Bediüzzaman'a göre Avrupa Birliği-1

1- GİRİŞ

İnsanlık âleminin sık sık alt üst oluşlarla yaşadığı, bazen epey bir mesafe alınmışken başa da dönülen beşeriyet devirlerini;

* Kabile/topluluk devri-yarı vahşi, yarı bedevî,

* Kölelik ve esirlik devri,

* Ücretli çalışma ve serbestiyet devri1 olarak tasnif etmek, dikkatleri yoğunlaştırıcı bir başlangıç olacaktır.

2- AVRUPA TARİHÇESİ

2.1. ESKİ AVRUPA

Eski Avrupa, Yunan medeniyeti ve Latin kültürüne dayanan, Hıristiyanlıkla değişim geçiren, Roma hukukuyla hukûkî temelleri atılan Avrupa’dır.

Yunan ve Roma medeniyetlerinde Doğu kültürünün derin izleri ve etkileri mevcuttur. Orta Çağda, tahrif olmuş kilisenin güdümüne giren ve fikrî özgürlüğünü yitiren dogmatik Avrupa, en karanlık devirlerini yaşamıştır. Bu karanlık devirde, içlerinde barış ve huzuru oturtamayan Avrupa arayış içerisine girmiş, sonuçta sömürgecilik anlayışını hâkim kılmışlardır. Çıkarların çatıştığı bu ortam ise, Avrupa’yı içinden çıkılması zor bir kaos ve iç savaş ortamına sürüklemiştir.

Bediüzzaman’ın; “Ecnebilerin cehli ve o zamanda vahşetleri ve dinlerine taassuplarıdır” cümlesinde yerini bulan ve Avrupa’yı karanlığa gömen bu devre eş zamanlı olarak İslâm medeniyetinde ise, fikrî bir aydınlık dönemi yaşanmaktadır. İslâm medeniyetinin, İspanya (Endülüs), Sicilya ve Balkanlar üzerinden Batı Avrupa’ya etki ve katkısı küçümsenemez.

2.2. YENİ AVRUPA (SON 300 YIL)

300 yıl öncesine kadar dogmatik bir anlayışın karanlıklarında kalan Avrupa, Rönesans ve reform hareketleri ile Doğu Medeniyetinden aldığı ilham sonucu, tahrif olmuş kilisenin etkisinden çıkmıştır. Özgür düşünce ve bilimsel yaklaşımlarla bilim ve san’at yönünde büyük atılımlara imza atmıştır. Ancak dini, hayattan uzaklaştıran seküler bir dünya görüşü yüzünden maddî anlamda kalkınan Avrupa, manevî bakımdan bir çöküşün eşiğine gelmiştir. Bununla beraber özgür düşüncenin gelişmesiyle demokrasi ve insan hakları ve hukuk anlamında ise, evrensel değerlere yakın bir sistem geliştirebilmiştir.

Avrupa’nın açmazları, Bediüzzaman’ın; “Marifet ve medeniyetin mehasini ile kırıldı, dağılmaya başlıyor” dediği sürece girdi. Ciddi anlamda olumlu değişimler geçiren Avrupa’da bütünleşme sürecine ivme kazandıran ilk oluşum 18 Nisan 1951’de Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu’nun (AKÇT) kurulmasıdır. Avrupa Kömür Çelik Topluluğu (AKÇT) Belçika, Batı Almanya, Lüksemburg, Fransa, İtalya ve Hollanda’dan oluşan 6 üye ile kuruldu. Bu ülkelerdeki kömür ve çelik sanayii ile ilgili alınan kararlar, bağımsız ve devletler üstü bir kuruma devredildi. Söz konusu kurumun ilk başkanı ise, Jean Monnet oldu. Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu’nu (AKÇT) kuran Paris Antlaşması (1951), Avrupa Ekonomik Topluluğu’nu (AET) ve Avrupa Atom Enerjisi Topluluğu’nu (Euratom) kuran Roma Antlaşmaları (1957), Avrupa Tek Senedi (1986) ve Maastricht Avrupa Birliği Antlaşması (1992), üye devletleri egemen devletler arasındaki geleneksel anlaşmalardan daha sıkı bir biçimde birbirine bağlayan AB’nin hukûkî temellerini meydana getirdi. Avrupa Birliği, 1995’te ekonomi, sanayi, siyaset, yurttaş hakları ve dış politika alanlarını kapsayan çok sektörlü bütünleşmenin en ileri safhasına ulaşmıştır. Avrupa Birliği, doğrudan uygulanma imkânı olan bir mevzuat oluşturabilmekte ve yurttaşları lehine özel haklar ihdas edebilmektedir.

Başlangıçta kömür ve çelik ortak pazarı kurulmasıyla sınırlı olan ve savaş ertesindeki günlerde savaşın galip ve mağlûplarını, eşitler olarak işbirliğinde bulunabilecekleri bir kurumsal yapı içinde bir araya getiren Topluluk, temelde barışı güvence altına almanın bir aracı olarak da algılanıyordu. Altılar’ın özellikle tarım ve ticaret politikaları olmak üzere, ortak politikaları 60’lı yılların sonunda yerli yerine oturmuştu. Altılar’ın başarısı Birleşik Krallık, Danimarka ve İrlanda’yı Topluluk üyeliğine başvurmaya yöneltti. Çetin bir pazarlık dönemini takiben, bu üç ülke 1972 yılında üyeliğe kabul edildiler. Üye devlet sayısını altıdan dokuza yükselten ilk genişleme ile birlikte, Topluluk sosyal, bölgesel ve çevresel konularda üstlendiği sorumluluklarla yeni bir derinlik kazandı. Böylece günümüzde 25 ülkeye varan ve hâlâ kapısında bizim de beklediğimiz AB’nin ilk genişleme hareketi de yaşanmış oldu.

Avrupa’nın aslında Türkiye’yi istemediği, ama boş bırakmak da işine gelmediğinden, menfaatleri doğrultusunda kuyrukta beklettiği yorumları sürekli yapılmaktadır. Bekleme odasındaki Türkiye’nin mi, yoksa ailedeki bir Türkiye’nin mi Avrupa’nın faydasına olacağı değerlendirmesi ayrıca incelenmeye muhtaç bir konudur.

Dönemin Avrupa Topluluğu Komisyon Başkanı Jacques Delors, “Tatilde inceledim, Avrupa’nın temelleri; Yunan kültürüne, Latin medeniyetine, Roma hukukuna, Hıristiyan ahlâkına dayanıyor. Türkiye bunların hiçbirinde yok. Onun için AT’ye giremez” veya “Biz Hıristiyan klübüyüz, başkası giremez” yolundaki-o zaman da çok tepki alan-söylemleri bugün dile getirmek ve savunmak hiçbir aklı başında Avrupalı liderin ne harcı, ne de düşüncesidir. Aynı Delors bugün, “Türkiye’nin üyeliğini reddetmek büyük hata olur. Medeniyetler çatışmasına zemin hazırlayacak tehlikeli sonuçlar doğurur” demektedir. Kohl ve Gencher gibi önemli figürlerin bile siyaset sahnesini terk etmesine, Türkiye aleyhine girdikleri polemiklerin sebep olduğu unutulmamalıdır. Türkiye aleyhtarı odaklar, bundan 25 yıl kadar önce Fransa Cumhurbaşkanlığı yapmış Valery Giscard d’Estaing gibileri sözcü olarak ancak bulabiliyorlar ve diğer Avrupa liderlerinden azar işitiyorlar.

Bugünkü Avrupa’nın temelleri ise, daha önce de vurgulandığı gibi, insan hakları, demokrasi ve serbest piyasa üzerine kuruludur. Kabuk kırmada Avrupa epey mesafe almıştır. Bir süre (24 Kasım 2002) önce İngilizlerin Pazar gazetesi The Observer’da dışişleriyle görevli Devlet Bakanı Denis Mac Shane, Liberation’da ise, Fransa eski başbakanlarından Michel Rocard, Avrupa’nin İslâmı Türkiye’nin AB üyeliği yoluyla kucaklaması ve Türkiye’nin bu vetirede cesaretlendirilmesi lâzım geldiği temasını işleyen birer makale yayınlamışlardır. Fransa’nın bir Müslüman hanıma bakanlık koltuğu sunması, İngiltere’nin ilk Müslüman büyükelçisini görevlendirmesi bu çerçevenin bir sonucudur.2

Bugün siyasî literatür ve medeniyet yapısını adlandırma anlamında kullanılan “Avrupa” terimi ile coğrafi kıt’a ismi olan “Avrupa” özdeşleşmiştir. Avrupalılar, bugün sahip oldukları, teknoloji ve bilim öncelikli devlet yapılanmalarının ve bunu hazmedecek demokrasi birikiminin uzun yıllara yayılmış maliyetini ödeyerek gelmiştir.

Karşımızda kendini sorgulayan, dinî taassubundan arınan, problemlerine yeni çözümler arayan, etnik çatışmaları bir dönem körükleyen ve acı sonuçlarından dersler çıkaran, eski acı tecrübelerinden yararlanarak daha adil ve hürriyetperver olan, bununla beraber parlamenter sistemi kurumsallaştıran bir Avrupa vardır.

3- AVRUPA BİRLİĞİ SÜRECİNİ OLUŞTURAN DİNAMİKLER

3.1. SANAYİ DEVRİMİ VE SONRASI

Buharlı makinenin İngiltere’de icadı ile birlikte elektrik ve telefonun icadı, buna paralel olarak da diğer bütün alanlardaki teknolojik devrimler, Avrupa Birliğine bir hazırlık dönemi olarak düşünülebilir. Kapitalizmin geliştiği bu süreçte; işçi hakları ve sendikalaşma, sosyal hakların artması belirtilebilecek hususlardır.

Sanayi devrimi ile birlikte, ekonomik anlamda yeni kaynaklar bulma maksadıyla sömürgecilik anlayışına girilmiştir. Bu sırada sömürgeciliğin de getirdiği zenginlik, silâhlanmayı arttırmış ve devletler arasında çıkar çatışmaları da tetiklendiğinden, bu durum büyük savaşlara yol açmıştır.

Avrupa Medeniyetini tetikleyen unsurları kısaca şu başlıklar altında inceleyebiliriz:

1) Arazinin darlığı ve nüfusun kalabalıklığı sebebiyle insanların, yeni kazanç alanları bulma çabaları,

2) Buharın keşfi, üretim teknolojisine başlama, tarım toplumundan sanayi toplumuna geçiş, san’at ve tekniğe yönelme,

3) Kan damarları hükmündeki akarsuların bol ve nakliyata elverişli olması,

4) İklimin soğuk olması sebebiyle insanların sıcak iklimlerin heyecanlı yaratılışı yerine, soğukkanlı bir yapıya sahip olmaları,

5) Kömür ve demir başta olmak üzere, sanayi devriminin temelini teşkil eden madenlerin bolca bulunması,

6) Sömürgeleştirilmiş toprakların kaynaklarının açgözlüce akıtılması, (Anwers’teki atölyeler için, eski Belçika Kongosu Zaire’nin elmas madenleri 90 yıl yetecek kadar limana taşınmış, Avrupa’nın fukarası Portekiz bile, Angola ve Mozambik’in 1976’da istiklâliyetini kazanmasıyla, sömürgelerini en son terk eden ülkeler arasına girmiştir),

7) Emek mücadelesi ve sendikalaşma, kapitalizmin sadece kazanç odaklı baskıları,

8) Kiliseyi yönetimden alaşağı eden Rönesansı yapabilmiş olmaları.3

3.2. İKİ DÜNYA SAVAŞININ ÖĞRETTİKLERİ

Hayatı maddiyattan ibaret görerek maddî zenginlikleri elde etmek adına insan hayatını bile hiçe sayan anlayışa sahip olan Avrupa’nın bu menfî tutumu, insanlığa pahalıya mal olmuştur. Felâketle sonuçlanan iki büyük dünya savaşı Avrupa’ya büyük dersler vermiş ve bundan sonra devletler muvazenesinde savaşların bütün taraflar için pahalıya mal olduğu anlaşılmış, bu sebeple ortak bir düzen sağlamak, barış ve huzuru temin etmek için birlik olmak fikri önem kazanmıştır.

Bediüzzaman’ın da belirttiği gibi; “İki dünya savaşında insanlık öyle bir kustu ki, yeryüzünü kanla bulaştırdı.” Bu gerçek, artık Avrupa’nın büyük devletlerine milyonlarca insanın ölmesine sebep olan savaşların tekrarlanmaması konusunda barışı adeta dayattı.

Sömürgeciliğin acı tecrübeleri sonucu gelinen nokta:

1- Sömürülen halkların dünya barışını tehdit etmeleri,

2- Irkçılığın çatışmacı mizacının verdiği zararlar,

3- Kolektif düşünmenin ve ortak çözüm üretmenin gerekliliği,

4- Emek aleyhine işleyen sermayenin aldığı tepkiler,

5- Gelir adaletsizliğini adil bir dengeye dönüştürme çabaları,

6- İnsânî değerleri ortak hedef kabul etme zarureti,

7- Temel hak ve hürriyetlerin vazgeçilmezliğini ortaya koyma iradesi,

8- Dünya barışına katkı yapacak ülkeler arası organizasyonlar kurma girişimlerinin kaçınılmazlığı,

3.3. AVRUPA ÖZNESİNDE BİRLİK

Birlik arayışına giren Avrupa’nın süper güçleri, ortak noktaları olan “Avrupalılık” çatısı altında beraberce hareket etmeye karar vermişlerdir. Bu arada Amerika’nın dünya dengeleri üzerinde aktif hale gelmesiyle birlikte Avrupa devletlerinin bütünleşmesi siyâsî dengeler kurmak bağlamında daha da önem kazanmıştır.

Millî bazdaki bazı yetkilerin, millî hükümetlerce bir üst kimlik olan Avrupa Birliğine devri Avrupa Birliğinin temel mantığını oluşturur. Burada yapılan, millî kimliğini korumakla beraber bir üst kimlik olarak da “Avrupalılık” kimliğinin benimsenmesidir. Yani bunu, ülke ve ırk eksenli liderlik yerine, kurumsal liderlik, anlaşma noktalarını güçlendirme ve örgütsel şemsiye altında beraberlik, din ve medeniyet havzasında yeni yüzyılın katılımcı demokrasisi içinde “biz” entegrasyonunda kendini hissetmek olarak açabiliriz.

Bu süreçte, yeni ülkeler kültürel coğrafyayı zenginleştirdiği gibi, statik yapıyı değişim dinamiklerine dönüştürmektedir. Her ülkenin farklı öncelikleri ve değişen toplum talepleri karşısında çözüm bulma ve Avrupa Birliğine entegrasyon sürecini devam ettirme çabaları, sürekli ödevine çalışan ve çözüm üreten büyük bir aileyi ve âkiller takımını aktif halde tutmaktadır. Beraber düşünme arzusu ve ortak akla emanet edilmiş çözümler, dünyanın farklı kıt’a ve bölgelerinde birlik projelerine yöntem katkısı yapmakta ve başka entegrasyonlarda da kurumsal temsillerin ve demokratik katılımların başarılmasına örnek olmaktadır.

3.4. DİNAMİKLERİN ETKİNLİĞİ

Avrupa’nın temel dinamiklerinin başında dînî ve kültürel değerler gelmektedir. Sonraları siyâsî ve ekonomik birlik daha etkili olmaya başlamıştır. Eski Avrupa’da kilise çatısı altında bir birlik anlayışı (Haçlı zihniyeti) hâkimken, yeni Avrupa düzeninde, Katolikliğin etkisini yitirmesi, Protestanlığın, Ortodoksluğun ve ateistliğin ortaya çıkmasıyla birlik dinamikleri de değişmiştir. Artık dînî birliktelikten ziyade, ekonomik ve siyâsî birliktelikler ön plana çıkmaya başlamıştır. Hak ve hürriyetler, demokrasi ve birey merkezli düşünceler yükselen değerler haline gelmiştir.

Yeni Avrupa’nın bu yapılanması, birliğin ana dinamiklerine ekonomik üstünlük ve siyâsî açılım getirmiştir. Buna mukabil, toplumun ahlâkî dejenerasyonu ile birlikte dînî değerleri aşınmış ve mutsuz bir sosyal yapı baş göstermiştir. Bir anlamda ekonomi ve sanayide elde edilen dönüşüm ve sonuçları, sosyal tahribi engelleyememiştir. Bireyci ve bencil yapıyı, toplumsal fedâkârlığa dönüştürememiştir. Sahip olduğu demokrasisini, kıt’ası dışındaki ülkelere yansıtmada gereken duyarlılığı göstermemiştir. Buna göre yeni demokrasi laboratuvarlarına ihtiyaç duyulmuştur. Türkiye bu yönüyle Avrupa için iyi bir öğrenme merkezidir. Avrupa Birliği, korumacı ve yaşlı Avrupa psikolojisinden çıkarak, bu eşiğini aşması halinde, dünya entegrasyonunda ötekini fark etme ve onlarla birlikte ortak değer üretme noktasına gelmiştir. İslâm dünyası ile Türkiye üzerinden sağlanacak olan “ara söz” olma olgusu, Avrupa’nın faaliyet ve duyarlık parametrelerini arttıracaktır.