Bediüzzaman Said Nursî’nin Zülcenaheyn Fikri – 1

1878’de doğan Said Nursî, Osmanlı ilim muhitinde yetişen, Osmanlı dinî düşüncesini Cumhuriyet düşüncesine taşıyan düşünürlerden birisidir.

Ayrıca o, Yeni Said dönemine kadar bilfiil siyasetin içindedir. Dolayısıyla onun, felsefi tartışmalardan uzak kalması beklenemez.

Said Nursî’nin eserlerini taradığımızda, onun, zülcenaheyn (iki kanatlı) nitelemesini üç kişi için kullandığını görüyoruz. Birincisi Peygamberler ve Peygamber Efendimiz (asm), ikincisi İmam Rabbani olarak bilinen Ahmet Faruk Sirhindi ve Mevlânâ Halid Ziyaeddin, üçüncüsü Van’da kurmayı düşündüğü Medresetü’z-Zehra müderrisleridir.

Said Nursî’ye göre Peygamberler iki kanatlıdırlar (zülcenaheyn).1 Peygamber, Allah’ın “zülcenaheyn bir mebusu”dur. Bu mebusun bir kanadı “ubudiye-i külliye” ötekisi “risâlet” kanadı”dır. Peygamberlik ise, “Uluhiyetin kendini göstermesi”dir. Nursî bu durumu, ışık-güneş metaforuyla açıklar. Nasıl ki güneşin varlığı, ışık (ziya) vermeksizin mümkün değilse, uluhiyetin de peygamberleri göndermeksizin kendisini göstermesi mümkün değildir. Yani ışık güneşin kendisini göstermesi için nasıl lüzumluysa, aynı şekilde uluhiyetin kendisini göstermesi için peygamberler göndermesi lüzumludur. Zira ulûhiyet böylesine bir müzeyyen kâinatı yaratan kimsedir.2 Said Nursî, bu anlamlar yanında iki kanatlı (zülcenaheyn) kavramını Hz. Peygamber (asm) için, “abd” ve “resul” anlamında kullanır. Rabbini ubudiyet yönüyle tavsif ve tarif etmesi dolayısıyla abd; risâlet yönüyle Rabbinin ahkâmını Kur’ân vasıtasıyla cinlere ve insanlara tebliğ etmesi sebebiyle resuldür.3

Nursî, Onuncu Söz’de meseleyi, padişah-yaver benzetmesiyle açıklar. Padişah, bütün kâinata hükümrandır. Peygamber, onun yaveridir. Hz. Peygamber (asm) ise “yaver-i Ekrem”idir. Padişah, bu istek karşısında yaverinden, küllî saltanatını tanıtmasını, bütün kamunun terbiyecisi olduğunu, çokluk ve tikellik tabakalarında padişahın tek olduğunu (vahdaniyetini) ve hiçbir şeye muhtaç olmadığını (samediyetini) ilân etmesini istemektedir. Yaver, gerçekte bir mebustur ve iki kanatlıdır (zülcenâheyn). Yani, o yaver zat, “ubudiyet-i külliye” yönüyle çokluk (kesret) tabakalarının dergâh-ı İlâhîdeki elçisidir. Bu o yaverin birinci niteliğidir. İkinci niteliği, “kurbiyet ve risâlet” yönüyle dergâh-ı İlâhînin çokluk (kesret) tabakalarındaki memuru olmasıdır.

Padişah, sonsuz derecede bir “hüsn-ü zatî”dir, cemâlinin güzelliklerini ve güzelliğinin inceliklerini (letaif) aynalarda görmek ve göstermek istemektedir. Yani, yaver, bir vasıtadır. Bu yaver, hem bir habib resuldür. Ubudiyetiyle kendini padişaha sevdirir, padişaha ayna olur (âyinedarlık eder); hem resuldür, padişahı mahlûkatına sevdirir, cemâl-i esmâsını gösterir. Yine bu ayna ve elçi olan yaver, şaşırtıcı (acip) mucizelerle, garip ve kıymetli şeylerle dolu hazineleri, sarraf bir tarif edici ve vassaf bir teşhir edici vasıtasıyla halkın nazarlarına arz etmekte ve başkalarına ızhar etmektedir. Böylece bu resul, padişahın “gizli kemâlâtını” beyan etmektedir.

O resul yaverin, bir diğer özelliği öğretmen (muallim) olmasıdır. Padişah onu muallim tayin etmiştir. Bu muallim, padişahın sarayı olan kainatta görevlendirilmiştir. Padişahın sarayı olan bu kâinatta, değişmeler vardır. Değişmelerin maksat ve gayeleri vardır. Bu değişmeler, insanların aklına mevcudatla ilgili soruları getirmektedir. “Nereden geliyor? Nereye gidiyor? Necisin?” soruları, cevabı bilinemeyen, bulunamayan üç müşkül sorulardır. Bu soruların bilinemezliğini açacak olan bu öğretmendir. Bu padişah, insan türünü (nev-î insanı) şuur bakımından kesrete müptelâ, istidatça ubudiyet-i külliyeye müheyya suretinde yaratmış, muallim bir rehber vasıtasıyla onları kesretten vahdete yüzlerini çevirmek istemektedir. Bunlar, “vezaif-i nübüvvet”tir.

Anlaşıldığı gibi zülcenâheyn sahibi olan genelde peygamberler, özelde Peygamberimizin (asm) iki niteliği vardır. Birincisi bir mebus veya bir elçi olmaları, ikincisi “uluhiyetin göstergesi” olmalarıdır. Peygamber bir yönüyle ulûhiyet divanında, bir yönüyle mahlûkat âlemindedir. Ulûhiyet divanındaki yönüyle “elçi”, mahlûkat âlemindeki yönüyle “ayna”, “rehber” ve “muallim”dir. Bir yönüyle vahdette, bir yönüyle kesrettedir. Vahdeti bulamayanlara, vahdeti göremeyenlere ayinedarlık yapmaktadır. Bu yönüyle onun durumu padişahın varlığına kesin bir delildir (bürhan). Çünkü Said Nursî, Otuz Üçüncü Sözde Peygamberimizin (asm) zatının (zat-ı Ahmediye), tevhidin düşünen (nâtık) bir bürhanı olduğunu söyler. Bu bürhan-ı nâtık’ın iki kanadı vardır. Birincisi “risâlet”, ikincisi “velâyet” kanadıdır (cenah). Bürhan-ı nâtık olan bu peygamberin yaptığı iki şey vardır. Birincisi, “bütün hayatında bütün kuvvetiyle vahdaniyeti gösterip ilân etmesi”; ikincisi “âlem-i İslâmiyet gibi geniş, parlak, nuranî bir pencereyi, marifetullaha açması”dır. Said Nursî, İmam Gazâlî, İmam Rabbânî, Muhyiddin İbn Arabî, Abdülkadir Geylânî gibi milyonlar muhakkıkîn-i asfiya ve sıddıkîn”in bu pencereden baktığını, başkalarına da gösterdiğini söylemektedir.4

Said Nursî’nin, iki kanatlı kavramını ikinci olarak Ahmet Sirhindi ve Mevlânâ Halid Ziyaeddin için kullandığını söylemiştik. Kastamonu Lâhikası – Mektup No: 65’de âlimlerin kendisine ya rakip olduklarını veya teslimiyet içerisine girdiklerini söyleyerek, kendisine cübbe giydirecek ve üstadlık vaziyetini alacak kendilerine güvenen âlimler bulunmadığını belirtir. O sırada büyük evliyadan dört beş zat da vefat etmiş durumdadır.

Yani 56 senedir bu konuda icazet veren kalmamıştır. Halbuki Nursî, icazetin zahir alâmeti olan cübbeyi giymek ve bir üstadın elini öpmek, üstadlığını kabul etmek istemekte, böyle bir hakkı olduğunu ifade etmektedir. Böyle bir durumdayken Nursî’ye, bir asır öncesinde yaşamış, Mevlânâ Halid Ziyaeddin, bir vasıtayla “kendi cübbesini, cübbeye sarılan sarığı” giydirmek üzere hediye olarak gönderir. Halbuki Nursî, hiçbir hediyeyi kabul etmemektedir. Tek kabul ettiği, istisna hediye budur. Nursî, hediyeyi “icazet verme” olarak anlar ve hediyeyi kabul eder. Nursî’ye göre Halid Ziyaeddin, “iki kanatlı”dır ve peygamberin varisidir.

Ahmet Sirhindi, “iki kanatlı” ifadesini, yukarıda Nursî’nin işaret ettiği “ayna” için kullanır. Sirhindi, Nakşibend’in, “Meşayıhtan her birinin aynasında iki yön vardır. Benim aynam ise altı yönlüdür” dediğini aktarır ve “aynadan maksat, arifin kalbidir. Bu kalp, ruh ile nefs arasında perdedir. İki yönden maksat da ruh ve nefis yönleridir”5 şeklinde açıklama getirir. Yine Sirhindi’ye göre kâinatta detaylı olarak bulunan her şey insanda, insanda bulunan her şey kalpte bulunur. İnsan cilâlanıp nur ile aydınlanınca kâinata kalp cilâlanıp nur ile aydınlanınca insana ayna olur.6 Kâinat da zuhur (Allah’ın sıfatlarının görülmesi) için en büyük aynadır. Neticede kalp, Allah’ın sıfatlarının görüldüğü ayna olur. Ancak kalbin, ayna olabilmesinin şartı, nefsin eğitilip boyun eğdirilmesine bağlıdır. Yoksa kuds âleme uçuş gerçekleşmeyecektir. Çünkü Nefs, duyularla ilgilidir. İnsanın dünyaya bakan yönüdür. Kalp, ruh, sır, hafi ve ahfa ise insanın emir âlemine bakan yönüdür. Uçuş, her iki kanadın vahdetiyle mümkündür. Sirhindi’nin, insanın iki kanadıyla uçma metaforu, Mektubat’ında daha belirgindir.7 Sözgelimi Sirhindi’nin, “İki kanadı elde eden insanın, bu iki kanadıyla hakikat âlemine uçması mümkündür. Değilse, bu iki kanat olmadan insanın hakikat âlemine uçması mümkün değildir. Uçuş için gerekli olan iki kanattan biri zahir isimde, öteki batın isimdeki seyirdir. Kuds âlemine uçuş için gerekli olan ikinci kanattır. Zahir isimdeki seyri bütün detaylarıyla tamamladığın, batın ismin seyrini de Allah’ın yardımıyla tamamladığın zaman, uçuş için gereken iki kanadı da kazanmış olursun. Zahir ve batın isminin kanatları elde edildikten sonra uçmak müyesser olur ve yükselişler gerçekleşir”8 sözleri gibi.

Nursî, Münâzarât’ta, din ilimlerini vicdanın ışığı olarak tanımlar. Aklın ışığı ise medeniyet fenleridir. Yani felsefe, fen bilimleri, bilim ve teknolojidir. İkisinin karışımından ise Nursî’ye göre, hakikat tecelli etmektedir. İkisi birbirinden ayrıldıklarında veya ayırıştırıldıklarında ise birincisinden taassup, ikincisinden hile ve şüphe doğmaktadır. Buna göre medresede, özellikle de Medresetü’z-Zehra’da, iki kanatlı (zülcenâheyn) bilginler ders vermelidirler. Böylece intizam ve tefeyyüz, fen ilimlerinden din ilimlerine, fazilet ve diyanet, din ilimlerinden fen ilimlerine geçsin. Bu alış veriş (tebâdül) ile her bir ilim ötekine bir kanat verip “zülcenâheyn” olsun. Said Nursî’ye göre o gün için fen ilimlerinin öğretildiği yer, Daru’l-Muallimin, din bilimlerin öğretildiği yer medresedir. Halbuki olması gereken, Daru’l-Fünun’dur. Nursî’ye göre Daru’l-Fünun’da her iki ilim imtizaç halinde idi. Görüldüğü gibi Nursî, “iki kanatlı” kavramını, felsefe, fen bilimleri ile din bilimleri sahibi için kullanmaktadır. Buradaki kanatlardan her biri, bir bilim alanını oluşturmaktadır. Nursî’nin zülcenâheyn fikri, bu noktada, Sirhindi’den ayrılmaktadır. Bu ayrılık, Nursî’nin düşünce tarihindeki “iki kanatlı” kavramına getirdiği yeni bir açılımdır.

—DEVAMI HAFTAYA—