Akıl – II

Dinin Temeli:

Aklı Geliştiren Hususlar

Akıl, ilim ve tecrübe ile inkişaf eder. İlmi ve tecrübesi olmadan anlamadığı bir hususu ilim ve tecrübeden sonra anlar ve kavrar, ondan yeni bilgiler elde eder. Bundan dolayıdır ki, ilkokula giden bir öğrenci harfleri tanımaz, rakamları bilemezken okulu bitirince kitaplar yazar, şehir planları yapar ve şirket hesaplarını tutar.

Tecrübelerden elde edilen ilime de akıl denir. Kim tecrübelerden anlar ve tecrübeler kendini olgunlaştırırsa ona akıllı; kim, olaylardan ders almazsa, ona da ahmak ve câhil denir.

İnsanı hayvanlardan ayıran en önemli özellik akıldır. Hayvanlar menfaatleri ve nefsinin arzuları peşinde koşarlar. İnsan akıl sayesinde kendisinin ve kainattaki varlıkların yaratılış amacını kavrar. Bu amaca hizmet etmenin hayrına olacağını idrak eder. Kendisini amaca götürmeye engel olan nefsanî ve şehevânî arzularına aklı ile engel olur. Geçmişin tecrübelerine dayanarak geleceği planlar. İnsan akıl sayesinde işlerin neticelerini anlar ve sonucu tehlikeli olan geçici lezzetlere çağıran şehvetini yener. Böyle bir insana “akıllı” denir. Bu akla da ilim dilinde “Akl-ı Müstefâd” denir.

Akıl, Allah’ın insana ihsan ettiği ilahî bir nurdur ki, insan onunla ilme, imana ve irfana ulaşır. Akıl yolu ile elde edilen bilgiler ya zarûrî, ya nazarî, yani istidlâlî olur. Zarurî olan bilgiler, araştırma ve ispatlanmaya muhtaç olmadan herkesçe bilinen bilgilerdir. 5, 10'un yarısıdır, güneş ışık verir, ateş dokunanı yakar gibi bilgilerdir. Nazari bilgiler ise, bilinen fikirleri, usûlüne göre tertiplemek suretiyle bilinmeyen bir sonuca vararak elde edilen bilgilerdir.

Aklı kullanarak nazarî bilgiler, yani bilinen bilgilerden hareketle bilinmeyen bilgiler kazanılır. İnsan imana bu şekilde ulaşır ve imanını da yine bilinenden bilinmeyene intikal ve kıyas yolu ile ulaşır. Allah'ın varlığına delil olan âyetlerden Allah'ın varlığını, birliğini ve her şeyi kuşatan rahmetini anlar ve keşfeder.1 Kıyâs şartlarına uygun olarak yapılırsa kesinlik ifâde eder. Meselâ: Bu âlem değişmeler hâlindedir. Her değişmeler halinde olan şey sonradan olmuştur. O hâlde, bu âlem de sonradan yaratılmıştır. Bu misâlde görüldüğü gibi, iki kâziye/önerme vasıtasıyla, bilinmeyen cüz'î ve nazarî bir hüküm elde edilmiştir.

Aklın bir diğer özelliği de cüz'î ve özel hükümlerden, küllî ve genel hükümlere varmasıdır. Buna da istikrâ' denir. İstikrâda esas, kıyâstakinin aksine olarak, cüz'î olan şeyleri tetkîk ederek, küllî bir hükme varmaktır. İstikrâ, bütün cüz'leri içine alırsa buna istikrâ-ı tam denir. Bu tür istikrâlar kesin bilgi ifâde ederler. İstikrâ bazı cüzleri tetkikle yetinilerek yapılmışsa buna istikrâ-ı nâkıs denir ve bu yolla elde edilen bilgi zan ifade eder. 'İstikrâ-ı tam çok zor olduğundan, müspet ilimlerde 'istikrâ-ı nâkıs' kullanılır. Bu sebeple, müspet ilimlerde varılan neticeler çok defa zannî olup, kesin değildir. Yani elde edilen hüküm değişebilir. Bunun için de birçok ilmî nazariyeler zamanla değişmektedir. İstikrâ-ı nâkısa misâl: Demir, çelik, bakır, kalay… madendir. Demir, çelik, bakır… hararetle uzar. Netice: O halde bütün madenler hararetle uzar. Bu misâlde olduğu gibi, bir çok maden nevîlerinde yapılan deneme sonunda varılan ortak hüküm, bütün madenlere teşmîl edilmiştir. Cüz'îlerin hükmü, bütün cüz'lere yani “külle” verilmiştir. Fakat, ilerde hararetle uzamayan bir maden keşf olunca, bu genel hüküm değişebilir. O halde bu hüküm kat'î değil, zannîdir.

Bu yollardan birinde veya hepsinde yürüyen aklın, netîceye varmak için takip ettiği iki tür seyri vardır: Birincisi ağır, tedrîcî olan düşünme teemmülî seyirdir. Buna fikir denilir. Bu maddede neticeye yavaş yavaş ve düşünme/tefekkür yoluyla ile varılır. Diğeri de bir anda, bir hamlede istenilene erecek derecede serî ve anî olan seyirdir. Bu tür seyre “hads” denilir. Hads da iki kısımdır:

Biricisi kesbîdir: Kendi mevzûuna göre belli bir tahsil, tecrübe ve karşılıklı bilgi alışverişi neticesinde elde edilen bir melekedir. Yani belli bir araştırma neticesinde kazanılır. Teorik ve pratik tahsil ve ilmî terbiye, bu gayeye ermek içindir. Buna “akl-ı mesmu” da denilir.

İkincisi: Doğrudan doğruya yaratılışta varolan, Allah vergisi bir melekedir. Buna da “kuvve-i kudsiyye” veya “akl-ı matbu” denir. Herkesin bu tür akıldan az çok nasibi vardır. Bu olmayınca akl-ı mesmu'un hiç hükmü olmaz. Bu tür aklın, basit bir zekâ seviyesinden, peygamberlerin aklî seviyesine kadar birçok mertebeleri vardır.

Aklın en yüksek mertebesine akl-ı evvel denir. Başlangıçtan sonu, sondan başlangıcı, evvelden âhiri, âhirden evveli tam bir olgunluk ve gerçek ile gören bu akl-ı evvel, Hz. Muhammed'in nûrudur. Nitekim bu konuda Hz. Peygamber (s.a.s.): “Allah'ın ilk yarattığı, benim nûrumdur.” “Allah'ın ilk yarattığı, kalemdir”, “Allah'ın ilk yarattığı akıldır.” buyurmuştur. “Akıl için yol birdir.” Bu ifade çokça kullanılmaktadır. O da hak yol/tariki hakdır. Kainatın Peygamberimiz’in (sav) aklına uygun yaratıldığının ifadesidir bütün bu hadisler.

Kur'an'da bir çok yerde aklın ve akletmenin gereği vurgulanmaktadır. Sadece hislerle müşâhede edilen hâdiselerin gerçek manası, ancak müşâhedenin akıl ile birleştirilebilmesiyle anlaşılır. Bunun içindir ki, Allah'ın varlığına delâlet eden binlerce hadiseye şahit olan birçok insan, müşahedelerini akıl ile birleştirmediğinden, bu hâdiselerle kendisine verilmek istenen mesajı anlayamamıştır. Yine böylece peygamberlerin gösterdiği mûcizelere karşı müşahede ile aklı birleştirmeyen birçok insan, fevkalâde olan mûcizelere sadece hislerle cevap vermiş ve neticede inkâr yolunu tutmuştur. Oysa Allah; “…Şüphesiz hep bunlarda akıllı olan bir ümmet için elbet Allah'ın birliğine delâlet eden ayetler vardır.”2 buyurmuştur.

Akıl, insanoğlunun en üstün vasfıdır. Çünkü, İlahi vahiy akılla anlaşılır. Peygamberlerin hak peygamber olduğu ve Kutsal kitapların Allah tarafından gönderildiği yine akılla bilinebilir. Allah'ın emânetleri, akıl sayesinde kabul edilir ve yine akıl sayesindedir ki, insan, Allah'ın rızasını elde edebilir.

İlmin kaynağı ve kökü akıldır. Akla nisbetle ilim, ağaca nisbetle meyve, güneşe nisbetle nûr, göze nisbetle görme gibidir. İnsanı kâinattaki diğer canlı-cansız varlıklardan ayıran ve ona üstünlük kazandıran akıldır. Aklı olmayana, akıllıya verilen değer verilmez, onu bir takım emir ve yasaklarla sorumlu tutmak mümkün değildir. “Aklı olmayanın dini de olmaz”, hadîsinin bir manası da budur. Dînin ve ilaveten dünyanın insanları ilgilendiren bütün emir veya yasakları ancak akıllı insanlar için geçerlidir. Aklî dengesini kaybetmiş olanlara böyle bir sorumluluk yüklenmemiştir. Yine böylece emir ve yasaklara uyma veya uymamanın dünya ve âhirete âit ceza ve mükâfâtı da akıllı insanlar için geçerlidir. Yaratılışta akıllı olduğu halde, müşahedelerini aklı ile birleştirmeyen insanlara da mecazî olarak akılsız insan denir.

Aklın Mertebeleri

İslam Fıkhı “Sahih nakil, sarih akla aykırı düşmez” kuralını kabul etmiştir. İslam bilginleri Akait ve Kelam kitaplarının başında aklı ilmin kaynaklarından birisi olarak ele almışlardır. İmam Nesefî Akâidinde aklın üç mertebesinden bahisle şöyle der:

Aklın üç mertebesi vardır:

1. Vacip: Bir şey alken kesinlik ifade ederse buna alken vacip denir. Kainatın varlığını kabul edip, yaratıcısını kabul etmek alken vaciptir. Bunun için İşrakiyyûn filozofları yüce Allah’ı “Vacibu’l-Vücût” olarak isimlendirmişlerdir.

2. Muhal/Mümtenî: Bir şeyin var olduğunu ama ustasının olmadığını kabul etmek gibi aklın kabul etmeyeceği şeye imkansız anlamında alken muhal denir. Kainatın varlığını kabul edip yaratıcısını kabul etmemek muhaldir.

3. Mümkün: Bir şeyin varlığı ve yokluğu alken imkan dahilinde ise buna mümkün denir.

Böylece bir şey alken ya mümkündür, ya muhaldir veyahut vaciptir. Bir başka şık da yoktur.

Tasavvufta peygamber yaratılmadan önce peygamberin aklının yaratıldığı ifade edilir. “İlk olarak benim nurum yaratıldı” hadisini esas alırlar. Peygamberimiz’in (sav) aklına “Akl-ı Küll” “Akl-ı Evvel” denilmiştir. Buna ayrıca “Hakikat-ı Muhammediye” “Nûr-i Muhammedî” ve “Rûh-i Muhammedî” denilmiştir. Her şeyin var oluş sebebi, “İllet-i Eşya” O’dur. Yüce Allah’ın Hakikat-ı Muhammediye’ye ilim ile tecellisi itibarıyla “Kalem-i ’lâ”, “Levh-i Âzam” gibi isimler de verilmiştir. Dolayısıyla Hz. Peygamber her şeyi bilir. Peygamberimiz (sav) de bu konuda “Bana kıyamete kadar olmuş ve olacak her şey bildirildi. Dilediğinizi sorun cevap vereyim” buyurmuşlardır.

Levh-i mahfûzdaki ilimler onun malûmatından bir kısmıdır. Bunun için yüce Allah onun hakkında “Levlâke Levlâke, lema halaktü’l-eflâk (Sen olmasaydın, sen olmasaydın ey Resûlüm kainatı yaratmazdım)” buyurur. Hz. Huzeyfe de “Kıyamete kadar olacak her şeyi Resûlullah bana haber verdi” buyurmuştur. Bunun için Hz. Peygamber (sav) “kân-ı irfan sahibi”, “ilm-i ledün” sultanıdır.

Mevlana Celaleddin-i Rûmî gibi büyük mücedditler ve bilginler “Hz. Mustafa’nın önünde aklını kurban et!”, yani kendi aklını terk et, onun aklına uy demişlerdir. Yoksa “akıldan istifa edin”, “aklınızı terk edin” dememişlerdir.

Akıl ve Nakil Çatışırsa…

Bediüzzaman’a göre Kur’an ve İslamiyet akla çok büyük bir değer vermiştir. Kur’an ayetlerinin başında ve sonlarında “Akletmez misiniz?” “Düşünmez misiniz?” ve “İbret almaz mısınız?” gibi ifadelerle akla havale ederek aklı kullanmaya teşvik vardır.3 Bediüzzaman bu gibi ayetlerin beşeri aklına ve fikrine danışmaya havale etmekte olduğunu açıkça ifade eder. Kur’an talebeleri olan Müslümanların delil ve burhana tabi olduklarını, akıl, fikir ve kalpleri ile İslamiyet’e girdiklerini, başka dinlerin tabileri gibi ruhbanları taklit ederek delil ve burhanı bırakmadıklarını, bunun için ilim, fen ve aklın hükmedeceği istikbalde hükümlerini akla tespit ettiren Kur’an’ın hükmedeceğini açıklar.4

Aklın insana yüksek maksatlar ve amaçlar, yani yüce hedefler belirlediğini5 ifade eden Bediüzzaman, “Aklın gereği delil ve burhan üzere gitmektir”6 der. Ve Bediüzzaman devam eder: “İnsanda müdebbir-i galib, ya akıl veya basardır, diğer bir ifade ile, ya efkâr veya hissiyattır, veyahut ya haktır, veya kuvvettir. Veyahut ya hikmet veya hükûmettir. Veyahut ya müyûlât-ı kalbiyedir veya temâyülât-ı akliyedir. Geçmişte hissiyat hakimdi; gelecekte ise fikir hakim olacaktır. Geçmişten kasıt “Asr-ı Saadet”in dışındaki geçmiş zamandır. “Asr-ı saadet”te akıl, hak ve hikmet hakimdi. İstikbalde de İnşallah İslamiyet’in güneş gibi dünyayı aydınlatması ile yine akıl, ilim, hak ve hikmet hakim olacaktır. Buna da hakikat-ı arama meyli, hak aşkı, gerçek insanlık ve aklın gereği olan kat’î delil ve burhanlar sebep olacaktır” der.7

Bediüzzaman yine Hıristiyanları ve benzer muharref dine mensup olanları dalalete sevk eden en önemli sebebin “aklı azletmeleri, delilleri reddetmeleri ve ruhbanları taklit etmeleri” olduğunu açıkça ifade eder. İslâm’ı yücelten ve gelecekte de hakimiyetini sağlayacak olan en mühim sebebin de “hakikate dayanması, delillerle hükmetmesi ve akıl ile meşveret etmesidir” der.8 Delil olarak da Kur’an-ı Kerim’in insanı aklını kullanmaya teşvik etmesini gösterir. İslam bilginlerinin Kur’an’dan ve Sünnetten hüküm çıkarmak ve gerçeği ortaya koymak için geliştirdikleri Usul/Metodoloji kurallarının en önemlisinin “Akıl ile nakil teâruz ettikleri vakitte, akıl asıl itibar ve nakil tevil olunur” kuralı olduğunu ifade eder. Ancak bu aklın akl-ı selim olması gerektiğini belirtir.9

Sonuç olarak akıl Allah’ın insana ihsan ettiği en değerli bir cevherdir. İnsan bununla “hayat-ı ebediye esâsâtını ve saadet-i uhreviye levâzımâtını tedârik edeceği”10 gibi, dünyanın her çeşit menfaatini de takip eder. Eğer nefis hesabına çalıştırılır ve nefsin emrine verilirse geçmişin hüzünlerini ve geleceğin korkularını insana yükleyen sıkıcı ve zararlı bir alet olur. Allah namına çalıştırılırsa ve vahiy güneşinden faydalanırsa, kâinatta olan nihayetsiz rahmet hazinelerini ve hikmet definelerini açar. Ve sahibini ebedi saadete hazırlayan bir mürşid-i Rabbanî olur.11 İnsanı iki cihanda mutluluğa götürür.

-Son-