'Dinin yeniden yorumlanması' meselesi – II

3.2. Bu konulardan birisi, içtihat meselesidir. Dikkat edilecek olursa, meselâ Türkiye'de dinle irtibatı asgarî seviyede olan Abdullah Cevdet ve arkadaşlarının çıkardığı derginin adı, hiç de tesadüfi olmayan bir şekilde, 'İçtihad'dır.

Bu dergide savunulan fikirler ile, dinin yeniden yorumlanması yaklaşımı arasındaki alâka kurulacak olursa, dinin yeniden yorumlanması talebinin zannedildiği gibi dinin anlaşılması ve yaşanması konusunda, dini metinlerin kendilerinden kaynaklanan ve insanların din ile irtibatının nasıl daha iyi kurulacağı kaygısı ile değil, dünyayı hakimiyeti altına alan 'modern dünya düzeni'nin ön gördüğü insan tipi ile geleneksel İslâm toplumlarında yaygın olan Müslüman tipi ve bu Müslüman tipinin yeni düzen ile esasta yatan uyuşmazlığı ve uyuşamazlığını, bu insanların hayat ve düşünme tarzlarını değiştirerek ortadan kaldırmak veya en azından bu uyuşmazlığı dünya sisteminin hakimiyetini tehdit eder bir konumdan çıkarmak amacına matuftur ve kendinde böyle 'siyasî' bir amaç taşır. Bu açıdan bakıldığında da dinin Medeniyetle uzlaşmazlığı, dinin merkezi Batı'da bulunan ve o günlerde sömürgecilik (doğrudan tahakküm) şeklinde yayılmakta bulunan Dünya Sisteminin hakimiyeti önünde esaslı bir engel olmasını ifade etmekte; bunun neticesinde, askerî anlamda tahakküm altına alınan Müslümanların, bu tahakküm karşısında doğrudan dinden kaynaklanan dirençlerinin kırılması istihdaf edilmekteydi. 'Medeniyetle İslâmın arasındaki ihtilâfın ortadan kaldırılması' şeklindeki bir söylem, görünüşte ve Müslümanların önemli bir kısmının anladığı şekliyle, Batı Medeniyeti'nde bulunan bazı mühim-belki Müslümanlar açısından da kıymetli-unsurların benimsenmesini İslâmın engellemediği tezini dile getirmekte idi ise de, mesele hiçbir zaman Müslümanların 'medeniyetin nimetlerinden istifade etmesi' olmamıştır; Sömürgecilerin zaman içerisinde çok iyi fark ettikleri bir husus vardır ki, Müslümanlar, mevcut dini anlayışları ile bir sömürge olarak yaşayamazlar; onlar sömürge olmayı isteseler bile, dinleri onlara böyle bir imkânı vermez; çünkü mevcut din anlayışları, Müslümanların 'izzetli' olmalarını öngörür ve buna dayanır; zillet şartları altında nasıl Müslümanca yaşanılacağı sorusu, klasik anlayışın bildiği bir soru değildir. Böyle olunca, 'İslâmın Medeniyetle çatıştığı' gibi bir tezin, ayniyle hakikat olduğunu, ancak bunun gereği gibi görülmesinin zannedildiği kadar kolay olmadığına işaret etmek gerekmektedir. Bu konuda Mehmet Akif'in 'İstiklâl Marşı'na aldığı bir mısra,-'Medeniyyet dediğin tek dişi kalmış canavar' ifadesi,-bu hususun fark edilmesinin bedelinin o kadar ucuz olmadığını, ancak bir İstiklâl Savaşı içinde İslâm ile Medeniyet arasındaki ilişkinin gerçek şekliyle fark edilebileceğini göstermektedir. İslâm ile Medeniyet arasında bir çatışma olmadığı tezi, benzer daha başka tartışmalarda olduğu gibi, sadece İslâmı tartışmanın odak noktasına çekerek, insanların ona olan güvenlerinin sarsılması ve böylece Batı tahakkümünün yerleşmesi yolunda bir adım daha atmaya matuf olmakla, bu tip tartışmaların neticesinde sürekli olarak Müslümanlardan İslâmın bazı aslî taleplerinden vazgeçmeleri, Müslümanların önüne bir çözüm yolu olarak takdim edilmekteydi. 19. yüzyılda ve 20. yüzyılın başlarında başlayan içtihad kapısı açılsın talepleri, müçtehidler ortaya çıksın ve klasik İslâm toplumunda olduğu gibi Müslümanlara neyi nasıl yapmaları gerektiği konusunda, Allah'ın emri, Rasulullah'ın sünneti, ümmetin icmâ'ı ve fukahanın kıyasını dikkate alarak, yol göstermeleri talepleri değildi; talep edilen, şu veya bu şekilde modern dünya düzeni ile irtibata geçmiş olan siyasî otoritenin, bu irtibat neticesinde gerekli gördüğü düzenlemeleri, bir şekilde şerîate uygun göstermeleri, şerîatin içinde taşıdığı karşıt hususların da, dinin aslî unsuru olmadığı gerekçesi ile, geçersiz kılınması ve böylece toplum tarafından benimsenmesinin sağlanmasa bile, karşı çıkılmasının engellenmesiydi. İçtihat kapısının kapalı olduğu tezini savunanların bulunduğu taraf ve bunların neyi savundukları sorusu, bu noktadan itibaren daha da belirgin bir hale gelmektedir. İçtihad kapısının kapalı olduğunu savunanların bu gayretleri, siyasî olarak artık etkinliğini epeyce yitirmiş ve içtihad adı altında dinin geçersiz kılınmaya çalışıldığının farkında olan bazı alimlerin, hiç değilse mevcudu muhafaza etme gayretinin dolaylı bir ifadesinden başka bir şey değildi. Yoksa, onların dar anlamıyla her kadı'nın önüne gelen bir olay hakkında verdiği kararın 'bir tür içtihad' olduğunu; her fetvanın da yine benzer bir şekilde bir içtihad olduğunu bilmemesi mümkün değildi.

3.3. Dinin yeniden yorumlanması talebi sadece içtihad meselesi ile sınırlı olmamıştır; meselâ Osmanlı'nın son döneminde idarî alanda gerçekleştirilen reformların meşrûlaştırılması sürecinde benzer talep ve tartışmaların ne kadar ciddî bir 'vazifeyi' yerine getirdiğine burada işaret etmek gerekmektedir. Dinin yeniden yorumlanması, özellikle Kur'ân ve sünnette açıkça belirli bir formu zikredilmeyen devlet yönetimi alanında, oldukça kolay bir şekilde gerçekleşti. Meselâ meşrûtî idare ile meclis, meclis ile şûrâ arasında bir irtibat kurularak, aslında doğru olan yönetim şeklinin meşrûtî rejim olduğunu söyleyenler çıkabildiği gibi, günümüzde iş bölümünün yaygınlaştığı ve içtihadın artık bölünerek, yani şahıslardan alınarak, bir çok alanın mütehassısından oluşacak olan hey'etlere verilmesi gerektiği düşüncesi ile, cumhûrî idarenin islâmî bir rejim olduğunu söylemek arasındaki mesafenin o kadar büyük olmadığını görmek için, çok fazla düşünmeye gerek yoktur; benzer bir şekilde bugün lâikliğin bir din emri olduğunu söyleyenler de, dini yeniden yorumlamanın neye tekâbül ettiğinin önemli bir örneğini vermektedirler. Bütün bu adımlar, dinin daha fazla yaşanır hale gelmesi için atılmış adımlar olmaktan çok, dinin geçerlilik alanlarını daraltmak, daha doğrusu dinin yavaş yavaş hayatla irtibatının koparılması amacına hizmet etmektedirler.

Dinin hayatla irtibatının koparılması, 'dinle ama dine karşı' yapılmış olmakla birlikte, üzerinde durulan zemin her zaman din olagelmiştir; kılık kıyafet kadar, meşrutiyet ve cumhuriyet de, dinî argümanlarla, dine dayalı bir şekilde gerçekleştirilmiştir. En esaslı ilke ise, dini devletin koruyacağı varsayımından hareketle, devleti kurmak-korumak-güçlendirmek için, dinin bazı unsurlarından vazgeçmenin dini bir vecibe olması gibi, ilk bakışta oldukça garip ve anlaşılmaz, hatta çelişkilerle dolu bir ilke olmuştur.

Bugün dinin yeniden yorumlanması talebi bir taraftan eskiden olduğu gibi siyasî rejimler ve kurumların meşrulaştırılması amacına matuf olduğu gibi; bununla artık iktifa edilmeyerek, bir taraftan sosyal hayatta, diğer taraftan diğer dinlere bakış ve diğer daha başka bir çok hususta, dinin asli bazı taleplerinin 'bugün görülen bazı ihtiyaçlara binaen', dinin dolayısiyle de Müslümanların aleyhine olarak vazgeçilmesi amacına matuf olarak yürütülmektedir. Kısaca 'dinin yeniden yorumlanması' talebi, insanların nasıl daha fazla ve daha iyi bir şekilde dinle irtibat kuracağı kaygısı ile değil, geçerlilik alanı de facto neredeyse ortadan kaldırılmış olan dinin, mevcut durumu, yani dinle müsbet bir irtibatı kalmamış olan kurum ve müesseseleri, hatta günlük hayattaki bazı pratiklerin dîni olarak meşrûlaştırması amacını gütmekte gibi gözükmektedir. Bunun daha açık ifadesi, bugün artık dine ihtiyaç kalmadığının, dînî argümanlarla desteklenmesi demektir. Bu husus-bilfiil geçersiz kılınmış olsa bile-dinin, her şeye rağmen hâlâ kendisinden bağımsız olarak bir şeylerin yapılmasının imkânsız olduğu, çok esaslı ve tayin edici bir faktör olduğunu göstermesi açısından ayrıca önem arz etmektedir.

4. İslâmın yeniden yorumlanması, İslâm Modernizmi, Liberal İslâm gibi başlıklar altında yapılmaya çalışılan şey,-buna katılanlar neye katıldıklarının farkında olsunlar veya olmasınlar-bir tahakküm (hegemonya) mücadelesinin bir uzantısıdır. Dünya Sistemi, medenileşme, batılılaşma, modernleşme, gelişme ve son zamanlarda da globalleşme adı altında hegemonyasını sağlamlaştırmaya çalışmaktadır; mesele esas itibariyle bu gayretin neresinde durulduğu meselesidir.

Dikkat edilecek olursa şimdiye kadar üzerinde durduğumuz husus, 'dinin yeniden yorumlanması' talebi oldu. Dinin yeniden yorumlanması meselesinin mahiyeti gereği siyasî ve bir hegemonya mücadelesinin bir uzantısı olduğunu farketmek, din ile hayat arasında herhangi bir mesele olmadığı gibi bir düşünceyi haklı çıkarmaz. Şimdi biraz da mahiyeti gereği dînî olan, daha doğrusu dinin mahiyetinden kaynaklanan ve hemen her dönemde Müslüman ulemanın en önemli meselesini teşkil eden, genel olarak insanların din ile irtibatının daha iyi kurulması ve insanların nasıl daha iyi dindar olacağı sorusu ile irtibatlı olarak hangi durumla karşı karşıya olduğumuz üzerinde durmakta fayda görüyoruz. Dinin yeniden yorumlanması ile din ile hayat arasındaki irtibatın sıhhatli bir şekilde kurulması meselesi birbirinden mahiyet itibariyle farklıdır. Dinin yeniden yorumlanması, güç sahiplerinin güçlerini din 'adamlarını' veya din âlimlerini kullanarak pekiştirme yolu olarak ortaya çıkarken, din ile insanlar (veya hayat) arasındaki irtibatın daha sağlam ve esaslı bir şekilde kurulması yönündeki mesele, dinin yeniden yorumlanması olarak değil, dinin gereği gibi anlaşılıp anlatılması ile ilgilidir. Buradaki iyi Müslüman tanımı ile yeni yorum yapan anlamında iyi Müslüman ifadelerinin dile getirdikleri şeyler mukayese edildiğinde, aslî kaygı kendisini daha iyi ve açık bir şekilde ortaya koyacaktır. Çünkü dinin doğru anlaşılıp yaşanması, ilk bakışta anlaşılması zor olanı anlaşılır kılmak ve dini teşkil eden bütün hususlarda bir hassasiyeti ön görürken, yorum denilen şey bugün karşımıza, bazı sebeplerle anlamı kapalı olan bir ifadeyi, yani ilk bakışta anlaşılmayanı anlaşılır hâle getirmek değil, netice itibariyle doğrudan ve kendiliğinden anlaşılanı geçersiz ilân etme şeklinde çıkmaktadır.

Ne ile karşı karşıya olduğumuzu biraz daha netleştirebilmek için bazı açıklayıcı sorular sormamız gerekmektedir: Dinin yeniden yorumlanması talebi kimden ve nereden gelmektedir? Bu talep, insanların dinden uzaklaşmaları dolayısıyla, uzaklaşma anlamına gelen inanç ve pratiklerden, sahih dine dönüş talebi midir? Yoksa sahih haliyle dinin, 'yeni gelişmelerden' dolayı bazılarını rahatsız ederek, sahih dinin yeni 'gelişmelere' uygun bir hale getirilmesi şeklinde bir taleple mi karşı karşıyayız? Soruyu biraz daha açık bir şekilde soracak olursak: Sonradan, dine rağmen ve dine karşı olarak ortaya çıkarılmış olan bazı pratiklerin dinle çatışması neticesinde, dinin yorumlanması yoluyla, bu pratiklerin dinî açıdan sakıncasız olduğunun, din adına konuşan bazı insanlarca tasdiki mi isteniliyor? Yoksa hakikaten dini bütün boyutları ile yaşama imkânına sahip olmuş olan insanlarda, bu imkânları gereği gibi kullanamama endişesi mi bu talebin gerekçesidir?

Bu sorulara ek olarak başka soruları da tekrar tekrar sormamız gerekecektir: Dinin yeniden yorumlanmasını kabul edecek olursak, bunun neticesi insanların daha fazla dindarlaşması mı olacaktır; yoksa sahih dinden uzaklaşmış olan insanların, bu hayat tarzlarını meşrûlaştırmış mı olacağız? Biz böyle bir şey yapmakla neyi sağlamış olacağız? Yaptığımız şey, bizim kurtuluşumuzu mu sağlayacak, yoksa bizi içine saplandığımız bataklığa daha fazla mı batıracaktır? Bu soruları daha da çoğaltabiliriz. Ancak bütün sorularda merkezî yeri alan husus, din ile hayat arasındaki ilişkinin sahih bir şekilde nasıl kurulacağı noktasında düğümlenmektedir.

Bilindiği gibi din, hayatla özdeş değildir; özellikle aslî unsurları açısından, tamamen olgunun karşısında yer alır ki, gelenek bunu dinin esas itibariyle 'inşâî' olduğunu söyleyerek ifade etmektedir. Dinin bu olgu karşıtlığı, insanın gidişat karşısındaki en esaslı ve önemli imkânıdır. Dinin bu olgu karşıtlığını bilmek, din ile hayat arasında her zaman bir mesafe bulunacağını kabul etmek anlamına gelir. Ancak bu mesafe, korunmak için değil, aşılmak, daha doğrusu mümkün mertebe azaltmak için, kabul edilebilir. Din ile hayat arasındaki mesafe kendisini, insanın hayatında her zaman hata yapabilmesi ve bu hataların işlenmesi ile birlikte, onun hayatının ayniyle din olamayacağını bilmesi anlamına gelmektedir; hayat hiç bir zaman dinin kendisi olamaz; hayat şu veya bu oranda dine uygun olabilir ve bu uygunluğun gerçekleştiği konu ve alanlar da hep aynı olarak kalmayabilir. Bugün şu ve şu konularda dine uygun yaşanmış olan hayat, başka bir gün aynı konuların birinde veya diğerinde hata yapma ihtimalini ortadan kaldırmayacağı gibi, hayattaki hatalar, dinin gösterdiği olması gerekeni, olması gereken olmaktan çıkarmaz. Bundan dolayı Müslüman hep havf ve recâ arasındaki ruh halini muhafaza etmek zorundadır. Aynı şey toplumsal hayat için de geçerlidir; bazı dönemlerde bir toplumda dinin bir yönü üzerinde hassasiyet gösterilirken, başka bir dönemde bu hassasiyet noktası değişebilir; önemli olan dini hassasiyetin muhafazasıdır; bu hassasiyetin şu veya bu noktada kendisini daha fazla göstermesi, bir bakıma başka konularda hassasiyetin azalması anlamına da gelebilir; ancak bu durum, normal bir insanlık halidir; insanlar hep mükemmele yönelik yaşasalar da, mükemmeli genelde ya hiç yakalayamazlar veya sınırlı zamanlarda ve sınırlı konularda mükemmel ile karşılaşırlar. Zaten insanlardaki bu eksiklik, dinin olması gerekeni ifade eden tavrından hiç bir zaman vazgeçilmemesi gerektiğine de işaret eder.

Eğer dinin 'yeniden anlaşılması' ile, din ile hayat arasında günümüzde açıkça gözüken aşırı mesafenin, hayat veya olgusal olan lehine bir meşrûlaştırma kastediliyorsa, bu kasıt netice itibariyle en iyi ihtimalle dinin bir kısmından vazgeçme anlamına gelecektir; temel argüman da,' dinin a ve b ve c gibi unsurları artık bu güne uymuyor', şeklinde olacaktır. Veya 'çağdaşlık' veya 'dünyanın mevcut hali artık bunu ön görmüyor' veya 'yasaklıyor' veya 'bunun din tarafından böylece öngörülmesi birilerini rahatsız ediyor' vs. şeklinde olabilir. Dinin kendisinden veya bazı unsurlarından rahatsız olanlar hep olmuştur ve bundan sonra da olacaktır; zaten şurası açıktır ki, hiç kimse dine inanmak zorunda değildir; yani hem din esas itibariyle iradi bir inkıyadı öngördüğü için, insanlara istemezlerse inanmama özgürlüğünü vermiştir, hem de dünyadaki mevcut düzenler, inanmayan insanların inanmamama ve inanmadıkları gibi yaşama özgürlüğünü sonuna kadar muhafaza etmektedir; bundan dolayı dine inanmayan veya dini olduğu gibi kabul etmek istemeyenlerin, arzularına uyarak, dindeki bazı unsurları 'önemsiz', 'olmasa da olur', 'zaten geçersiz' şeklindeki ifadelerle geçersiz ilan etmek en iyi ihtimalle samimiyetsizliktir; dini olduğu şekliyle kabul eden insanların, ayırıcı özellikleri, dinin kaynağı ve sahibi olarak Yüce Allah'ı kabul etmek ve O'nun dışında hiç bir mercii din konusuna karıştırmamaktır. Din insanların uydurduğu bir şey değil, Yüce Allah'ın insanlara hidayet için gönderdiği, onların bu dünyadaki imtihan şartlarını tanımlayan ve onlara bu şartlarda yol gösteren, bir hidayettir; hiçbir merciin ve hiçbir insanın başkaları adına ve başkaları için dinin ne olduğuna karar verme yetkisi yoktur. Din kendi esaslarını kendi içinde ve kendi kaynağında taşıdığı gibi, nasıl anlaşılacağının yöntemini de ihtiva etmektedir. Unutulmaması gereken en önemli şey, her şey geçici; sadece O ve O'nun iradesinin kalıcı olduğudur.

Kısaca ifade etmek gerekirse, kim ve ne adına olursa olsun, İslâm'ı olduğu şekliyle insanlar kabul eder veya reddeder; bunun orta yolu yoktur. Kısmen kabul ve kısmen de red, sadece bugün karşı karşıya olduğumuz bir tavır değildir; tarihte muhtelif dönemlerde, muhtelif insanlar, kısmen Müslüman kısmen de başka bazı dinlerden veya ideolojilerden bazı unsurları bir araya getirerek, 'dini yeniden yorumlamışlar' veya 'dinde bazı reformlar' yapmışlardır; bunun neticesinde bunlar ana Müslüman kitleden ayrılmışlardır ki, bunlara fırkalar denilmektedir. Bu fırkaların en meşhurlarından birkaçı, muhtelif batınî mezhepleri (İsmâilîlik vs. gibi), Kadıyânîlik gibi, Sih dini gibi muhtelif 'heterojen' topluluklardır. Kısaca şunu söylemek gerekmektedir: Dini yeniden yorumlamak ile yeni bir din vaz'etmek arasındaki sınır, zannedildiği gibi, geçişsiz değil, aksine oldukça geçişli bir sınırdır. Ne zaman yapılan bir şeyin bir yorum olarak kalacağına bazan, yaptığını sadece bir yorum olarak düşünen insanın kendisi de karar veremez. Daha sonra gelen insanların sıradan bir yorum olarak kabul edilen bir tavrı, esaslı bir sapmanın hareket noktası olarak seçmeyeceklerini kimse garanti altına alamaz. Diğer taraftan İslâm, asırlarca kendi insicamını korumuş, bununla da kalmayıp, kendi oluşturduğu toplumsal düzenin esaslarını esas alarak geliştirilen ilimler vasıtası ile, hayat ile irtibatını kurarak, toplumsal hayatın dinle irtibatını muhtelif seviyelerde kurup, yeniden kazanma ve yeniden üretme imkânını göstermiş, müstakil bir 'sistem'dir. Müstakil bir sistem olarak kendi kendine referanslı ve kendi dışında olanı kendisine uydurmadıkça kabul etmeyen bir özelliğe sahiptir. Dinin bu özelliğini özellikle felsefe ve tabiî ilimler söz konusu olduğunda daha açık bir şekilde görebiliriz. Felsefe ancak Râzî'den sonra Kelâm içinde tartışmasız bir şekilde meşrûiyyet kazanabilmiştir ki, bu husus sömürge dönemi öncesi ile sömürge dönemi ve sonrasında nelerin değiştiği konusunda epeyce fikir verecek, önemli bir misal teşkil etmektedir. Dini olduğu şekliyle kabul edenlerin vazifesi, her ne olursa olsun, dinden ve özellikle Kur'ân ve Sünnetten asla vazgeçmemektir; çünkü insanın hayatı sınırlı olduğu gibi, bu dünyada ortaya çıkmış olan ve var olan her şey sonludur; güçlü gözükenlerin gücü sınırlıdır; zayıf gözükenler, belki sadece kendi güçlerinin farkında olamadıkları için, zayıftırlar. Din insana, bu dünyada kendisine uyulması halinde, tarihte görüldüğü gibi hem bu dünyada düzen, hem de ahirette kurtuluş va'd ediyor; kısa vadeli bazı sathi hesaplarla, bu dünyada bazı şeyleri kurtarmak için, dinin şu veya bu kısmından vazgeçen, kendi geleceğinden vazgeçmiş olduğu gibi, Allah'ın âyetlerini de ucuza satmış olur. Allah'ın âyetlerinin değeri, onlara uyulması halinde, ebedî saadettir. Onlardan vazgeçilmesi halinde ise kalan,-sömürge dönemi ve sonrası yeterince örneğini gördüğümüz gibi-hem bu dünyada hem de ahirette zelil olmaktan başka bir şey değildir.

—SON—