Allaha İman Gerçeği ve İnsanlar

İman ve küfür birbirine zıt kavramlardır. Hz. Adem’den günümüze, insanların bir kısmı bu âlemiyaratan yüce Yaratıcı’yı kabul ederken, bir kısmı da reddetmiştir. Aynı âlemde yaşayan, aynı kabiliyetlere sahipinsanların, bu meselede birbirine tamamen zıt iki grup oluşturmaları cidden düşündürücü bir durumdur.

İnsanların iman veya küfür yolunu seçmeleriyle ilgili olarak şu esaslara dikkat çekmekte fayda görüyoruz:

1- Beşer fıtraten Allah’a inanmak ve O’nu tanımak ister. Şu dünya çölünde bu biçare insan, ancakAllah’a iman sayesinde sahipsizlikten, başıboşluktan kurtulur. Beşerin vicdanı, hal diliyle adeta şöyle haykırmaktadır:"Ey bu yerlerin Hâkimi! Senin bahtına düştüm. Sana dehalet ediyorum ve seni arıyorum!"1

2- "İnsan fıtraten mükerrem olduğundan hakkı arıyor. Bazan batıl eline gelir, hak zannederekkafasına giydiriyor".2

3- "Tebeî ve sathî bir nazarla bakılsa gayet muhal birşey mümkün görünebilir. Bir zaman birihtiyar adam Ramazan hilalini görmek için semaya bakmış. Gözüne bir beyaz kıl inmiş. O kılı ay zannetmiş,"hilali gördüm" demiş. İşte, muhaldir ki, hilal o beyaz kıl olsun. Fakat kasden ve bizzat aya baktığı ve osaçı tebeî ve dolayısıyla ve ikinci derecede gördüğü için o muhali mümkün telakki etmiş".3

İşte bazı insanların herşeyi atomların hareketiyle izaha çalışmaları bu türden bir aldanıştır.Evet, ortada atomların hareketi vardır. Fakat bu, Allah’ı inkâra sevkedici değil, O’na imana yöneltici bir harekettir.Derin manalarla yüklü bir makalenin yazılışını izah etmekte kalem ve mürekkebi nazara vermek yeterli değildir. İlimsahibi bir yazar olmadan, sadece kalem ve mürekkeple değil bir makale, bir harf bile meydana gelemez.

4- "Kim birşeyde çok tevağğul etse, galiben başkasında gabileşmesine sebebiyet verir. Bu sırrabinaendir ki, maddiyatta tevağğul eden maneviyatta gabileşir ve sathi olur. Herşeyi maddiyatta arayanların akılları gözlerindedir.Göz ise maneviyatı göremez".4

5- "Gayet uzak mesafeden bakılsa en büyük birşey, en küçük birşey gibi görünebilir. ‘Bir yıldızbir mum kadardır’ denilebilir".5 Ehl-i küfür, imanî meselelere uzaktan baktıklarından gerçeği, gerçekteolduğu gibi görememişler, hükümlerinde yanılmışlar.

6- Şeytan, bazı vesveselerle ehl-i küfrü kandırır, imana girmekten alıkor. Mesela, "bir saray, yüzerkapalı kapıları var. Birtek kapı açılmasıyla o saraya girilebilir, öteki kapalı kapılar da açılır. Eğer bütünkapılar açık olsa, bir iki tanesi kapansa o saraya girilemiyeceği söylenemez.

İşte, hakaik-ı imaniye o saraydır. Herbir delil bir anahtardır, kapıyı açıyor. Bir tek kapınınkapalı kalmasıyla o hakaik-ı imaniyeden vazgeçilmez ve inkâr edilemez. Şeytan ise bazı esbaba binaen ya gaflet veyacehalet vasıtasıyla, kapalı kalmış olan bir kapıyı gösterir. İsbat edici bütün delilleri nazardan ıskat ediyor,’iştebu saraya girilmez. Belki saray değildir, içinde birşey yoktur’ der, kandırır".6

7- Ehl-i küfür, mesleklerinin iç yüzünü göremediklerinden o yolda devam ederler.7 Yoksa, küfürve inkâr yolunun neleri gerektirdiğini bilselerdi, elbette birgün bile o yolda gitmezlerdi. Mesela, tabiatı ilah kabuletmek, onun Allah’ın sıfatlarıyla mevsuf olmasını gerektirir. "Tabiat" diyenler, ezeli bir Allah’ı kabuletmekten kaçarken, ezeli bir tabiatı kabul ettiklerinin farkında değillerdir. Yüce Yaratıcı’ya vermekte zorlandıklarıbir sıfatı, yaratılmış tabiata verdiklerini bilselerdi, her halde küfürlerinden vazgeçerlerdi.

8- "İnsandaki nebatî ve hayvanî kuvveleri, akibeti görmedikleri, düşünmedikleri ve o insandakiletaif-i insaniyeye galebe ettikleri için çıkmak istemiyorlar ve hazır ve muvakkat (geçici) bir lezzetle mütesellioluyorlar".8 Bu durumda, bakmıyorlar ki görsünler, düşünmüyorlar ki anlasınlar. Nebatî veya hayvanîbir hayat mertebesinde günlerini geçiriyorlar.

9- Küfür yolunda gidenler böyle bir yola düşmüş bulunuyorlar, çıkamıyorlar.9 Durumlarınınvehametini görmediklerinden o yolda devam ediyorlar. Maddi havası bozulmuş bir odada bulunanlar zamanla o havaya ülfetederler. Dışardan gelen birisi ise, daha girer girmez havanın bozulduğunu farkeder. Onun gibi, ehl-i küfür dahi nasılbir havayı teneffüs ettiklerini bilmiyorlar.

10- Ekser küfür ve dalaletin sebebi, istib’addır. Yani, akıldan uzak görür, inkâr ederler.10"Özellikle, azamet ve kibriya ve nihayetsizlik noktasında, ya gaflete veya masiyete veya maddiyata dalmak sebebiyledarlaşan akıllar, azametli meseleleri ihata edemediklerinden, bir gurur-u ilmî ile inkâra saparlar ve nefyederler. Evet,o manen sıkışmış ve kurumuş akıllarına ve bozulmuş ve maneviyatta ölmüş olan kalblerine çok geniş ve derin veihatalı meseleleri sığıştıramadıklarından, kendilerini küfre ve dalalete atarlar, boğulurlar".11

11- Ehl-i küfür, izahta zorlandıkları şeylere parlak bir isim takmakla o şeyleri anladıklarınızannederek, kendilerini imana sevkedebileecek bir harikayı görmezden gelirler. Mesela, mıknatıs, genel çekim kanunu,elektrik, telepati, ihtizaz, manyetizma gibi. Halbuki, böyle harika şeylere bir isim takmak, cehl-i basiti cehl-i mürekkebeçevirmekten başka birşey değildir.12

"Mesela, ‘bu elektrik kuvveti imiş’ deyip o ince ve derin hakikatı ehemmiyetsiz yapıp âdi yapıyorlar.Halbuki, kudretin o mu’cizesinin hikmetleri iki sahife ile ancak ifade edildiği halde, o hakikatı ve küllî hikmetigizleyip, gayet küçük ve basit bir perdesini yerine ikame ederek o mu’cizeli eseri kör kuvvete ve serseri tesadüfe vemevhum tabiata isnat edip, Ebu Cehil’den daha echel bir dereceye düşüyorlar".13

İşte, sayılan bu gibi sebeblerden dolayı insanların ekseriyeti Allah’ı tanıyamamış ya uydurma tanrılarbulmuş veya ateist olmuştur. Kur’an-ı Kerim, üç ayrı yerde tekrar ettiği şu ayetle bu gerçeği dile getirir:"Onlar Allah’ı hakkıyla bilemediler".14 "Biz putlara ancak bizi Allaha yaklaştırsınlar diyetapıyoruz"15 diyen müşrikler Allah’ı tanıyamadığı gibi, Hz. İsa’ya Allah’ın oğlu diyen Hıristiyanlarda gerçek manada Allah’ı tanıyamamışlardır. Keza, Allah’a inanan nice Müslüman, Allah’ı hakkıyla bilme noktasındaişin daha başındadır, denilebilir. Pekçok insan, "padişahı hiç görmemiş, onun haşmet-i saltanatını bilmeyenbedevi birinin, bir köyde ağayı tasavvurunun biraz ötesinde padişahı büyükçe bir ağa kadar sanması" tarzındaAllah’ı tanımaktadır.16

Matematiğin varlığını bilmekle matematik bilmenin farklılığı gibi, Allah’ın varlığına inanmaklaAllah’ı tanımak birbirinden farklı şeylerdir.17 Allah’ı tanımaya marifetullah denir. Marifetullah, bütüngerçek ilimlerin esası, madeni ve ruhudur.18 Gâyetü-l ğâyât19 ve kabe-i kemalattır.20Allah’a iman, yaratılışın en yüksek gayesi ve fıtratın en yüce neticesi; marifetullah ise, insaniyetin en âlimertebesi ve beşeriyetin en büyük makamıdır.21

Evet, "inkâr etmemek başkadır, iman etmek bütün bütün başkadır…O’na iman etmek, Kur’an-ıAzimuşşan’ın ders verdiği gibi, O Halık’ı sıfatları ile, isimleri ile, umum kainatın şehadetine istinaden kalbentasdik etmek, elçileri ile gönderdiği emirleri tanımak, günah ve emre muhalefet ettiği vakit kalben tevbe ve nedametetmekledir. Yoksa büyük günahları serbest işleyip istiğfar etmemek ve aldırmamak, o imandan hissesi olmadığınadelildir".22

Üstteki ifadelerde Allah’a imanın amel ile münasebetine dikkat çekilmiştir. Allah’ı tanıyan elbetteO’na itaat edecektir. Hasbe’l-beşer bir günah işlese ciddi pişman olacak, samimi tevbe yapacaktır.

Şüphesiz, "iman yalnız icmalî ve taklidî bir tasdika münhasır değil. Bir çekirdekten ta büyükhurma ağacına kadar ve eldeki ayinede görünen misalî güneşten ta deniz yüzündeki aksine, ta güneşe kadarmertebeleri ve inkişafları olduğu gibi, imanın o derece kesretli hakikatları var".23

Kamil manada Allah’ı tanımak zulmanî ve nuranî yetmiş bin perdelerden geçmeyi gerektirir. Maddi veekvanî olan perdeler zulmanî, esmaî ve sıfatî olan perdeler nuranidir.24 Yüzlerce ilimde otorite bir zatınderslerine muhatap olan bir çocuk, her geçen gün o zatın ilmine daha iyi muhatap olur. Her yeni öğrendiği bilgi, adetabir perdeyi daha aşmaktır. Onun gibi, her insan aklıyla, kalbiyle, latifeleriyle Allah’a muhatap olur. Kâinatın İlahîbir san’at eseri olduğunu anlamasıyla her varlığı O’na delalet eden işaretler olarak görür. Resimden ressama, nakıştannakkaşa, eserden müessire intikal tarzında varlıklardan Allah’a yollar bulur. Mevcudatta cilveleri tezahür eden İlahîisimlerin farkına varır, isimlerden sıfatlara, sıfatlardan şuunat ve Zata ulaşır.

İnsanlık âlemi, farklı farklı metotlarla Allah’a ulaşmaya çalışır. Bu metotları şu dört gruptaele alabiliriz:

1-Tasavvuf
2-Kelam
3-Felsefe
4-Kur’anî metot.

Bunlardan tasavvuf, tasfiye ve işrak üzere Allah’a ulaşmaya gayret eder. Kelam, imkan ve hudusdelilleriyle Allah’ı tanıtır. Felsefe, akılla Allah’ı gösterir. Kur’an ise, bütün kainatı Allah’a şahit yapar.25

İslam Tasavvufu ve Kelam ilmi, menşe itibariyle Kur’an’a dayanmakla beraber, metot olarak herbirininkendine göre özellikleri vardır. Tasavvufta kalb, Kelam’da akıl ön plandadır.

Şimdi bunları biraz daha yakından görelim.

Tasavvuf

Tasavvuf, kalben Allah’a yönelmenin adıdır. Tarikat, tasavvufun sistemleşmiş şeklidir. Tarikat, mi’rac-ıAhmedînin gölgesinde, kalb ayağıyla bir seyr-u sülûk u ruhanî neticesinde, zevkî, halî ve bir derece şuhudîhakaik-ı imaniye ve Kur’aniyeye mazhariyettir.26 "Tarikatlar hakikatın yollarıdır".27"Cenab-ı Hakk’a vasıl olacak tarikler pek çoktur. Bütün hak tarikler Kur’an’dan alınmıştır. Fakat tarikatlarınbazısı bazısından daha kısa, daha selametli, daha umumiyetlidir".28

Tasavvufta hedef, hakikata ulaşmak, marifete ermektir. Mürid bunun taliplisi, mürşid (şeyh) müridinrehberidir. Okulda hoca ne ise, dergahta mürşit odur. Mürid, şeyhinde fani olarak "fena firrasul", "fenafillah" denilen makamlara ulaşmaya çalışır. Fakat nice mürid seyr u süluk esnasında "fena fişşeyh"denileri geçemez. Bediüzzaman, bu konuda şu hatırlatmayı yapar:

"Üstad ve mürşit, masdar ve menba telakki edilmemek gerektir. Belki mazhar ve ma’kes olduklarınıbilmek lazımdır. Mesela, hararet ve ziya sana bir ayine vasıtasıyla gelir. Sen de güneşe karşı minnettar olmayabedel, ayineyi masdar telakki edip güneşi unutup ona minnettar olmak divaneliktir.

Evet, ayine muhafaza edilmeli, çünkü mazhardır. İşte, mürşidin ruhu ve kalbi bir ayinedir. Cenab-ıHak’tan gelen feyze ma’kes olur. Müridine aksedilmesine de vesile olur. Vesilelikten fazla feyiz noktasında makamverilmemek lazımdır".29

Tarikatın tarifinde geçtiği üzere, tarikat yolu zevkî bir yoldur. Bu yolda gidenler, zaman zaman zevkeve hale mağlup olabilirler. Bunun sonucunda, nakıs bir mertebede iken kendilerini çok yükseklerde, hatta zirvelerdesanabilirler. Bediüzzaman, bu konuda şöyle der:

"Nasıl ki bir mülazım, kendinde bulunan kumandanlık zevkiyle ve neşesiyle gururlansa, kendini bir müşir(mareşal) zanneder. Küçücük dairesini o küllî daire ile iltibas eder ve bir küçük ayinede görünen bir güneşi,denizin yüzünde haşmeti ile cilvesi görünen güneşle bir cihet-i müşabehetle iltibasa sebep olur. Öyle de, çokehl-i velayet var ki, bir sineğin bir tavus kuşuna nisbeti gibi, kendinden o derece büyük olanlardan kendini büyük görürve öyle de müşahede ediyor, kendini haklı buluyor…Bir sineğe bir kap su, bir küçük denizdir".30

Şu temsil de aynı hakikatı beyan eder: "Nasıl ki bir zerre camdan, bir katre sudan, bir havuzdan,denizden, kamerden seyyarelere kadar güneşin cilveleri var. Herbirisi kabiliyetine göre güneşin aksini, misalini tutuyorve haddini biliyor. Bir katre su, kendi kabiliyetine göre "güneşin bir aksi bende vardır" der. Fakat "bende deniz gibi bir ayineyim" diyemez.

Öyle de, Esmay-ı İlahiyyenin cilvesinin tenevvüüne göre, makamat-ı evliyada öyle meratip var. Esmay-ıİlahiyyenin her birisinin bir güneş gibi kalbden arşa kadar cilveleri var. Kalb de bir arştır. Fakat "ben de arşgibiyim" diyemez".31

Ehl-i tasavvuf, özellikle "vahdetü’l- vücud" mesleğinde gitmişler, "La mevcude illa Hu=Ancak O var" diyerek adeta kainatın varlığını inkâr etmişler. Halbuki, "mevcudat evham ve hayalat değil, görüneneşya dahi Cenab-ı Hakk’ın asarıdır. "Heme ost" değil, "heme ezost"tur. Yani her şey O değil,belki herşey O’ndandır".32

Kur’an-ı Hakîm’den alınan marifet ise, huzur-u daimiyi vermekle beraber, ne kainatı mahkum-u adem eder,ne de nisyan-ı mutlakta hapseder. Belki başıbozukluktan çıkarıp, Cenab-ı Hak namına istihdam eder. Herşey birmir’at-ı marifet (marifet aynası) olur… Herşeyde Cenab-ı Hakk’ın marifetine bir pencere açar".33

Kelam

Kelam ilmi, İslam’ın itikad yönünü ele alır. Tasavvuf, özellikle kalbten yola çıkarken, kelam akıllaAllah’a ulaşmaya çalışır. Tarihî seyri içerisinde felsefeyle hayli içli dışlı olan bu ilim, Allah’ın varlığınıisbat etmekle beraber, tam ve kamil bir marifetullah dersi verememektedir. Bediüzzaman, bu meselede şu yorumu yapar:

Bir su getirmek için bazıları su borusu ile uzak yerden dağlar altında kazar, su getirir. Bir kısım daher yerde kuyu kazar, su çıkarır. Birinci kısım çok zahmetlidir, tıkanır, kesilir. Fakat heryerde kuyuları kazıp suçıkarmaya ehil olanlar zahmetsiz herbir yerde suyu buldukları gibi..aynen öyle de, ulemay-ı ilm-i kelam esbabınihayet-i âlemde teselsül ve devrin muhaliyeti ile kesip, sonra Vacibu’l- Vücud’un vücudunu onunla isbat ediyorlar.. Uzunbir yolda gidiliyor.

Amma Kur’an-ı Hakîm’in minhac-ı hakikisi ise, her yerde suyu buluyor, çıkarıyor. Her bir ayeti, birerAsay-ı Musa gibi nereye vursa âb-ı hayat fışkırtıyor. "Her şeyde O’nun birliğine delalet eden bir ayetvar" düsturunu her şeye okutturuyor.34

Felsefe

Gerçeği aramanın yollarından biri olan felsefenin en önemli konularından biri, "varlık"meselesidir. "Varlık var mıdır? Varsa sebebi nedir?" gibi sorulara cevap aranırken, ister istemez Allah’tanbahsedilmektedir. Bir kısım filozoflar bu varlığa vücud veren İlahi kuvveti reddederler. Allah’ı reddedince, O’nun birsıfatı olan ezeliyeti maddeye vermekten kurtulamazlar ve "ezeli bir alem" iddiasında bulunurlar. Materyalistfelsefe mensupları bu grupta yer alırlar. Bediüzzaman, bunlar hakkında şöyle der: "Dinsiz felsefe, hakikatsız birsafsatadır ve kainata bir tahkirdir."35

Diğer felsefeciler genelde Allah’ı kabul etmişlerdir. Fakat onların bu kabulleri, kendi akıllarıyla ulaştıklarıseviyeyi yansıtmaktadır. Bundan dolayı, filozofların Allah telakkileri genelde farklı farklı olmuştur. Bediüzzaman’ın"Kafirler Allah’ı inkâr etmiyorlar, yalnız sıfatında hata ediyorlar"36 ifadesine bu noktadanbakabiliriz. Mesela, Allah’ı yaratıcı olarak kabul etmekle beraber, "O yaratmaya mecburdur" şeklinde düşünenbir kısım felsefeciler, Allah’ı hakkıyla tanıyamamışlardır.

Marifetullahda "Ene" Unsuru

Bediüzzaman’ın marifetullahda ufkumuzu açan tesbitlerinden biri, "ene" ile ilgilidir. "Bizemaneti göklere, yere ve dağlara arzettik de, onu yüklenmekten kaçındılar ve o emanetten korktular. İnsan ise onu yüklendi.."37ayetinin izahında Bediüzzaman, emanetin müteaddit vecihlerinden birinin "ene" olduğunu söyler."Ene", gizli birer hazine hükmünde olan Allah’ın isimlerinin anahtarıdır.38

Allah’ı tanıma noktasında, insandaki "Ene" çok önemli bir vazife görür. İnsan, benlikduygusuyla Allah’ı tanıma nimetine kavuşur. "Nefsini bilen Rabbini bilir"39 ifadesinin mühim birciheti de, buraya baksa gerektir.

Cenâb-ı Hak, kendi sıfatlarından küçük birer nümune insanın mahiyetine dercetmiştir. İnsan, ilim,irade, kudret gibi sıfatlarıyla, Cenab-ı Hakk’ın ilim, irade ve kudretinden haberdar olur. Meselâ, "Yaratan bilmezmi?"40 gerçeğini, kendi ilminden hareketle daha iyi anlar. Der ki: "Ben kendi yazdığım kitabımınher tarafını bilirim. Allah da, yarattığı herşeyi elbette bilir." Böylece, kendindeki cüz’î ölçücüklerle,İlâhî hakikatlere muhatap olur.41

Meseleyi, şu örnekle daha iyi anlayabiliriz: Âmâ bir insana sormuşlar: "Hayatta en hayret ettiğinşey nedir?" Şu cevabı vermiş: "Diğer insanlar, birisinin sesini duymadan kimin geldiğini haber veriyorlar.Bunu nasıl yapıyorlar, bir türlü anlıyamıyorum".

İşte, eğer bize İlâhî sıfatlardan birer nümunecik verilmeseydi, bu sıfatların varlığından bilehaberimiz olmayacaktı. Allah’ın ilmi nedir, bilmeyecektik. Affetmedeki zevki anlamıyacaktık. Faaliyetteki lezzettenhaberdar olamıyacaktık. Kabiliyetlerin tezahüründeki sırlardan gafil kalacaktık.

Başta peygamberler olmak üzere bütün kâmil insanlar ise, ene’yi Hakk’a bir ayna olarak bilmişler,tevazuun zirvelerine kanat açmışlardır. Bunlar, "Mülk Allah’ındır" esasından hareket etmişler, kendilerinibir emanetçi olarak görmüşlerdir.