Ateizm ve Teröre Karşı İşbirliği

Son iki asır, inançla inançsızlığın, din ile dinsizliğin mücadelesine sahne olmuştur. 21. yüzyılda da aynı mücadelenin devam edeceği anlaşılmaktadır. Bizim de içinde yaşadığımız toplumlar, gittikçe artan bir şekilde temelinde doğru inançtan uzaklaşma ve sevgi eksikliği bulunan bir ahlaki çöküntü ile karşı karşıyadır. Bu ahlaki çöküntü bir çok alanda herhangi bir meşruiyet tanımamak, anarşi/terör, cinayet, soygun, zulüm, gaddarlık, ana-babaya, büyüğe küçüğe saygısızlık ve sevgisizlik, çevreyi tahrip şeklinde ortaya çıkmaktadır.

İnsanı insan olmaktan, toplumu toplum olmaktan çıkaran bütün olumsuz ahlaki davranışların altında inançsızlık ve sevgisizlik yatmaktadır. Bir başka ifadeyle inançsızlık sevgisizliği doğurmaktadır. Bu hem Allah'a, hem de O'nun yarattığı varlıklara karşı sevgisizliktir.1 Çünkü canlı olsun, cansız olsun her hangi bir nesneyi inandığı Allah'ın bir eseri olarak seven bir kimse o nesneye zarar verme düşüncesinde olamaz. Tam aksine o nesneye büyük bir ilgi ve alaka gösterir, önem verir, onu incitmekten olabildiğince kaçınır. Söz konusu sevgi nesnesi hele de insan olursa bu hassasiyet daha da artar. Ama nedense günümüz insanı canlı nesnelerden çok cansız nesnelere ilgi ve sevgi göstermektedir. Bu bağlamda insanın araçları bir amaç haline getirdiği görülmektedir. İşte esas insanı ürküten de budur. Bu görüşe göre sanayi devrimi, örgüt insanı, robot insan ya da homo consumer diye adlandırılan bir insan tipi ortaya çıkarmıştır. Bu adlandırılmayla mekanik olan her şeye aşırı ilgi duyan, buna karşılık canlı şeylere düşman olan "araç insan" kastedilmektedir. Böyle bir insanın hayatı yok etmek istemesi, kendini yok etmek istemesi anormal karşılanmamalıdır.2

Burada insanın nasıl kendi kendini ve insanları yok etme noktasına geldiği sorusu sorulmalıdır. Bunun cevabı şudur: İnsanoğlu, bilimsel hakikatin araştırılması süreci içinde tabiata hakim olmada yararlanabileceği bilgiye rastladı. Bu alanda büyük başarılar elde etti. Ancak tekniğe ve maddi tüketime tek taraflı ağırlık vermekle, kendisiyle ve hayatla olan bağını yitirdi. Dinsel inancını ve ona bağlı insanca değerleri yitirince, teknik ve maddi değerler üzerine yoğunlaştı; derin coşkular duyma kabiliyetini, bu duyguların getirdiği sevinç ve üzüntüyü duyma kabiliyetini yitirdi. İnsanoğlunun inşa ettiği makine öylesine gelişti ki, onun düşünme tarzını tespit eden yeni bir güç haline geldi.3

Maddeyi, teknik gelişmeyi en yüksek değer olarak kabul etme temayülü, "hayata saygı" yerine, hayata karşı umursamazlık duymaya yol açmaktadır. Böyle insanların gerçek dini, gizli bir tanrı gibi olan büyümeye körü körüne imandır. Bu sahte ilaha tapınıldığını gösteren en büyük alamet, Allah'ın erişilmez yüceliğine karşı insanın kendi kendisine yeterliliğini ve topluma karşı ferdiyetçiliği savunup göklere çıkarmaktır. İnsanın kendisine yeterliliği düşüncesi, onu her şeyin efendisi konumuna, yani İlah konumuna getirmeyi hedeflemektedir. "Ferdiyetçilik, o sözde Rönesans'tan bu yana, antik Grek sofistlerinin, 'insan her şeyin merkezi ve ölçüsüdür' vecizesine geri dönüştür. Böylece bir medeniyet iflas etmekte ve bir umutsuzluk kültürü doğurmaktadır. Bu düşünce hayatın anlamı olmadığı fikrine de kaynaklık etmektedir. Eğer hayatın anlamı yoksa, her şey meşrudur; cinayet bile! Ve bizler, fertler, gruplar, milletlerararası hayvanca şiddet gösterilerine teslim edilmişizdir."4

Bu değerlendirmeler, zenginleşerek kendisinde bir şeyler vehmeden insanın azgınlaştığını,5 insanın kendi hevasını, hevesini tanrılaştırdığını,6 gerçekten çok zalim olduğunu bildiren7 ayetlerin anlamlarını açıklar mahiyettedir. Bu ayetler inanç olmadığı zaman insanın şerrinin sınır tanımayacağını göstermektedir.

O halde kendini tanımadan önce madde dünyasına hakim olan insanlar, fikri ve ahlaki özelliklerini iyileştirmeyi başaramamışlardır. Bugün insanlık kolektif ve ferdi yaşayışını idareden aciz görünmektedir. Genel olarak insanlık bir bunalım geçirmektedir. Şimdiden herkes savaşlardan, terörden, hayatın ve kurumların düzensizliğinden, ahlak duygusunun toplumsal eksikliğinden, gelecek kaygısından, suçluların, canilerin yüklediği problemlerden bunalıyor. Bu dünyayı hayat kanunlarına göre yeniden kurmaktan başka bir alternatif gözükmüyor. Üstelik insanlar kişisel ve sosyal alışkanlıklarını değiştirip yenilemek zorundadırlar. Aksi takdirde modern toplumun yakın bir gelecekte eski Yunan ve Roma imparatorlukları gibi yok olup gideceğini söylemek kehanet değildir.8 Bu bağlamda Kur'an yer yüzünden ilahi hitapları yalanlamaları ve "mücrim" olmaları dolayısıyla nice toplumların yok olduğunu bizlere bildirmekte ve bizleri ikaz etmektedir.9

Buraya kadar söylenenlerden çıkan sonuç şudur: Sanayi toplumundan, teknoloji ve bilgi toplumuna geçmeye çalışan ülkelerde ekonomik özgürlüklerin ve bilimin pozitivist yorumunun etkisiyle Tek Allah inancı temelinden uzak, maddeye tapan insan merkezli bir dünya görüşüne sahip, bencilleşen, inanç ve ona bağlı değerlere hiç önem vermeyen birer toplum teşekkül ettirilmiştir. Yani Allah ile insan arasındaki bağ koparılmıştır. Bilimlerin gelişmesi bazı bilim adamların başını döndürmüş ve -haşa- "Allah öldü" demişlerdir. Aslında bununla ölen Allah değil, toplumu toplum yapan inanç, sevgi ve bunlara bağlı ahlaki değerlerdir. Toplumlarda yaşayan fertlerde inanç öldürülünce, bunun yerine bilimle imanla ortaya çıkan "üretim, servet ve lezzet tanrıları sistemi"10 konulmaya çalışılmıştır. Ropespierre'in yeni bir oluşturma çabası, Comte ve Marx'ın bu yöndeki çabaları boşa gitmiştir. Dostoyevski'nin artık Allah'a inanılmadığında bütün ahlaki değerlerin bozulacağı tahmini kısmen gerçekleşmiştir.11

Sonuç olarak günümüzde çoğu bireyler ve toplumlar asırlardır kaybettiği hayatın anlamını tekrar aramaktadır. Hayatın anlamı insanın bu dünyaya kim tarafından ve ne için gönderildiği sorularına verilecek cevaplarla ilgilidir. İnsanın bu dünyaya gönderilme gayesi bütün kutsal dinlerin ortak inancı olarak kainatı ve insanı yoktan yaratan Allah'a iman etmek, onu tanımak, onu sevmek ve ona kulluk yapmaktır. Bunların temelinde de sağlam bir inanç yatmaktadır. İnsanlık inançsızlık buhranı içindedir. İşte Said Nursi, bizim dini referanslarımızda "ahirzaman" diye nitelendirilen bu asrı çok iyi okuyan, ahirzamanın hastalıklarını mükemmel bir şekilde teşhis eden bir müceddid olarak, bunların tedavi yollarını da göstermiştir. Ona göre ahirzamanın en belirgin hastalığı "inkar-ı uluhiyet"tir. Bu bir taun, bir veba gibi bulaşıcıdır. Bu hastalık Allah'ı inkar etmek, O'nu kabul etmemektir. Çünkü ahirzaman bütün dinlerin özünü teşkil eden Allah'ı inkar fikrini yayacak Deccal ismi verilen şahıs ve komitelerin çıkacağı bir çağdır. Biz şimdi bu dönemi yaşamaktayız. Bu dinsizlik ve inançsızlık cereyanı, temelini inançsız felsefeden almıştır ve bir-iki asırdır insanlığı bunalımlara sürüklemektedir. Said Nursi, bütün dinlerin inanç ve değerlerine karşı savaş açan bu cereyana karşı, sadece Müslümanların mücadele etmesinin yetmeyeceğini söylemektedir. Bu konuda özellikle de Hıristiyanların dindar ruhanileriyle "ittifak" etmek gerektiğini ifade etmektedir. Ona göre artık dinler arasındaki farklılıkları bir kenara bırakmalı ve bu ortak düşmana karşı çalışılmalıdır. Burada bu işbirliği bilgi alışverişinden teknolojik yardımlaşmaya kadar kanaatimce bir çok alanı içine almaktadır. O, bu konuda şu ifadeleri kullanmaktadır:

"Şimdi ehl-i iman, değil Müslüman kardeşleriyle, belki Hıristiyanların dindar ruhanileriyle ittifak etmek ve medar-ı ihtilaf meseleleri nazara almamak, niza etmemek gerektir. Çünkü küfr-ü mutlak hücum ediyor."12 Bir başka yerde, Hıristiyanlığın İslamiyet'le mezc olacağını ve Deccalı dağıtacağını ifade ediyor.13 Burada Deccaldan kasıt inançsızlığı ve dinsizliği yayan bazı özel ve tüzel kişilerdir. Bir diğer yerde de, hadislere dayanarak Deccalın yaymaya çalıştığı Allah'ı inkar olan küfür fikrini mahvedecek olanın ancak "Hıristiyan ruhanileri" olduğunu bildiriyor. Ona göre o ruhaniler, İsa'nın dininin hakikatini, İslamiyet hakikatiyle mezc ederek bir kuvvet elde edecek ve o kuvvetle onu manen öldürecektir.14 Bir başka eserinde ise, Avrupa'da savaşlardan sonra ortaya çıkan Deccalane vahşetin ancak bu işbirliği sayesinde "semavi bir yardımla" ortadan kaldırılabileceğine dikkat çekiyor.15 Burada iki dünya savaşından sonra ortaya çıkan Deccalane vahşet dünyayı sarsan ahlaksızlık ve terördür.

Hıristiyanlarla birlikte hareket etmemiz gereken ikinci bir husus ise, Bediüzzaman'ın dilinde "anarşi"dir. Bugün buna terörizm de diyebiliriz. O "Anarşiliğe karşı Hıristiyanlarla adaveti bırakıp dost olmalıyız" demektedir.16 Bediüzzaman Said Nursi'nin, terörün inançsızlıktan kaynaklanan kısmı ile, kutsal metinleri kendi amaçları doğrultusunda yorumlamaktan kaynaklanan kısmı arasında da bir ayırım yapmadığı gözükmektedir. Onun Şeyh Said'in kışkırtmalarına karşı verdiği cevaplar bu konuda bizim için önemli referanslar arasındadır. Ona göre bir Müslüman'ın bir Müslüman kardeşini öldürmesi cinayettir. O bu açıdan eserlerinde hep "müsbet hareket" üzerine vurgu yapmıştır. "Dahilde dinin menfi şekilde kullanılmayacağı"nı söylemesi, bize saldırmayan bütün insanlara karşı da aynı davranışta bulunulmasına engel değildir. Din hiçbir şekilde menfi olarak kullanılamaz. Dini istismar etmeye kimsenin hakkı yoktur. Sonuçta her ikisi de anarşidir ve başka insanların hayatlarına yapılmış en büyük haksızlıktır. O, "Bir kimsenin hatasıyla bir başkası mes'ul tutulmaz"17 ayetini bir prensip olarak kabul etmekte, bir kişinin hatasıyla bir başkasının sorumlu tutulamayacağı, ona düşmanlık beslenemeyeceğini, hatta bir kişinin bir kötü sıfatından dolayı onun diğer iyi niteliklerine düşmanlık beslemenin gerçeğe aykırı olduğunu beyan etmektedir. Düşmanlık beslenen kişinin Müslüman veya Hıristiyan olması ya da hiçbir dine mensup olmaması arasında fazla bir fark da yoktur. Nitekim, savaşlarda zalim olmayarak, mazlum ve masum olarak öldürülen insanların hangi dine mensup olursa olsun, hatta kafir de olsa hakkında bir rahmet yönünün bulunduğuna dikkat çekmesi bu çerçevede değerlendirilebilir. Savaşta da olsa masum insanların öldürülmesi, hangi dinden olursa olsun bir zulüm ve haksızlıktır. Dolayısıyla bu bir savaş terörü, devlet terörü olarak nitelendirilebilir. Bu çerçevede hangi ülkede olursa olsun terörle öldürülen masum, mazlum insanlar da ahirette bunun mükafatlarını alacaklardır. Bu içtihad bu zamanda Hıristiyan ve Müslüman müminlerin üzerinde düşünmeleri gereken önemli bir husustur.

Sonuç: Dünyanın ahirete bilerek tercih edildiği bu ahirzaman çağında insanlar iki büyük tehlikeyle karşı karşıyadır: Bunlardan birisi ateizm, diğeri de anarşi ve terördür. Said Nursi dinler arasındaki farklılıkları değil, ortak değerleri gündeme getirerek, bunlara karşı güç birliği yapılmasını önermekte bu güç birliğini de "semavi yardım" olarak nitelendirmektedir. Bu güç birliği Allah'ın varlığı ve birliği ile ilgili bilimsel makale ve kitapların dünyada daha iyi bir şekilde yayılması, bu konularda ortak projeler yapılması, ortak filimler, ortak web siteleri yapılması gibi konuları kapsayabilir. Bugün İslamiyet'in gerçek ve doğru olan "rahmet, şefkat, sevgi" odaklı yorumları en güzel bir şekilde Risale-i Nur'da bulunmaktadır. Bu yorumların hem bütün dünyaya, hem de İslam dünyasına yayılmasında değişik şekillerde ortak çalışmalar yapılması gerekmektedir. Risale-i Nur Külliyatı gerçekten insanlığın bu iki önemli buhranına çözümler üreten hazinedir. Bu hazineden, hangi dinden olursa olsun "mümin" olanların, "gerçek" kardeşlik duygusuyla istifade etmesi elzemdir.

Dipnotlar