bir tefsirdir. İkibinin üzerindeki mahkemenin beraat kararları ve bilirkişi raporları, Risâle-i Nur'ların büyük takdir topladığının en büyük ifadesidir. Hatta kendisi Afyon mahkemesi müdafaatında, Risâle-i Nurların hakikî tefsir türünün en kuvvetlisi ve en kıymetdarı olduğunu, ehl-i dirayet ve dikkat yüzbin insanın buna şahid olduğunu, Mısır, Şam ve Haremeyn-i Şerifeyn'in muhakkik âlimlerinin ve İstanbul ve sair yerlerin müdakkik hocalarının Nurları tasdik ettiklerini ifade etmiştir.35

Bediüzzaman'ın ifadesiyle "Risâle-i Nur, hükema ve ulemanın mesleğinde gitmeyip Kur'ân'ın bir İ'caz-ı mânevîsiyle herşeyde bir pencere-i marifet açmış, bir senelik işi bir saatte görür gibi Kur'ân'a mahsus bir sırrı anlamıştır ki, bu dehşetli zamanda hadsiz ehl-i ilhadın hücumlarına karşı mağlûp olmayıp galebe etmiştir."36

—SON—