Şeriat ve Demokrasi-2

Hürriyet İmanın Esasıdır

İslami yönetimin esasları

Seçim: İslâmiyet’te devlet ve hükümet işleri hilâfet esasına dayanan bir yönetim şekli ile yürütülmektedir. Mevdudi’ye göre “halife” yani devlet başkanı seçimle iş başına gelir ve kendine tevdi edilen”vazife” dolayısıyla diğer insanlardan farklı bir üstünlüğe veya imtiyaza sahip değildir. Devlet otoritesi ancak İslâm cemaatinin hakkıdır.1 Kur’ân’ın hükmüne göre bütün Müslümanlar fert fert müsavi şekilde ve aynı imkanlarla halife olmak hakkına sahiptirler.

Dört halifenin seçimle işbaşına gelmesi İslâm’ın yönetim şeklinde seçimin belirleyici şart olduğunu göstermektedir. Hz. Ebûbekir’in halifeliğe seçilmesi, Medine halkının biatı ve tensibi ile olmuştu. Mevdudî, Medine halkını hemen hemen bütün İslâm memleketlerinin mümessilleri olarak kabul etmektedir.2 Hz. Ebûbekir’den sonra halifeyi tesbit etmek üzere görevlendirilen altı kişilik heyetin kararı Hz. Ömer’in hilafeti üzerinde gerçekleşti. Medine halkının seçim anlamında biatı ile de halifeliği meşruiyet kazandı. Hulefa-yı Raşidin’in dördünün de temsili bir seçimle işbaşına geldiği açıkça ortaya çıkmaktadır

Meşveret: İslam yönetiminde dinin zaruriyatı dışında olan dünyevi, iktisadi ve siyasi işler için kanunlar ve düzenlemeler yapan kurum “meşveret”tir. Hulefa-yı Raşidin’in dördü de hükümet işlerinde ve teşriî meselelerde ümmetin ileri gelenleri ile istişare etmeksizin karar almazlardı. Halifeler Müslümanların itimadını kazanmış, emanet ve ehliyet sahibi, genellikle bilinen ve hükümet kararlarına iştirak eden kimselerle istişare edebilirlerdi. (Onların işleri aralarında meşveret iledir. Şurâ Sûresi, âyet 38.)

Danışma yoluyla yönetme diyebileceğimiz “meşveret” günümüzün “parlamento” esasına tekabül etmektedir. Elbette o devirlerden farklı olan günümüzün şartları Müslümanların itimadını kazanmış, emanet ve ehliyet sahibi kimselerin teamül yoluyla tespitini zorlaştırdığından seçim usulü bu itimadın gösterilmesi için bir yol olarak kabul edilebilir.

Adalet: Siyasi iktidarı kullanan halife bütün icraatında “adalet” esasına riayetle mükelleftir. Adaletsiz bir hükumet, yani mazlumun hakkını koruyamayan ve hukuk karşısında eşitliği sağlayamayan hükumet müstebiddir. Adalet, Kur’ân-ı Kerim’in dört esasından birisidir. İslâm’ın eşitliğini şekillendiren bu kurumdur ki, bir sahabeye, hutbe esnasında Hazret-i Ömer’e, “sende bir eğrilik görürsek kılıçlarımızla doğrulturuz” dedirtmiştir.

Kanun üstünlüğü: Dört halifeden hiçbiri kendi şahsiyetini hiçbir zaman kanundan üstün kabul etmemiştir. Kanun karşısında onlar da bir vatandaş idi. Şer’i hukuku uygulayan kadılar, halifeleri serbestçe muhakeme edebilmekteydi. Hz. Ömer’in halifeliği esnasında Ubey bin Kaab ile muhakeme edilmeleri ve ikisine hâkim tarafından eşit muamele edilmesi buna bir örnektir. Hz. Ali de halifeliği sırasında ehl-i zımmeden bir Yahudi ile muhakeme edilmişti. O halde İslâm yönetiminde kanun üstünlüğü esasına harfiyen uyuluyor ve yöneten ile yönetilen kanun karşısında aynı muameleye tâbi tutuluyordu.

Devlet işlerinin ehline verilmesi: Yönetimle ilgili Kur’ân-ı Kerim’in koyduğu bir esas da “emanet” olan devlet işlerinin ehline bırakılmasıdır. Dini ıstılahta “mesalih-i amme” denilen kamu yararları ile ilgili işleri üstlenecek kimseler vazife ve memuriyetlerine ait bilgi ile mücehhez ve doğruyu düşünme ve doğruyu yapmaya muktedir kimseler olmalıdır.

Otoriteye itaat: Adaletli, meşveret kaidesini tatbik eden siyasi otoriteye, halife veya devlet başkanına itaat edilmelidir. Fakat adaletsizliğin bir müeyyidesi de vardır. İslâm dini ihtiva ettiği esaslar dahilinde “icra-yı adli” emretmiş ve Müslümanlara karşı sorumluluk Allah’a karşı sorumlulukla aynı sayılmıştır. O kadar ki, halife hak yolundan ayrıldığı takdirde Şeriatın tayin ettiği hükümler dairesinde suistimaline engel olmak, yahut da kendisini “hal” etmek bütün Müslümanlar üzerine vacip olur. Zalim bir hükumete hükumet demek bile abestir. O bu isme layık değildir. Çünkü istibdat şer’an da, aklen de reddedilmesi gereken bir batıl fikirdir.3

Devlet başkanının sorumluluğu: Meşveret ve adalet, devlet başkanının halka karşı mükellef bulunduğu vazifeleri ve iktidarının sınırlarını belirler. İkisi de bir emr-i İlahî olan adalet ve meşveret, devletin kendini frenlemesini mümkün kılar. Adalet ve meşveret esaslarına uymayan devlet başkanını hal etmek Müslümanlara farz olmaktadır.

Bazı imamların bu konudaki görüşleri Hz. Ebubekir’in halifelik biatından sonra verdiği ilk hutbesine dayanmaktadır: “ben, Allah’a ve Onun Resulüne itaat ettiğim müddetçe siz de bana itaat edeceksiniz. Eğer Allah’a ve Resulüne itaatsizlik yoluna saparsam, o takdirde bana itaat etme mükellefiyeti üzerinizden kalkar.” Hz. Ömer de, “bir insan meşveret etmeksizin biat isterse meşru değildir” buyurmuştur.

Yalnız ehl-i sünnet alimlerinin büyük kısmı, “zulümden kısmen şikayet edilir, emirin karşısında hak söz söylenir, isyan etmek doğru değildir” demişlerdir. Ekseriyete göre haksız yere kan dökme bile ayaklanma için yeterli sebep değildir.

İnsan hakları: Kur’ân-ı Kerim’de ve hadislerde, bilhassa Hz. Resulullah’ın Veda Hutbesinde dile getirilen temel hak ve hürriyetler gerek Fransız İnsan Hakları Beyannamesinde, gerekse ABD İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinde de yer almıştır:

a. Devlet, vatandaşların canlarını, mallarını ve ırzlarını korumakla mükelleftir.
b. İnsan hürdür ve suçu sabit olmadıkça, hürriyeti elinden alınamaz.
c. Herkes fikir hürriyetine ve fikrini açıklama hürriyetine sahiptir. Fiile dökülmedikçe kimse fikirlerinden dolayı suçlanamaz. Hz. Ali’nin Haricilere gönderdiği haber şöyledir: “Kan dökmediğiniz, yol kesmediğiniz ve zulmetmediğiniz müddetçe istediğiniz durumda olunuz. Eğer bunları yaparsanız, size harp ilan ederim.”4
d. Devlet, vatandaşların zaruri ihtiyaçlarını garanti etmelidir. Sadece Müslüman olanlar değil, zımmîler de bu hükme dahildir. Hz. Ömer’in Yahudi bir zımmiye beytü’l-malden tahsisat ayırması buna en güzel örnektir. Halid bin Velid’in Hive halkına yazdığı mektupta da böyle bir uygulamadan söz edildiğini görüyoruz.

Anayasa: Mevdudi’ye ve daha birçok düşünüre göre İslâm devletinin anayasası yazılı olmayan bir anayasadır. Esasen 18. yy’a kadar bütün devletlerin anayasası, bugünkü İngiltere’de olduğu gibi yazılı olmayan bir anayasa idi. Bununla birlikte İslâm devletinin ilk kuruluş yıllarında yazılı bir anayasa örneği bulunmaktadır. Medine Toplumunun üzerinde ittifak ettikleri 47 maddeden müteşekkil ayrı dinlerden olan bütün Medine sakinlerinin bir arada yaşama formülünü içeren bir vesikayı “ilk yazılı anayasa” olarak kabul edebiliriz. Hakikaten bu yazılı anayasa bir Yahudi kavminin bozgunculuk yapmasına kadar yürürlükte de kalmıştır. Daha sonra ilk olarak Osmanlı Devletinde ve çeşitli Müslüman devletlerde yazılı anayasa örneklerine rastlıyoruz. Bu anayasalar İslâm fıkhına dayalı, İslâm kaynaklarından alınan anayasalardır.

Kuvvetlerin ayrılığı: Prof. Dr. Ali Fuat Başgil’e göre devlet teşkilâtında kuvvetler ayrılığı uygulaması Hz. Ömer devrinde başlamıştır. İdare ve hayır ayrımı yapılmış, bunun yanında devletin en yüksek müzakere ve karar organı olarak bir şura meclisi kurulmuştur. Bu meclis, kabile mümessilleri ile halk temsilcilerinden teşekkül etmekteydi.5

İslâm ve demokrasi

İslâm dininin akidesi ile hürriyetçi demokrasinin temel prensipleri arasında çok iyi uyum sağlayan paralellikler görmek mümkündür. Çünkü demokrasinin temel prensibi olan “hürriyet” İslâm akidesinin de temel şartıdır. Zira bütün İslâmi mükellefiyetler akıl-baliğ olan hür Müslümanlar içindir. İman ise cüz’i iradenin sarfıyla ilgilidir. Hürriyetsiz cüz’i irade söz konusu olamayacağına göre hürriyet imanın da esasıdır. İman ve cüz’i irade ilişkisini bütün müfessirlerin ve kelâm alimlerinin eserlerinde görebiliriz. Bediüzzaman Said Nursi de İşârâtü’l-İ’caz adlı Kur’ân tefsirinde Sa’d-ı Taftazani’nin, “İman Cenâb-ı Hakk’ın istediği kulunun kalbine, cüz’-i ihtiyarının sarfından sonra ilka ettiği bir nurdur” dediğini nakletmektedir. Yani iman dahi bir bakıma “tercih” ve “tasdikten” ibarettir. Bütün ehl-i sünnet alimleri bu hususta müttefiktir.

Bediüzzaman 1911 yılında neşrettiği ve meşrutiyeti bütün yönleriyle konu alan Münazarat adlı eserinde hürriyeti imanın “hassası” yani imana ait olan bir özellik olarak kabul eder. Ona göre imanın kuvveti oranında hürriyet yaşanacaktır. Çünkü cüz’i iradesini sarf ederek imanı elde eden insan artık kainatın sultanına bağlanmıştır. Başkasına boyun eğmez ve başkasının istibdadını kabul etmez. İmanın bir gereği olan şefkat de başkasının hürriyet ve haklarına tecavüz etmesine mani olur.6 Demek, iman bünyesinde barındırdığı hürriyet özelliği sayesinde mü’minin istibdada boyun eğmemesini ve hak ve hürriyetlere de tecavüz etmemesini gerektirmektedir. Yine Bediüzzaman hürriyeti,”kanundan başka hiçbir şeyin kimseye tahakküm etmemesi ve herkesin hukukunun mahfuz kalması şartıyla meşru dairedeki serbestiyet” şeklinde tarif etmiştir.7 Ona göre herkes istediği gibi düşünebilir ve asayişe ilişmemek şartıyla bu düşüncelerini açıklayabilir.8 Hatta fikir hürriyeti olmaksızın bu zamanda bir devletin üzerine düşen vazifeleri yapması imkânsızdır. Çünkü, “hürriyet-i efkâr medeniyetin kılıcı ve kuvveti”dir.9

Din ve vicdan hürriyeti: İnsan haklarının ana umdelerinden din ve vicdan hürriyeti zaten İslâmiyet’in özünde var olan bir hürriyettir. Çeşitli dinlerin mensupları İslâm hükümeti içinde serbestlikle dinlerinin gereğini yerine getirmişlerdir. Bediüzzaman bu hükümet-i İslâmiye içinde her zaman başka dinlerin mensuplarının da bulunduğunu nazara verir, ona göre, “asayişe ve emniyete ilişmemek şartıyla herkes vicdanıyla, kalbiyle kabul ettiği bir metodu veya fikriyle mesul olamaz.”10

Ayrıca Şualar’da “Dinde zorlama yoktur” âyet-i kerimesinin bu zamana bakan bir tefsirini ortaya koyarken, artık dünyadaki hükümetlerin laik cumhuriyetlere döndüğü gerçeğini dile getirmiş ve böylece lâikliğin din ve vicdan hürriyetinin bir ifadesi olarak kabul edilmesi halinde! zaten İslâm’daki hürriyet ile çatışmayacağını ifade etmiştir.11

İnsan hakları: Bediüzzaman’ın ifadesiyle hukukta eşitliği esas alan İslâmiyet’te “şah ve geda birdir.” Karıncaya bilerek ayak basmamayı emreden Şeriat, insan haklarını zaten ihmal etmeyecektir. İmam-ı Ali’nin sıradan bir Yahudi ile muhakemesi bu uygulamaya en güzel örnektir.12 İslâm toplumunda yaşayan muahid zımmilere eziyet etmek, haklarını elinden almak hadis-i şerifle men edilmiştir.13

İnsan haklarından olan can, mal ve ırz güvenliğini sağlayan İslâmiyet, yoksulluktan kurtulmak için fırsat eşitliği ilkesini de koymuş ve yaşatmıştır. Bediüzzaman’a göre gayr-ı müslimler de dahil bütün vatandaşlar memuriyetle yönetimde yer almak, ticaret ve sanatla uğraşmak gibi her türlü işte çalışmak fırsatında eşittirler. Çünkü askerlik gibi kaymakamlık ve valilik de hizmetkârlık olarak görülmesi gereken memuriyetlerdendir.14

Bütün vatandaşların sahip olduğu seçme ve seçilme hakkına gayr-ı müslimler de sahiptir. Parlamentoda yer alıp reylerini izhar edebilirler.15 Fikir hürriyeti ise İslâm hükümeti içinde yaşayan diğer dinler ve mezheplerin varlığı ile açıkça ortadadır.

Meşveret ve parlamento: Demokratik sistemlerde halkın iradesini temsil eden ve halkın yönetime iştirakinin yegane yolu olan meclis sistemi, Asr-ı Saadette ve Dört Halife Devrinde gerçekleşmiştir. Esasen Şura Sûresi: 38,(Onların aralarındaki işleri istişare iledir) ve Al-i İmran Sûresi 159. âyetinde (Ve işlerde onlarla istişare et)emredilen meşvereti Bediüzzaman bu zamandaki yönetimin en esaslı temel taşı olarak görmektedir.

Modern demokrasilerdeki parlamentonun yerini tutan meclis için “meşveret” ifadesini de kullanan Bediüzzaman’a göre parlamenter sistem Şeriata uygun bir sistemdir. Çünkü, rey ve fikir birliğine dayanan icma-yı ümmet Şeriatın delillerinden ve kaynaklarından biridir; ekseriyetin reyi Şeriatta bir esastır. Başka bir deyişle Şeriat kamuoyuna itibar eder ve saygılıdır.

Yine Bediüzzaman, 1922’de Ankara’da Büyük Millet Meclisine “Ey hall-i akd!” şeklinde hitap ederken, seçimle teşekkül eden Meclisi, Hulefa-i Raşidin Dönemindeki ve Asr-ı Saadetteki şura ile aynı gördüğünü de ortaya koymuştur.

Yine, “Meşverette hüküm ekseriyetindir, ekseriyetin oyu ise ancak hak ve maslahat üzerine gerçekleşir; hak ve maslahat ise Şeriatta esastır” sözleriyle Meclisteki çoğunluğun ittifak ettikleri meselelerin hak ve maslahat olacağını ve bunun da Şeriata uygunluğunu ifade ederken “çoğunluk” rejiminin zımnen Şeriattan tasvib gördüğünü tesbit etmektedir. Bazen dinen haram kabul edilenlerin zaruret karşısında helal olacağı prensibini de göz önünde bulundurarak Meclisin hilâf-ı Şeriat gibi görülen uygulamalarının da zamanın ilcaatı ile ortaya çıkmış zaruretler olarak kabul edilmesi gerektiğini ima etmektedir.16

“Bir ince teli rüzgâr her tarafa çevirebilir, fakat reylerin toplanması ve birleşmesinden kırılmaz bir zincir hasıl olacaktır.”17 Böylece kolay etki altında kalabilen münferid irade yerine daha kuvvetli olan Meclis iradesinin toplum ve medeniyet için hayatiyet taşıdığını görüyoruz. Bu zamanda sosyal hayatın bağları çoğalmış, geçim vasıtaları artmış ve teknoloji o kadar ileri gitmiş ki, milletin kalbi hükmünde olan parlamento, kamuoyu makamında olan şer’i meşveret ve kalkınmanın kılıcı ve kuvveti sayılan fikir hürriyeti o devleti taşıyabilir.18 

Münazarat adlı eserinde Meclis-i Mebusanı millet hakimiyetinin tecelli ettiği yer olarak gösterirken artık devlet işlerini bir şahs-ı mânevinin daha kolaylıkla ve maharetle yürüteceğini öne sürmektedir. Çünkü meclis yüzde doksan dokuzu iman, ilim, ahlâk ve ibâdetten, yüzde biri siyasetten ibaret olan Şeriatın değişmez hükümlerinin dışında kalan iktisadi ve içtimaî konularda kanun yapmakla görevlidir.

Meclis, bu görevini yerine getirirken, fertlere veya kurumlara nisbeten daha fazla isabet kaydedecektir. Çünkü ekseriyetin fikrinden hasıl olan bir görüş ve metodun yanılma ihtimali daha azdır.19

Bir kişinin reyi her tarafa çevrilebilir, etki altında kalması kolaydır; fakat ekseriyetin reylerinden hasıl olan bir kuvvetli şahs-ı maneviyi yanıltmak o kadar kolay olmayacaktır. Meclise dayanan bir hükümetde görevlerini daha iyi yerine getirecektir. Çünkü ülkenin her yanından seçilerek gelen temsilcilerin üretecekleri fikirler ve milletin dertlerine bulacakları çareler ülkenin gerçeklerine uygun olacaktır. Böyle bir sistem,”Hepiniz çobansınız ve idareniz altındakilerden mes’ulsünüz” (Müslim, 20) hadisinin sırrına da uygundur.20 Bediüzzaman’ın, Mecliste görev yapabilmek için herkesin eşit hakka sahip olduğu görüşünde olduğunu, Hıristiyan ve Yahudilerin Mecliste bulunmalarını tasvip etmesinden anlıyoruz.

Adalet: Adaleti sağlama demokratik bir yönetimin varoluş sebebidir. Prensip olarak bütün yönetimler adaleti esas alırlar. Çünkü yaradılış itibariyle sosyal bir varlık olan insan toplum hayatını sürdürürken her şeyin yerli yerinde olması, herkesin hakkını alması anlamına gelen adalete muhtaçtır. Herkes kendi aklıyla adaleti idrakten aciz olduğu için, adaleti sağlayacak bir külli akla ihtiyaç vardır ve bu külli akıl kanundur. Yönetim ise meşru kanunlarla ile adaleti tesis edecek müessesedir.

Demek siyasi otoritenin, adaleti sağlamak, hükümleri icra etmek için var olduğu apaçık bir gerçektir.

“Adaletin temininde hükmü icra eden yönetim tarafsız davranmalı, hükmü veren adalet müessesesi de hiçbir harici tesirin baskısı altında kalmamalıdır. Yönetim organları içinde en ziyade hürriyetini muhafaza etmeye, harici tesirlerden en fazla tarafsız kalmaya mükellef olan mahkemedir,”21 diyen Bediüzzaman,”yargının bağımsızlığını” adaletin temini için olmazsa olmaz bir şart olarak kabul etmektedir.

Kanun üstünlüğü: Demokratik bir yönetim sisteminde kanun hakimiyeti ve kanun üstünlüğü prensibi adaletin temininde en önemli esası teşkil etmektedir. Hz. Ömer’in ve Hz. Ali’nin maiyetlerindeki sıradan insanlarla, hatta zımmîlerle kanun karşısında eşit olarak muhakeme edilmeleri de bu prensibin uygulanma göstergelerindendir. Bediüzzaman “Hukukta şah ve geda birdir,”22 “Müsavatsız adalet, adalet değildir”23 derken, adaletin ancak eşitlikle gerçekleşebileceğini tesbit etmektedir. Eğer kuvvet kanunda olmazsa, istibdad tevzi olunmuş, yani dağıtılmış olur.24

Anayasa: Demokratik yönetimlerde iktidarı sınırlayan bir kurallar manzumesi olarak kabul edilen anayasa İslâmiyet’in zaruriyatı ve değişmeyen ahkâmında yazılı hale gelmemiş bir şekilde mevcuttur.

İlk İslâm devletinde, Medine’de yaşayan toplumların üzerinde ittifak ettikleri ve bir arada yaşama şartlarını ihtiva eden vesika ilk yazılı anayasa örneği olarak kabul edilebilir. 19. yüzyıl sonlarına doğru Osmanlıda kabul edilen Anayasa diğer bir yazılı anayasa örneğidir.

Yasama, yürütme ve yargı kuvvetlerini belli sınırlar dahilinde birbirinden ayrı ve dengeli bir biçimde çalıştırmayı hedefleyen anayasa mefhumu İslâmi yönetim tatbikatında yer almakla birlikte İslam devletlerinde görülen yazılı anayasanın zaten İslâmiyet’in kurallarına dayanılarak hazırlandığı bilinen bir gerçektir. Bediüzzaman’a göre parlamentoyu içinde bulunduran anayasal sistem hem adaleti ve kanun üstünlüğünü temin edecek, hemde bu zaman için gerekli olan bir yönetim biçiminin gerçekleşmesini sağlayacaktır.

Yalnız bir şart ile ki, anayasa maddeleri Kur’ân’ın genel hükümlerinden çıkarılmalı ve düsturlarının Kur’ân’dan alındığı gösterilmelidir.25

Dipnotlar:
1. Ebu’l ala el-Mevdudi, İslam Anayasası, Çev. İhsan Toksarı, Nadir Yayınları, İstanbul 1969, s.34.
2. a.g.e., s. 90.
3.Tarık Zafer Tunaya, İslamcılık Akımı, Simavi Yayınları, İstanbul1991, s. 42-43.
4. İslam Anayasası, s. 61.
5. Ali Fuat Başgil, Anayasa Prensipleri, c. I , s. 63.
6. Bediüzzaman Said Nursi, Münazarat, s. 59.
7. a.g.e., s. 57.
8. Bediüzzaman Said Nursi, Şualar, s. 357.
9. Bediüzzaman Said Nursi, Divan-ı Harb-i Örfi, s. 66.
10. Bediüzzaman Said Nursi, Emirdağ Lahikası, c. II, s.127.
11. Bediüzzaman Said Nursi, Şualar, s. 243.
12. Bediüzzaman Said Nursi, Münazarat, s. 66.
13. a.g e., s. 72.
14. a.g.e., s.75-80.
15. a.g.e., s. 41.
16. Bediüzzaman Said Nursi, Tarihçe-i Hayat, s. 196.
17. Bediüzzaman Said Nursi, Münazarat, s. 41
18. a.g.e., s. 40.
19. Bediüzzaman Said Nursi, Divan-ı Harb-i Örfi, s. 67.
20. Bediüzzaman Said Nursi, Münazarat, s. 41-42.
21. a.g.e., s. 23-27
22. Bediüzzaman Said Nursi, Tarihçe-i Hayat, s. 216.
23. Bediüzzaman Said Nursi, Münazarat, s. 66.
24. Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, s. 494.
25. Bediüzzaman Said Nursi, Divan-ı Harb-i Örfi, s. 35.