Avrupa Birliği'ne Nasıl Bakmalı?

AB Tamamlanmış Bir Yapı mı? İnşası Devam Eden Bir Süreç mi?

Şüphesiz bir şey hakkında karar vermeden önce, onu iyice incelemek ve tanımak sağlıklı bir sonuç için ilk dikkat edilecek şeydir, zaruridir.

Ancak AB'yi iyice incelemek, özellikle de tanımak, oldukça zaman alıcı ve zor bir iştir. Her şeyden önce AB olmuş bitmiş, tamamlanmış bir vakıa olmayıp, tarihin derinliklerinden gelip son asırda ortaya çıkan ve son 50 yıldır da şekli, istikameti ve boyutları tartışılmaya devam eden bir süreçtir. Halen ne olduğu ve gelecekte ne olacağını net bir şekilde belirlemek güçtür.1 Bilindiği gibi, Avrupa Çelik ve Kömür Birliği olarak ilk somut yapı ortaya çıkmış,2 daha sonra Avrupa Ekonomik Topluluğuna (AET) dönüşmüş, siyasi birliği hedefledikten sonra ise Avrupa Birliği (AB) adını almıştır. Kurucu altı ülkenin yanına yeni devletler eklenmiş, daha on beş yıl öncenin amansız düşmanı, Doğu Bloğunun komünist ülkeleri adaylık ve üyelik hakkını kazanmışlardır.3

AB'nin kriter ve şartları da değişmekte ve gelişmektedir. Hele AB mevzuatı halen ciltlere sığmayan ve her gün yenisi eklenen kompleks bir düzendir. Elbette ki, mevzuatın nasıl anlaşılacağı, nasıl uygulanacağı ve hep aynı kalıp kalmayacağı da başka bir sorundur. Ayrıca, mevzuat denizine dalmanın, tek tek ağaçlara bakmaktan ormanı görememek riskini de beraberinde getirdiği unutulmamalıdır.

AB tamamlanmış bir olgu olmayıp, bir vetire (süreç) olduğuna göre, sürecin esas belirleyicisi olan ve katılımcı her devletin nüfusuna nispetle teşekkül eden Avrupa Parlamentosuna ve diğer karar ve icra organlarına bir an önce girmenin, sürece etki edip lehine gelişmeler sağlamak isteyen katılımcılar için aciliyet arzettiği söylenebilir. Esasen bu gibi kurumların oluşum süreci tamamlansa da, statik bir hal almazlar, değişim ve gelişime açıktırlar.

AB Homojen ve Yekpare Bir Yapı mı?

Türkiye'den bakınca genel olarak Batının (Avrupa, Amerika), özellikle Avrupa'nın, bilhassa AB'nin, türdeş ve tek parça bir mahiyette olduğu zannedilir. Bir Doğulu veya Müslüman Türk olarak Batı veya Avrupa (AB) derken onların tamamının bir “öteki” olarak, aynı şeyleri düşündüğü, konuştuğu, yaptığı ve yaşadığı hissiyle doluyuzdur. Elbette, bir coğrafi yakınlık, bir kültürel benzeşme ve aynı dine mensubiyet gibi ortak yönleri önem arzeder. Fakat Doğudan değil de Batı’dan bakıldığında, onların da Doğu’yu mütecanis ve yekpare gördüklerini fark ederiz.

Dikkatli ve dahilden bakıldığında ise tek bir Doğu olmadığı gibi, tek bir Batı; tek bir İslam olmadığı gibi tek bir Hıristiyanlık olmadığını görürüz. Hıristiyanlık Batı’nın yaygın bir dinidir, fakat pek çok Batılı kendini Hıristiyan kabul etmez. Pek çok ateist, pozitivist, agnostik, bir Tanrı'ya inandığı halde Hıristiyanlığı kabul edemeyen insan olduğunu, kiliseye bağlılıkla Hıristiyanlığın aynı şey kabul edildiği Avrupa'da kilisenin devamlı cemaat kaybettiğini görürüz. Keza politik açıdan Yeşillerin, Sosyalistlerin, Hıristiyan Demokratların, Liberallerin Hıristiyanlık, İslamlık, Doğu ve Batı tasavvurları ve niyetlerinin oldukça farklı olduğunu görürüz. ABD ve Avrupa'da hem hükümet, hem de halkların farklı anlayışlarda olduğu ve Avrupa'da ABD hegemonyasına karşı ciddi bir tepki geliştiği, hatta AB'nin bir anlamda anti-ABD özellikler taşıdığı görülmektedir. Yeşiller ve Sosyalistler Türklere, İslam'a, Türkiye'nin AB üyeliğine sıcak bakarken, Hıristiyan Demokratlar Türklere mesafeli yaklaşmaktadır.

Yunanistan'ın eskiden karşı çıkarken şimdi Türkiye'nin üyeliğini desteklediğini, Yeşiller ve Sosyalistlerin tarihsel dogmatizmi çağrıştıran Hıristiyan Avrupa Birliğine karşı Müslüman Türkiye'nin çoğulculuğa katkı sağlayacağı gerekçesiyle Müslüman Türklerin AB'ye girişine sıcak baktıklarını görüyoruz.4 Avrupa tarih boyunca 30 yıl ve 100 yıl savaşları gibi mezhep, ulus ve iki dünya savaşına sahne olmuş, bu savaşları birbirine karşı yapmış, birbirini tüketmiş bir coğrafyadır. Ve AB idealinin temel saiklerinden biri de bitmek bilmeyen boğuşmalara son verip, küresel güçlere karşı kuvvetli olmaktır. Barış adası olmaktır.

AB Taraftarı ve Karşıtlarının Temel Argümanları

AB taraftarı olanların en temel argümanlarını; 1- Daha fazla özgürlük; demokrasinin gelişmesi ve hukukun üstünlüğünün sağlanması, 2- Ekonomik ve sosyal kalkınma, gelişme ve müreffeh toplum talepleri oluşturur.

AB karşıtları ise; 1- Ulusal egemenlik ve bağımsızlığın zarar görmesi, 2- Devletin resmi ideolojisi olan Kemalizm'in zayıflaması, 3- Hıristiyan topluluğunda Müslüman bir ülkenin çaresizliğini öne sürerler.

AB muhaliflerinden; Kemalizm'in zayıflamasından kaygı duyanlar ile Müslümanların çaresizliğini öne sürenler, paradoksal bir biçimde aynı zemine geliyorlar. Halbuki, Kemalizm'in zayıflamasından dindarlar, dindarlığın zayıflamasından Kemalistler yeni imkânlar elde edebileceklerdir. Dolayısıyla, bu iki ayrı gerekçe birbirini nakzeder. Aslında, milliyetçi muhafazakâr yaklaşımla ulusal egemenlik ve bağımsızlığın zarar görmesi argümanında buluştukları da söylenebilir. Burada da şu sorular akla geliyor: Biz halihazırda milli egemenliğini ve tam bağımsızlığını sağlamış bir durumda mıyız, seksen yıllık statüko başarılı mı?

Nimet-Külfet Dengesi

AB lehine ve aleyhine pek çok şey söylenebilir ve söylenmektedir. Biz yukarıda az bir kısmına değindik. Şu halde, AB'nin faydaları yanında zararları veya zararları yanında faydaları olduğunu kabul ediyoruz demektedir. Hatta denilebilir ki; Türk toplumunun daha önce hiç karşılaşmadığı bir takım sosyo-ekonomik kültürel bazı problemleri AB'ye girmekle ilk defa yaşayacak olması da muhtemeldir.5 Zira “Külfet nimete, nimet külfete göredir”. (Mecelle, 88. md) “Mazarrat menfaat mukabelesindendir. Yani, bir şeyin menfaatine nail olan onun mazarratına mütehammil olur.” (Mecelle, 87. md.) Bu kanun İslam hukukundan başka, Roma, Anglosakson, Hıristiyan ve Musevi hukuklarında da böyledir. Dahası, bu yasa sadece insanlar arasındaki hukuk yasası olmayıp, bütün kâinatta ve tabiatta geçerli olan bir yaradılış yasası, tabiat kanunudur. Mesela, fil serçeden çok daha büyük ve kuvvetlidir, ama hareket kabiliyeti de çok daha azdır. Ağaçların tek bir adım atacak kadar bile hareketleri yoktur fakat rızıkları su, güneş ve karbondioksit olarak gökten gönderilir, ayaklarına gelir. Buna karşılık zeki ve çevik maymun ve tilki gibi hayvanlar rızıklarının peşinde koşmaktan bitap ve zayıf kalırlar. Çünkü, bu, tabiata konulan ilahi bir denge olup, aynı zamanda akıl ve mantık kuralıdır.

Şu halde, AB bir avantaj ve nimet ise külfetleri de olacaktır, hatta külfetleri olduğuna göre nimetleri de kaçınılmazdır. Bu durumda, “AB'nin sadece faydası vardır, zararı yoktur”, ya da “sadece zararı vardır, faydası yoktur” gibi aşırı yaklaşımlar abesle iştigaldir. Zira, hiçbir yanlış ve batıl bir yol (ekol) yoktur ki, içinde hayatiyetini devam ettirecek bir hak ve hakikat bulunmasın.6

Avrupa Nasıl Bir Medeniyet?

Burada Batı medeniyetinin anatomisine bakmakta, nasıl bir medeniyet olduğunu tespitte büyük yarar var. Medeniyet tarihçilerine göre; Batı Medeniyetinin temelinin Yunan ve Roma kültürü ile Hıristiyanlık tarafından atılması, son iki yüz elli sene boyunca ise Batı'da görülen yegane şey kilisenin ve dolayısıyla dinin dışlanması ve hayatın sekülerleşmesi ve laikleşmesidir. Dinden uzaklaşmada baskın etken Hıristiyanlığın en sert ve katı görünümü olan skolastik evham ve zulümlerin Rönesans ve reform hareketleriyle karşılanması olmuştur. Bugün ortalama bir Batılı insan büyük bir manevi boşluk ve buhran içerisinde olup, “hiçbir insan ve toplumun dinsiz yaşayamayacağı” prensibince doğru ve hak bir dini fıtraten aradığını ve ona susadığını söyleyebiliriz.

Beri taraftan ön yargılar ve yanlış bilgilendirme olmadan tarihe baktığımızda; Avrupa ile İslam arasında sanıldığından daha derin ve güçlü bağlar mevcut olduğunu görürüz, Avrupa kültürüne Endülüs'çe yapılan katkılar yanında, Avrupa kültürüne beşiklik yapmış olan İtalyan kültüründeki Sicilya ve Napoli'ye İslam Medeniyetlerinin katkıları da az değildir.7 Keza bozulmamış saf bir Hıristiyanlık ve İncil'in, hatta Musevilik ve Tevrat'ın İslam'ın temel kabulleriyle çelişmeyeceğini bizzat Kur'an'dan öğrenmekteyiz. Müslümanlık, Hıristiyanlık ve Museviliğin kabul ettiği bütün Peygamberlere ve kitaplara iman edilmeden olabilen bir inanç da değildir. Kaldı ki, Kur'anî terminolojiye göre “İslam” sadece Hz. Muhammedin (asm) tebliğ ettiği din değil, Hz. Adem'den başlayarak bütün hak peygamberlerin de dinidir ve bu peygamberler ve tâbi olanlarına da “Müslüman” denir.8 Yani bu anlamda Hz. İsa'da bir İslam peygamberidir.9 Elhasıl, günümüzde en az iki Avrupa'dan söz edilebilir ve ikinci Avrupa'nın “Hıristiyanlık din-i hakikisinden neşet ettiği”ni söyleyebiliriz.10 Bunu kabul etmezsek Avrupa Medeniyetinde görülen birçok müspet ve iyi yönlerin de küfür ve dalalet eseri olduğunu söylemek gibi bir garabete düşeriz.11

Denilebilir ki; “Nasraniyet ya intifa veya irtifa edip İslamiyet'e karşı terk-i silah edecektir. Nasraniyet birkaç defa yırtıldı tevhide yaklaştı, tekrar yırtılmaya hazırlanıyor”. Bir hadiste “Hz. İsa nazil olup gelecek ümmetimden olacak, şeriatımla amel edecektir.” buyurulur.12 Biz de Hıristiyanlığın genel olarak tevhide doğru aktığını (tasaffi ve ihtida ettiğini) müşahede etmekteyiz.

Hurafelere boğulmuş Hıristiyanlığın laikleşmesi, Ruhbanın haksız ve tehlikeli iktidarını önledi. Sekülerleşmesi ise, hurafelerden arınması sonucunu doğurduğu gibi, pozitivizmi de doğurdu. Yani yukarıda zikredilen Mecelle 87. ve 88. maddelerdeki (hayat ve tabiattaki) nimet külfet dengesi burada da görülüyor.

Mantık, Hukuk ve Fıtrata Göre Durum

Son tahlilde hukukun, hatta mantığın temel ilkeleri açısından bir değerlendirme yapmak faydalı olacaktır.

Bilindiği gibi gelişmiş bütün hukuk sistemleri şöyle der; “Ameller niyete göredir”13 Türk halkı da tabii ki iyi niyetle, özgürleşmek ve sosyo-ekonomik kalkınma gayesiyle AB'yi istiyor. Fakat niyet tek başına talebi ve neticeyi haklı ve hayırlı kılmaz, metot ve yollar da isabetli olmalıdır. Şu halde, “AB'ye üye olmak zararlı mıdır, faydalı mıdır?” sorusuna, kabaca “hem zararları, hem de faydaları vardır” denileceğine göre, şu hüküm devreye girer; “def-i mefasid celb-i menafiden evladır”14 Yani, kötülük ve iyiliğin bir arada olduğu durumlarda iyilikten feragat edip, kötülüğe hiç bulaşmamak tercih edilmelidir. Yani, bu durumda AB'yi reddedip, zararlarından uzak durmak için, faydalarından da vazgeçmek gerekmektedir. Fakat burada da şöyle bir sorun ortaya çıkar. Zarar ve faydaların boyutları nedir? Eğer, zarar çok az, fayda ise çok fazlaysa, şu kural devreye girer: “Hayr-ı kesir için şer-i kalil-i irtikap etmemek, şer-i kesirdir”.15 Yani, büyük bir hayrın geleceği durumda, küçük bir şer'i işlememek için, büyük hayırdan uzak durmak, büyük şerdir. Şu halde, AB'ye girmenin hayr-ı kesir, mahzurların ise şer-i kalil olup olmaması, meselemizin nirengi noktasıdır denilebilir.

Ancak, burada “Ehven-i şerreyn ihtiyar olunur”,16 yani iki şerden daha az şerlisi tercih edilir kuralı hatırlanmalıdır. Zira, Türk insanı ya ulus devletin baskıcı, faşizan, üretemeyen, dünyaya kapalı resmi ideolojisinin boyunduruğunda olmak, ya da daha hür, demokrat ve müreffeh olmak tercihleriyle karşı karşıyadır. Ve maalesef kendi imkânları veya başka müttefiklerle de benzer bir sonuca ulaşmak alternatifi şimdilik görünmemektedir. Bu durumda AB bazı mahzurlarına rağmen, daha az mahzurlu olan bir zorunluluk sayılabilir.

Ehven-i şer'i tercih “sırf hayır”ı değil de iki şerden hafif olanı seçmek olduğundan, bir mutlak adalet uygulaması değil, izafi adalet uygulamasıdır. Ve ancak gerçekten de hayır seçeneği olmayıp iki şerle karşı karşıya kalındığı durumlarda söz konusudur. Yoksa, adalet-i mahzanın, “salt hayırın” tatbik imkanı olduğu durumda adalet-i izafiye uygulanmaz. Uygulanırsa artık izafi de olsa bir adalet değil, zulüm sözkonusudur. Dünya tarihi, hatta İslam tarihi bunun örnekleriyle doludur. Günümüzde de en kuvvetli eğilim budur. Fakat her nasılsa AB tercihi konusunda, adalet-i mahza veya hayr-ı mahz kıstasları esas alınmaya başlanmıştır. Halbuki, somut vak'a daha çok adalet-i izafiye veya ehven-i şer düzleminde ele alınabilecek bir konudur.17

Sonsöz Yerine

AB elbette bir ideal, ütopya ve dünya cenneti değil, fakat bir demokratikleşme ve kalkınma umudu ve çabasıdır.

AB karşıtları gerçekçi ve evrensel bir ölçekte değil, hissi ve ulusal bir ölçekte ve tepkisel davranıyorlar. Ciddi bir özgürlük korkusu var. Bir taraf hürriyet ve hukuk (haklar) umudu beslerken, diğer taraf, hürriyet ve hukuk endişesi besliyor.

Hiçbir şey özgürlükten ve insan gibi muamele görmekten daha değerli değildir.

Türk modernleşme projesi, ne toplum tarafından içselleştiriliyor ne de şimdi ilham kaynağı olan anavatanı (Avrupa) tarafından kabul görüyor. Hem kendi içinde paradoksal, hem de zamanını şaşırmış bir konsepte endekslenmiş olarak kendi sonunu hazırlıyor.18

Osmanlıdan bu yana reformlar ve değişim talepleri her zaman Batı'dan gelmiştir. Şimdi de değişim dışardan geliyor, ama tarihte ilk defa toplumsal ve sivil taleplerle dış konjonktür örtüşme halindedir. Mevcut statüko iç toplumsal talepler ile dış küresel baskılar arasında sıkışmış vaziyette bulunuyor.19

Elhasıl; “Eski hal muhal, ya yani hal veya izmihlal.”20