'Dinin yeniden yorumlanması' meselesi – I

1. Türkiye'de ve İslâm Dünyası'nın diğer kısımlarında olduğu kadar, Batı'da da muhtelif yazarlar İslâm'ın yeniden yorumlanması gerektiği üzerinde yazılar yazmakta, siyasetçiler çeşitli vesilelerle böyle bir şeye ihtiyaç bulunduğunu söylemektedirler.

Bir taraftan böyle bir ihtiyacın bulunduğu ile ilgili yaygın söylem, diğer taraftan ortaya atılan kimi düşüncelerin 'İslâmın yeni bir yorumu' olarak takdim edilmesi, ilk bakışta birbiri ile irtibatlı gibi gözükmese de, ciddî bir şekilde incelendiğinde, bu iki tavır arasında esaslı bazı ilişkiler olduğunu tesbit etmek mümkündür.

İslâm Dünyasında 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren ortaya çıkan bazı düşünürlerin 'yeni' isimler altında toplanması işi, bu dünyada olup bitenleri gözleyen veya takip eden bazı oryantalistler tarafından başlatılmış gibi gözüktüğü gibi, bugün de bu gözleme işini yine onlar yapmakta; Müslümanları 'kökten dinci', 'siyasal İslâmcı', 'fundamentalist', 'entegrist', 'liberal', 'gelenekçi' ve 'modernist' gibi bazı kategorilere ayırmaktadırlar. Yapılan tasnifler sırf bazı yaklaşım şekillerini diğerleri ile birlikte düşünmek veya bazı müşterek özelliklere sahip olan insanları bir başlık altında ele almanın ötesinde, "kiminle nerede ve nereye kadar işbirliği?" sorusuyla da alâkalı olduğu için, stratejik açıdan oldukça önemlidir. Yapılan bazı tasniflerin, Müslümanlar tarafından üstlenilmesi, bunu yapanların sadece kendilerini bu tasniflerde zikredilen bazı özelliklerle özdeşleştirmeleri anlamına gelmeyip, bunun ötesinde zaman zaman 'bir göreve talip olma' anlamına da gelebilmektedir. Bu yönden, Batılılar tarafından Müslümanları 'ifade etmek için' yapılan tasniflerin hiç birisinin ve bu tasnifleri benimseyerek üstlenmenin 'masum' olduğunu düşünmek mümkün değildir. İslâm Dünyasında bazı düşünürler tarafından yapılan tasnifler/isimlendirmeler de, genellikle Batı'da yapılan tasniflerin takip edilerek, üstlenip sürdürülmesinden ibaret gibi gözükmektedir. Bu cümleden olmak üzere, 19. yüzyılın sonunda Mısır'da ortaya çıkan M. Abduh ve Reşid Rıza gibi bazı düşünürler Charls C. Adams tarafından 'İslâmic modernism' adı altında kategorize edildiği gibi (bu kategori daha sonra mesela Fazlurrahman tarafından benimsenerek sürdürülmüştür), günümüzde yaşayan M. Arkoun, Tarık el-Bişrî, Zeki Necib Mahmud, Abdullah Laroui (el-Arvî) gibi yazarların görüşleri de, Leonard Binder tarafında 'İslâmic liberalism' adı altında takdim edilmektedir.

Burada dikkat çeken hususlardan birisi, İslâm dünyası ile ilgili tartışmalarda ve tartışmaların cereyan edişinde, hegemonik bir ilişkinin ön plana çıktığı ve bu ilişkinin bilimsel araştırmalara da aynen yansıdığıdır. Önce İslâm Medeniyet'e uyar mı şeklinde başlayan tartışma, İslâm-Bilim, İslâm-Gelişme, İslâm-Demokrasi ve İslâm-liberalizm benzeri dikotomiler (ikilemler) halinde formüle edilerek, Batı'da bulunduğu ve mutlaka alınması gereken şey olarak takdim edilen ikinci tarafın alınabilmesi için, birincinin bir engel olmaktan çıkarılması gerektiği üzerinde durulmuştur. Engel olmaktan çıkarma da genellikle, 'uygun bir şekilde yorumlama' şeklinde görüldüğü için, dinin yeniden yorumlanması tartışmaları, Batı ile İslâm Dünyası arasındaki hegemonik ilişkinin bir neticesi olarak karşımıza çıkmaktadır.

Tarihin bize gösterdiği, dinin yeniden yorumlanması ile ilgili atılan her adımın, toplumun ve devletin Dünya Sistemi karşısındaki gücünün daha da azalmasını intaç etmesidir; amacı dini güçlendirmek değil, duruma ve şartlara göre 'devleti güçlendirmek', 'gelişmeyi sağlamak', 'toplumu medenileştirmek' vs. olan dini yeniden yorumlama faaliyeti neticesinde din 'yeniden yorumlandıkça' güçlenmediği gibi-böyle bir amacın güdülmediğini ayrıca söylemeye gerek yoktur-beklenen de gerçekleşmemiştir. Dinin yeniden yorumlanması ile birlikte ne devlet 'arzu edildiği anlamda' güçlenmiş, ne 'gelişme sağlanmış' ne de 'toplum medenileşmiştir'; aksine toplum ve ona bağlı olarak da devlet, kendisini tehdit eden dış güçler karşısında zayıflamıştır. Bu mutlak anlamda 'güç kaybına' karşılık, devletin diğer bir cihetten zayıflamış olan topluma karşı daha da bir 'güçlü' hale geldiğini söylemek mümkündür. Kendi toplumuna karşı güçlü olan devlet, gücünü halkı bir cendere içine sokarak ve toplumu olağanüstü şartlarda yaşatarak göstermekte; buna karşılık toplum tarafından benimsenemeyerek, sürekli bir meşrûiyyet sıkıntısı ve krizi yaşamaktadır. Devlet varlığını devam ettirebilmek için, halka karşı zorba bir tavır takınmakta; bunun neticesinde de dışa daha bağımlı bir hale gelerek, dışarıya karşı zayıf bir hale düşmektedir. Bu durum kendi toplumuna karşı 'güçlü' olan bir devletin, niçin dışarıya karşı o oranda zayıf olduğunu da açıklamaktadır. Bu husus, dinin yeniden yorumlanması denilen fenomen ele alınırken üzerinde durulması gereken önemli bir kısır döngü (fâsid dâire) olarak karşımıza çıkmaktadır. Devleti güçlendirmek için dini yeniden yorumlamak, dînî hayatın devlet tarafından problem olarak görüldüğü intibaını oluşturarak, halkı sıkıntıya soktuğu gibi, toplumu ile esaslı bir konuda karşı karşıya gelen devleti de zaafa düşürmektedir. Bu fâsid dâirenin aşılması, toplumun dinle olan irtibatının güçlendirilmesi ile devletin dışarıya karşı güç kazanması arasındaki irtibatın fark edilerek, bu çerçevede dinin yeniden yorumlanması yaklaşımından uzak durulup, dinin anlaşılması ve dînî hayatın ihyası üzerinde yoğunlaşılmasının bugün artık bir zorunluluk haline geldiğini göstermektedir. Bu aynı zamanda din meselesini siyasî bir mesele olmaktan çıkarıp, din-toplum ilişkilerinde temerküz eden dînî bir mesele haline getirecektir.

2. Bilindiği gibi İslâm, Yüce Allah'ın insanlığın hidayeti için gönderdiği en son ve nihaî dindir. Bu dîn, tebliğcisinin bizzat tatbik ederek insanlara öğrettiği ve tatbik ettiği dinin esasını teşkil eden ilâhî iradeyi tam ve eksiksiz olarak tebliğ ettiği vahyi de insanlara bırakarak, bu dünyayı terk etmiştir. Ve bu din onun tebliğ ederek insanlara ulaştırdığı ve beyan ederek insanlara açıkladığı gibi ve şekilde bize kadar ulaşmıştır. Kısaca Kur'ân, Yüce Allah'ın onu Hz. Peygamber'e bildirdiği şekilde elimizde olduğu gibi, onun mübelliği ve mübeyyini olan Hz. Peygamber'in beyânı da, ana hatları ile icmâ vasıtası ile yani tevatüren, teferruatı da muhtelif rivayetler şeklinde muhaddisler ve fukaha tarafından nakledilmiştir. Ayrıca bunlar kadar önemli olan başka bir husus daha vardır ki, İslâm başından itibaren Müslümanların hakim olageldikleri toplumlarda yaşanmış; her ne kadar zaman zaman bazı yörelerde zulme varan bazı uygulamalar söz konusu olsa da, sömürgecilik dönemine gelinceye kadar Müslümanların yönetimleri hep Müslümanlar elinde olmuş; zalim de mazlûm da en azından Müslüman kimliği içerisinde hayatını sürdürmüştür. İslâm Dünyasında sömürge dönemine kadar İslâm hiç bir zaman bir problem olarak algılanmadığı gibi, Kur'ân da hiç bir zaman Müslümanların sırtında 'atılması gereken bir yük' olarak algılanmayıp; Yüce Allah'ın insanlara gönderdiği bir nimet, onlara bu dünyada yaşamayı kolaylaştıran bir kılavuz olarak algılanmıştır. Bunun neticesinde de Hz. Peygamber tarafından tebliğ edildiği ve tevatüren nesilden nesile fiilî ve lisanî olarak nakledildiği haliyle dinin kendisi hiç bir zaman bir 'problem' veya 'bir problem' kaynağı olarak algılanmadığı için, dinin yeniden yorumlanması gibi bir soru da hiç bir zaman ortaya çıkmamıştır. Aksine din, 'problemli olanı' tesbitte insana yol gösteren, insanın önünü aydınlatarak olup biten olayları, 'gerçek konumlarında kavramayı sağlayan' en esaslı merci olarak, insanın vazgeçemeyeceği kadar bizzat bağımlı ve onunla var olduğu ve onunla kendisini tanımladığı bir mütemmim cüz'ü olarak bilinmiş ve din bu özelliği ile insanların hayatında tayin edici bir yer edinmiştir.

Dinin Hz. Peygamber zamanında tamamlanmış olması ve umum açısından bakıldığında hakim unsuru Müslümanların teşkil ettiği toplumsal ortamlarda nesilden nesile tevatüren nakledilmiş olması, dinin anlaşılması ve yaşanması konusunda zaman zaman bazı sıkıntıların ortaya çıkmadığı anlamına gelmez; gerçekten de zaman içerisinde muhtelif sebeplerle hayat ile tevatüren nakledilen din arasında bazı açıklıkların ve tekabüliyetsizliklerin ortaya çıktığı; hem fertler açısından hem de toplumlar açısından böyle bir şeyin, hayatın ve dinin mahiyeti gereği ortaya çıktığı bilinmektedir. Gelenek böylesi durumları ifade etmek için, bid'atlerin yaygınlaştığını söylemiş; buna karşılık, 'sünnetin' ihyasının gerektiğini ve bunun tahakkuku için gerekli adımların atılması ihtiyacı üzerinde durulmuştur. Yine gelenek, bid'atlerin sünnet ile yer değiştirmeleri gayretlerine, ıslâh veya tecdîd hareketleri adını vermiştir. Yani gelenek başından itibaren din ile hayat arasında bazı açıkların ortaya çıktığını fark ederek, bunun nasıl telâfi edilebileceği konusunda kendi otantik refleksini geliştirerek, dini, Hz. Peygamber'den aldığı gibi bize ulaştırmıştır. Bize ulaşan dinin içerisinde, dinin 'aslî unsuru' olmadığı halde önem kazanmış bazı unsurlar olmakla birlikte, önemli olan taraf dinin aslî unsurunun bize herhangi bir tağyîre uğramadan ulaşmış olmasıdır. Bazı hususlarda aslî olmayan unsurların hayatta daha fazla yer edinmiş olması, aslî unsurların yok olduğu anlamına gelmez; her halde dinde aslî olan her şey, eksiksiz bir şekilde bize ulaşmıştır. Tecdîd veya Islâh hareketleri, dinin yeniden yorumlanması değil, yaygınlaşan bidatler karşısında dinin aslî unsurlarının yeniden geçerli kılınması şeklinde tahakkuk etmiştir. Bu hususta meselâ en önemli müceddid-muslihlerden biri olarak kabul edilen Hüccetü'l-İslâm Ebû Hâmid el-Gazâlî'nin yaptığı dîni yeniden 'yorumlamak' değil, 'dînî ilimlerin ihyâsı'ndan ibarettir. Bundan dolayı Gazâlî'nin tavrı hiç bir zaman yadırganmadığı gibi, çok az düşünüre nasip olan yaygın bir kabule mazhar olmuştur. Bu mazhariyet onun 'dînî ilimleri ihya' etmeye teşebbüsünden kaynaklanmaktadır. Dînî ilimlerin ihyası ile dînin yeniden yorumlanması veya dinin tecdîdi ile dinin yeniden yorumlanması arasındaki farkı görmek, bugün dini yeniden yorumlamak isteyenlerin niçin muslihler ve müceddidler sınıfından sayılamayacağını da gösterecektir.

3. Şimdi dinin yeniden yorumlanması meselesi ile ilgili bazı hususlara biraz daha yakından bakmak uygun olacaktır.

3.1. 'Dinin yeniden yorumlanması' fikri, sömürge döneminde, İslâmiyet'in Medeniyet'e (M burada büyük harfle yazılmak gerek!) engel olduğu tezi ile bağlantılı olarak, dinin yeniden yorumlanarak, medeniyetle herhangi bir çatışmasının olmadığının gösterilmesi amacına matuf olarak ortaya çıkmışa benzemektedir. Yani bu mesele, bugün yaşadığımız daha bir çok mesele gibi, sömürgecilikle, veya Immanuel Wallerstein'den bir kavramı ödünç alarak kullanacak olursak, 'modern Batı Düzeni'nin dünyaya hakim hale gelip, bir 'Dünya Düzeni' (veya Dünya Sistemi) olma taleplerine paralel olarak ortaya çıkmış ve bu çerçevede de tartışmalar yapılmıştır. Bu tartışmaları hem ortaya çıkaran saik, hem de bu tartışmaların cereyan ediş şekli, Müslümanların bir toplum olarak yaşamasını sağlayan ve bu sayede onlara kendilerine has bir hayat tarzını geliştirme ve muhafaza etmeleri imkânını veren 'geleneksel dindarlığın' yok edilmesine matuftur; yeniden yorumcuların veya dini yeniden yorumlamaya teşebbüs edenlerin 'dostları' ve 'düşmanları'nın kimler olduğuna; daha doğrusu, kimi tenkit edip, neye dayandıklarına bakılacak olursa, bu husus açık bir şekilde ortaya çıkacağı gibi, bunun da ötesinde, bir vakitler dini yeniden yorumlayanlar olarak takdim edilenlerin, ne gibi neticeleri 'sağladıkları' veya 'hangi neticelerin alınmasında onlardan istifade edildiğine' bakılacak olursa, dini yeniden yorumlamaya yönelenlerin ve bu şekilde takdim olunanların çok ta 'masum' olmadıklarını söylemek mümkün olur; kısaca şunu söyleyebiliriz: Dini yeniden yorumlamak meselesi, 'dînî bir mesele' olmayıp, nereden ve nasıl bakılırsa bakılsın,-en dar-en geniş, en kesin-en muhayyer, en yüksek-en pejoratif … anlamıyla-'siyâsî' bir meseledir. Dinin yeniden yorumlanması meselesi, bugün dile getirildiği haliyle insanların veya Müslümanların daha iyi nasıl dindar olabileceği ile ilgili bir mesele olmayıp, Müslümanların modern dünya düzenine nasıl uydurulacağı ile ilgili bir mesele olarak ortaya çıkmıştır. Bu hususun altını özellikle çizmek gerekmektedir. Çünkü her meselede olduğu gibi, bu meselenin de ortaya çıkış süreci ve bağlamı, mahiyetinin bir parçasıdır. Bir mesele hakkında konuşmanın ön şartı, onun mahiyetinin bilinmesidir; mahiyeti bilinmeyen bir mesele hakkında konuşmak, genellikle ne hakkında konuştuğunu bilmemek veya sözün nereye gittiğini, kimin işine yarayacağını hesap edememek anlamına gelebilmektedir. Bu husus öncelikle 'dinin yeniden yorumlanması' meselesi için geçerlidir. Dinin yeniden yorumlanması meselesi, doğruluğundan şüphe edilmeyen dine hayatın nasıl yaklaştırılacağı meselesi olarak ortaya çıkmış olmayıp, doğruluğundan şüphe edilemeyen 'modern başarılara' daha doğrusu, 'Batı tahakkümüne' dinin nasıl yaklaştırılacağı ve dinin buna nasıl 'daha uygun' bir hale getirileceği sorusu ile ortaya çıkmış bir meseledir. Meseleyi kabaca bu şekilde ortaya koyduktan sonra, bazı konular üzerinde biraz daha yakından düşünebiliriz.

— Devamı Haftaya —