Bediüzzaman ve Ekonomi

Bediüzzaman sosyo-ekonomik konularla ilgili yaklaşımını, i’lâ-yı kelimetullah bağlamında geliştirir. Ona göre, daha önceki çağlarda i’lâ-yı kelimetullah daha çok silâh gücüyle sağlanıyordu, ancak bu çağda sosyo-ekonomik gelişmeyle sağlanabilecektir. Bunun için ekonomik gelişmeyi sağlayarak, yeni bir medeniyet kurmak gerekir. Sosyo-ekonomik gelişmeyi sağlayabilmek için Müslümanların üretim ve tüketim alanında çeşitli vasıflarla donanması gerekir ki bunlar, üretim alanında "şevk" ve hikmet", tüketim alanında da "kanaat" olarak ifade edilebilir.

Üretimde "Şevk" ve "Hikmet"

"Şevk", ihtiyacın üst derecesini ifade eden bir istek ve arzu düzeyidir. Nitekim Bediüzzaman da bir ifadesinde "Muzaaf ihtiyaç iştiyak ve muzaaf iştiyak incizaptır" diyerek bu manaya dikkat çeker. (Nursî, Sözler 1994: 487)

Bediüzzaman’a göre her insanın mesleğine ve icrasına karşı her türlü atâlet, tembellik ve uyuşukluktan uzak, ciddî bir şevk içinde bulunması, son derece dinamik ve faal olması gerekir. Müslümanlar, ahiretin mezrası olduğu yaklaşımından hareketle dünya işlerinin bir ibadet aracı ve i’lâ-yı kelimetullaha ulaşmak için bir basamak olduğu bilinciyle hareket etmelidir. Bediüzzaman, zamanımızda sanayileşme ve ekonomik gelişmeyi Müslümanlar üzerine yüklenmiş bir vazife olarak değerlendirmektedir. (Nursî, Dîvân-ı Harb-i Örfî 1993: 28-29)

Şevkin en önemli kriterleri, yüksek teşebbüs gücü ve kişinin mesleğiyle bütünleşmesidir. Yani insanın ileri derecede bir müteşebbis kimlik ve ruhiyatına sahip olmasıdır. "İki gününü müsavi" yapmayacak şekilde sürekli bir faaliyet ve dinamizm içinde bulunmasıdır. Bediüzzaman’a göre Müslümanların son yüzyıllarda ekonomik ve ticari açıdan geri kalmalarının ve sefalete düşmelerinin temel nedenlerinden biri, bazı kesimler tarafından onlardaki çalışma şevkinin kırılmasıdır. Oysa, "İnsan için ancak çalıştığı vardır" diyen âyetle, "Çalışan, Allah’ın dostudur" haberini veren hadis insanları çalışmaya teşvik etmektedir. Buna rağmen, bazı vaizler yanlış telkinleriyle çalışma şevkini zedelemiş, neticede Müslümanlar ileri derecede bir "tembelâne tevekkül" hastalığına yakalanmışlardır. Çalışma arzusunu kıran vaizler Orta Çağ zihniyetine sahip olan gerici kimselerdir; çünkü onlar bu zamanda i’lâ-yı kelimetullahın ancak ekonomik gelişmeyle olabileceğini bilememekte ve dünyanın ahiretin tarlası olduğu gerçeğini anlayamamaktadırlar. Daha da önemlisi, Orta Çağ ile yaşadığımız çağın gereklerini ayırt edememektedirler. (Nursî, Münazarat 1996: 77-78)

Bediüzzaman, "tevekkül" kavramına Müslümanların genellikle yüklediğinden daha değişik anlamlar yükler. Ona göre, sebepler dünyasında sebeplere başvurmamak tembellik, sebeplere başvurduktan sonra sonucu kabul etmek tevekküldür. Bütün sebeplere başvurduktan sonra kısmetine düşeni benimsemek ise kanaattir. Kanaat, insanın çalışma eğilimini güçlendiren bir tavırdır. İnsan sürekli daha fazlasını elde etmeye gayret etmelidir, çünkü mevcutla yetinmek himmetsizliği gösterir. Çalışmak, kazanmak vs. gibi fıtrî kanunlara karşı ihmalkârlığın cezası da fakirlik ve sefalettir. (Nursî, Mektûbât 1994: 461)

Çalışma şevkinin ikinci özelliği, mesleğiyle bütünleşmek, Bediüzzaman’ın ifadesiyle "fenâfi’s-sanat olmaktır." (Nursî, Muhakemât 1999: 56) Her insanın mesleğiyle bütünleşebilmesi ve onda fani olabilmesi da kişinin kendi istidat ve kabiliyetine uygun meslekleri tercih etmesi ve o mesleklerde uzmanlaşmasına bağlıdır. Aksi takdirde sonuç kaçınılmaz biçimde olumsuz olacaktır.

Çalışma şevkinin bir diğer yansıması, kişilerin ileri derecede bir teşebbüs ruhuna sahip olmasıdır. Bunun tezahürü ilk olarak, insanların kendi mesleğini ve mesleğinin inceliklerini en iyi ve en sağlıklı bir şekilde kavraması, benimsemesi ve geliştirmesidir. İ’lâ-yı kelimetullahın gerektirdiği meslek zihniyeti, her zaman yeniliklerin peşinde, dinamik ve hareketli bir hayat tarzını öngörmektedir. Yoksa durgun-kapalı bir meslek ahlâkıyla babadan ve dededen gördüğü şekilde meslek icra edilmesi, durgun bir meslek ahlâkını ifade eder ki, böyle bir anlayışla i’lâ-yı kelimetullahın gerektirdiği gelişme trendi sağlanamaz.

Sosyo-ekonomik gelişmenin ikinci önemli unsuru, "hikmet"tir. Hikmet, İslâmî literatürde "akıl, söz ve hareketteki uygunluk"; "ilim, adalet ve ahlâkın birleşmesinden doğan değerli sıfat" gibi anlamlara gelir. (Geniş bilgi için bkz. Elmalılı H. Yazır, 1979: II/913-929) Bediüzzaman da "hikmet" kavramını, her şeyde en hafif sureti, en kısa yolu, en kolay tarzı, en faydalı şekli takip etme; israfsızlıktan, anlamsızlıktan ve faydasızlıktan uzak durma; iktisatlı olma gibi anlamlarda kullanır. (Nursî, Lem’alar 1994: 310)

Elmalılı ve Bediüzzaman’ın genel yaklaşımından hareketle hikmeti; "Niyet, plan ve kararda tüm bilimsel verileri kullanarak optimaliteyi arama ve bulma" olarak tanımlayabiliriz. Genel olarak; üretim, tüketim, dağıtım, iş organizasyonu, ferdî ve siyasal ilişkiler, dinî karar ve faaliyetlerde her türlü hevâ, heves, temayül ve kitabî olmayan gelenekten uzak durarak, objektif, tutarlı, aklî, bilimsel ve rasyonel hareket edebilme süreci olarak da değerlendirebiliriz. Tüm boyutlarıyla olmasa da bazı cepheleriyle hikmet, Weberyen anlamdaki "rasyonalite" ile paralel yönlere sahiptir. Özellikle keyfîlikten uzak, bilimsel ve objektif olma noktalarında Weberyen rasyonalite ile geniş ölçüde kesişir.

Weber’in öngördüğü gibi, toplumların her türlü doğa üstü kaynaklardan bağımsızlaşarak sadece aklının ve deneylerinin ışığı altında hayatını düzenlemesi anlamında değilse de, Bediüzzaman da özellikle yeni çağda insanların daha önceki çağlarda olduğu gibi his, hevâ ve temayülle değil, ilim, akıl ve bürhanla hayatlarını düzenleyeceklerini öngörür. (Nursî, Muhakemât 1999: 42)

Bediüzzaman’a göre hikmete uygun hareket edebilmek için, zaten akıl ve mantık dini olan İslâm’ın mensupları olan Müslümanlar, sür’atle kitabî olana dönmeli, geçen asırların dayatmalarından kaynaklanan akıl ve mantık dışı davranış ve yaklaşımlardan sıyrılmalıdırlar. İslâm’ın aklî cephesini vurgularken şunları söyler: "Biz Kur’an şakirtleri olan Müslümanlar, bürhana tabi oluyoruz; akıl ve fikir ve kalbimizle hakaik-i imaniyeye giriyoruz. Başka dinlerin bazı efradları gibi, ruhbanları taklit için bürhanı bırakmıyoruz. Onun için; akıl ve ilim ve fen hükmettiği istikbalde, elbette bürhan-ı aklîye istinad eden ve bütün hükümlerini akla tesbit ettiren Kur’an hükmedecek(tir)." (Nursî, Hutbe-i Şâmiye 1995: 33)

Üretim sürecinde hikmet, verimli bir üretimi ifade eder. Yani en az girdi ile en fazla hasıla ve üretimi gerçekleştirmeyi öngörür. Bediüzzaman’ın sürekli vurguladığı gibi, hikmet prensibi kâinatta açıkça görülmektedir. Cenâb-ı Hak kâinatı mükemmel bir fabrika gibi yaratmıştır ve bu fabrika olabilecek en optimum verimlilik düzeyinde çalışır. Küçücük bir incir tanesinden (girdi), tonlarca incir ürünü elde eder (hasıla). Bir atom parçasının içinde yine tonlarca nükleer enerji depolar.

Üretimde hikmete ulaşabilmek için Bediüzzaman’a göre yapılması gereken şey, işbölümü ilkesini hakim kılmaktır. Üretim sektörlerinde branşlaşırken her insanın kendi kabiliyet, eğilim ve kapasitesine uygun branş veya mesleklerde uzmanlaşması; toplum tarafından çok itibar da edilse, kabiliyetine uygun olmayan mesleklerde çalışmamasıdır.

Bediüzzaman’a göre, insanların kabiliyet ve istidadına uygun mesleklerde değil de, toplum tarafından itibar edilen mesleklerde çalışmayı tercih etmeleri, yaratılış kanunlarına doğrudan itaatsizliği de ifade eden patolojik bir durumdur. Böyle bir yapılanmanın sonucu, doğal olarak toplumsal başarısızlık, hatta yıkım olacaktır. Osmanlının son dönemlerinde medrese eğitiminin çökmesi böyle bir yapılanmanın sonucunda olmuştur. (Nursî, Muhakemât 1999: 56)

Ekonomik gelişmenin sağlanabilmesi için üzerimizden atılması gereken başka bir toplumsal zaafımız da "devlet kapısına bağımlı" olmaktır. Bediüzzaman insanımızın "âmiriyet ve memuriyet belası"ndan sür’atle kurtulması gerektiğini söyler. İ’lâ-yı kelimetullaha giden yolun sanayi, ticaret ve teknoloji sektörlerinin geliştirilmesi ve yaygınlaştırılmasından geçtiğini, dolayısıyla kişisel plan ve stratejileri bu istikamette belirlemek gerektiğini savunur. Ekonomik açıdan doğal olmayan, tembelliğe müsait ve gururu okşayan memuriyeti tercih edip belamızı bulduğumuzu vurgular. (Nursî, Münazarat 1996: 78)

Dikkat edileceği gibi Bediüzzaman her türlü devlet işinde çalışmayı, servet birikimi ve ekonomik gelişme açısından uygun bulmaz. İmparatorluk asırlarımızın sosyal ve siyasal dayatmalarının, insanımızın ruh derinliklerine şırınga edip sindirdiği "amiriyet", "ağalık", "beylik" ve "paşalık" tutkuları ister istemez, doğal ve verimli kazanç yollarını geniş ölçüde ihmal ettirip, "ikbal" ve "istikbal"i devlet kapısında aramalarını zorlayacaktı. Bu doğal olmayan yapılanmanın sonuçları ise, sosyo-ekonomik alanda beklendiğinden daha tahrip edici olmuştur.

Bediüzzaman’a göre ekonomik gelişme için en doğal yol; sanayi, ziraat ve ticarettir, memurluk ise ekonomik olarak verimsiz bir sektördür. Memurluğu kazanç vasıtası sayanlar, bir nevî dilencidirler; memurluk ancak millete hizmet için tercih edilebilir. Bu ilkenin tersine bizde genellikle memurluk tercih edildiğinden, en sağlıklı ve zeki çocuklarımızı yönetici olsun diye sanayi ve ticaretten aldık, onları da savaşlarda tahrip ettik; böylece hem neslimizi hem de servetimizi israf ettik. Eğer sanayi, ziraat ve ticaretin önemini anlamasa idik her şeyimizi kaybetmiş olacaktık. (Nursî, Münazarat 1996: 79)

Sonuç olarak Bediüzzaman; yeni bir uygarlık kurabilmek için ekonomik gelişmeyi gerçekleştirmek zorunda olduğumuzu, bunun için de insanlarımıza ciddî vazifelerin düştüğünü ifade eder. Ekonomik gelişme konusunda çağımızın insanları genel olarak hazır ve donanımlıdır, fakat gelişmenin sonuçlarını paylaşma konusunda isteksiz ve ilkesizdirler. Bediüzzaman’ın bu konuda en orijinal taraflarından biri de, insanların üretim sonrası safhada, yani tüketim sürecinde nasıl davranmaları gerektiğini ortaya koymasıdır.

Tüketimde Kanaat

Bediüzzaman üretimde verimlilik ve rasyonelliği önerirken, tüketimde de kanaati önerir. İnsanların gelirlerini israf etmelerine (savurganlık yapmalarına) karşı çıkar ve bunun fıtrî/ insanî bir davranış olamayacağını ispata çalışır. Bu tezini İktisat Risalesi’nde geliştirir ve "kanaat" ilkesine çok sayıda fıtrî duyguyu inceleyerek ulaşır.

Ona göre; insanın fıtratında çok önemli bir duygu mevcuttur, o da "nimete karşı teşekkür" duygusudur. İnsan ikram ve iltifatlara karşı teşekkür eden bir varlıktır. Herhangi bir kişi veya kurumdan hoşuna giden bir ikramla karşılaştığı zaman, o kişi veya kuruma karşı vicdanında derin bir teşekkür etme isteği hisseder. Teşekkür ederken de bundan engin bir haz alır. Edemediği zaman, eziklik duyar. Bediüzzaman duygular arasındaki bu derin fıtrî ilişkiyi keşfetmiş, iktisat ve kanaati insandaki teşekkür etme duygusuyla temellendirmiştir. İnsan, yaratıcısının kendisine verdiği sayısız nimetlerden istifade ederken ve onları kullanıp tüketirken, fıtraten yaratıcısına şükretmek ister. Şükretme ihtiyacı duyan insan, o nimetin değerini de doğal olarak bilir ve ona göre değer atfeder. O zaman bu nimetleri saçıp savurma yerine ince ve zarif bir ihtimamla tüketir.

Aynı insan nimetin yaratıcısına derin şükran duyguları taşıdığı gibi o nimetin kendisine ulaşmasında emeği geçen tüm vasıtalara da şükran hissi taşır. O zaman tüketici insan doğaya, doğanın unsurlarına ve diğer üretici insanlara da ayrı bir kalbî bağla bağlanır. Bu durumda Rabbiyle, içinde yaşadığı doğayla ve sosyal çevresiyle barışık bir insan olur.

İkinci önemli fıtrî duygu şefkat duygusudur. Şefkat; kanaat ve iktisadı şekillendiren, ona içerik kazandıran rafine bir duygudur. İnsan fıtraten müşfiktir, kendisinden daha güçsüzlere, açlara, açıkta kalmışlara karşı kuvvetli bir acıma hissiyle doludur. Böyle bir kişi, aç ve güçsüz insanların bulunduğu bir ortamda elindeki nimetleri saçıp savuramaz, vicdanı çürümemişse sadece kendi zevkini ve hazzını düşünemez.

Kanaati destekleyen bir diğer fıtrî duygu, ihtiram (saygı) duygusudur. İnsan saygılı bir varlıktır. Değerli ve anlamlı şeyler her zaman insanın saygısını kazanır. Yüksek şeylere karşı insan saygıda kusur etmemeye çalışır. En ufak saygısızlık karşısında derin bir mutsuzluk hisseder. Kendisine verilen tüm nimetlerin yüceliğini düşünerek onlara saygı duyar. Onları israf etmek onlara karşı kaba bir saygısızlıktır.

Diğer bir ilke izzet ilkesidir. İnsan izzetli ve onurlu bir varlıktır. İzzetinin kırılmasını önlemek için, bazen her şeyini feda edebilir. Bu nedenle izzetli kaldığı müddetçe insanlığını derinden hisseder, izzeti kırıldığı zaman ise insanlığından bazı şeyler kaybettiğini düşünerek kendini aşağı bir varlık olarak düşünmeye başlar.

İzzetli insan, elindeki gelir ve servetini iktisatlı kullanarak ve onlara kanaat ederek, mümkün olduğunca başkalarına karşı el açma durumuna düşmez. Müsrif ve savurgan insan ise, her zaman başkalarına el açmak durumunda kalır. Bediüzzaman’ın ifadesiyle iktisada riâyet, insanı mânevî dilencilik zilletinden kurtarır ve izzetli kılar. (Nursî, Lem’alar 1994: 143 vd.) Bu durum, hem birey hem de toplum için söz konusudur. Dikkat edilirse müsrif ve savurgan insanlar çevrelerine borçlanmaktan kurtulamadıkları gibi, müsrif toplumlar da başka ülkelere borçlanmaktan kurtulamazlar. Borçlanmanın bedeli ise, izzet ve bağımsızlığın yitirilmesidir. (Zaim, 1996: 549)

Çağımızda hazcılığın ve çıkarcılığın üzerine kurulmuş olan Batılı toplum yapısı, bunalımdan bunalıma sürüklenmektedir. Bu sistemde birey özgürlüğünü kaybetmiş, sadece bir tüketim kölesi durumuna indirgenmiştir. Çıkarcılık, sınıflar arası ve meslekler arası düşmanlıkları körüklemiş, insanlar birbirinin düşmanı haline gelmiştir. Aynı şekilde hazcılığın bir sonucu olarak, doğa ve doğal unsurlar birer birer tahrip edilmiş ve halen de edilmektedir. Bunun sonucunda insanlık, derin bir mutsuzluğa yuvarlanmıştır.

Bediüzzaman’ın yaklaşımlarından hareketle -bağımsız düşünme imkânını henüz kaybetmemiş Batılı düşünürlerin yaklaşımlarını da dikkate alarak- yeni üretim ve tüketim teorileri geliştirebilecek ve öyle anlaşılıyor ki, insanlığın kurtuluşu da geliştirilen bu teoriler sayesinde olabilecektir.