Şeriat ve Demokrasi 1

Admin: Bediüzzaman Said Nursi’nin Osmanlının son dönemlerinde yoğun bir şekilde tartışılan Meşrutiyet’e dair görüşlerinin ayrıntılı olarak tahlil edildiği bu yazı on yıla yakın bir süre önce yayınlanmış olmasına rağmen tazeliğini halen muhafaza etmektedir.


Türkiye’de İslâm ve demokrasi tartışmaları Osmanlının son dönemlerine kadar uzanır. Demokrasiye geçiş vetiresinin başlangıcı, Osmanlıdaki hürriyet ve meşrutiyet hareketleridir. 19. asrın sonlarına doğru başlayan ve 20. asrın başında iyice hareketlenen bu tartışmalarda, Nâmık Kemal ve Ali Suavi gibi isimlerin önemli katkıları vardır. İslâmî kaynaklardan beslenen bu fikir adamları, hürriyet ve meşrutî idarenin esasları üzerinde hayli kafa yordular.

Tatbikatta da hürriyetçi rejime milletimiz kolayca adapte olabildi. Bazı aydınlarımızın her türlü kötülemeyi yaptığı Osmanlıların son döneminde, özellikle İkinci Meşrutiyet sonrasında yaşanan çok partili hayat denemesi,bugüne dahi ışık tutup dersler verebilecek çarpıcı misallerin yaşandığı bir uygulama oldu. Hemen her görüşü temsil eden partilerin ve derneklerin kurulduğu o dönemde, basın yayın hayatı da alabildiğine hür, çeşitli ve zengin bir muhteva sergiledi.

Nevar ki, millet hakimiyetini gerçekleştirme vaadiyle kurulan Cumhuriyet sonrasında, bu çok seslilikten eser kalmadı. Padişah sultasını sona erdirmekten söz edenler, “ebedî şef” ve “millî şef” diktasını kurdular ve tek parti istibdadını tesis ettiler. Üstelik bu tek parti rejiminin öncüleri, laiklik adına dine de cephe açtılar ve milletin İslâmî inançlarla bağını koparmak için ellerinden gelen her şeyi yaptılar.

Buna karşılık, milletimiz sürekli olarak hürriyetçi rejimin arayışı içinde oldu. Milletin değer verip itibar ettiği din âlimleri de demokrasiden yana tavır koydular. Nitekim Cumhuriyet devrinin önde gelen din âlimlerinden Ömer Nasuhi Bilmen, Ahmed Hamdi Akseki, Kâmil Miras gibi zatların İslâm ve demokrasi üzerine yazdıkları makaleler,orijinal ve dikkat çekici yaklaşımlar taşıyordu.

Hayatı boyunca istibdada karşı çıkmış ve mücadele etmiş olan, hürriyetçi bir rejimin prensiplerini Kur’ân ve Sünnet ışığında çağdaş yorumlara tâbi tutan Bediüzzaman Said Nursî’nin görüşleride, başlı başına incelenmeye değer.

Onun bu konudaki bazı düşüncelerini ana başlıklar altında kısaca özetleyecek olursak:

Meşrutiyet=cumhuriyet=demokrasi: Bediüzzaman, “cumhuriyet ve demokrat” mânâlarıyla eşdeğer gördüğü (Divan-ı Harb-i Örfî, s. 69) ve “meşrua” kaydını koyarak İslâmî değerlerle teçhizini istediği meşrutiyeti, “şeriat namına alkışladığını” açıkça söyleyen bir din âlimidir. Meşrutiyet için yaptığı”adalet ve meşveret ve kanunda inhisar-ı kuvvetten ibarettir” tarifini, Cumhuriyet döneminde Cumhuriyet için tekrarlamıştır (a.g.e., s. 65). Ayrıca “Avrupa, bizdeki cehalet ve taassup müsaadesiyle, şeriatı -hâşâ ve kellâ-istibdada müsait zannettiklerinden, nihayet derecede kalben üzülmüştüm. Onların zannını tekzip etmek için, meşrutiyeti herkesten ziyade şeriat namına alkışladım” demiştir. (a.g. e., s. 24).

Temel prensipler dört mezhepten çıkarılabilir: “Meşrutiyeti, delâil-i şer’iye [şer’îdeliller] ile kabul ettim. Başka medeniyetçiler gibi taklidî ve hilâf-ı şeriat telâkkî etmedim. Ve şeriatı rüşvet vermedim” diyen (a.g.e., s. 22) Bediüzzaman, hürriyetçi bir anayasa rejiminin prensiplerini “sarahaten ve zımnen ve iznen” dört mezhepten çıkarmanın mümkün olduğunu bildirmiştir (a.g.e., s. 25).

Sistemin özü meşveret ve adalettir: Bediüzzaman’ın Münâzarat adlı eserindeki izah ve yorumlara göre, meşrutiyet, “Onlarla iş hususunda istişare et” (Âl-i İmran, 159) ve “Onların işleri, aralarında istişare iledir” (Şûrâ, 38) mealindeki âyetlerin tecellîsidir. Dinin emirleri dairesindeki meşverettir. Adalettir; hakka dayanır. Kalbi ilim ve mârifettir. Lisanı muhabbettir. Aklı şahıs değil, kanundur. Hukukun üstünlüğü esastır. Milletin hakimiyetidir. Saadete vesiledir. Yüksek hisleri uyandırır. İstibdadın “tek görüş”ünün yerine, sarsılmaz bir efkâr-ı umumiyeyi ikame eder. İrade ve tercih hürriyetini sağlar. İslâm’ın bahtını, Asya’nın talihini açar. Milyonlarca Müslüman’ı birbirine bağlar (s. 23).

Reislik hizmetkârlıktır: Bediüzzaman, demokrasinin İslâm’daki dayanaklarından biri olarak “Kavmin efendisi, hizmetkârıdır” mealindeki hadis-i şerife de dikkat çeker. “Bu hadisin sırrıyla”der, “şeriat âleme gelmiş; tâ istibdadı ve zâlimane tahakkümü mahvetsin.” (Divan-ı Harb-i Örfî, s. 22)

Hakimiyet milletindir: Bediüzzaman’ın meşrutiyet için yaptığı tarifleri demokrasiye tatbik ettiğimiz zaman karşımıza çıkan prensiplerden biri de şudur: Demokrasi millet hakimiyeti olduğu için, rejimin hakimi, efkâr-ı umumiyenin temsilcisi olan, seçimle teşkil edilen meclistir. Hükümet, meclisin emrinde ve hizmetindedir. Bediüzzaman bu mânâları şöyle ifade eder: “Meşrutiyet, hakimiyet-i millettir. Yani efkâr-ı âmmenizin misal-i mücessemi olan meb’usan hakimdir; hükûmet hâdim ve hizmetkârdır.” (Münazarat, s. 42) Millet hakimiyetinin şeriattaki dayanağı ise şu cümlelerde ifadesini bulur: “İcma-i ümmet, şeriatta bir delil-i yakînîdir. Rey-i cumhur [ekseriyetin görüşü], şeriatta bir esastır. Meyelân-ı âmme [kamuoyunun temayülü], şeriatta muteber ve muhteremdir” (a.g.e., s. 40).

Meclis milletin kalbidir: Eski çağlarda sosyal hayat, medeniyet ve ihtiyaçlar bu derece inkişaf etmediği için, devlet idaresi mahdut şahıslar eliyle yürütülebilirdi. Ama şimdi şartlar çok gelişmiş ve değişmiştir.İnsanlar arasındaki bağlar son derece girift ve iç içe bir hale gelmiştir. Medeniyet baş döndürücü bir gelişme gösterirken,teknoloji ve ekonomik hayat da paralel bir inkişaf kaydetmiştir. Böyle bir ortamda eski devlet anlayış ve yapısıyla iş görmek mümkün değildir. Bediüzzaman’ın ifadesiyle, “Ancak, yalnız kalb-i millet hükmünde olan Meclis-i Meb’usan ve fikr-i ümmet makamında olan meşveret-i şer’î ve seyf ve kuvvet-i medeniyet [medeniyetin kuvvet ve kılıcı] menzilinde bulunan hürriyet-i efkâr [fikir hürriyeti] o devleti taşıyabilir; ve idare ve terbiye edebilir” (Divan-ıHarb-i Örfî, s. 85).

İlâhî ahkâm değişmez: “Demokrasi millet hakimiyetine dayanır, oysa İslâm’da hakimiyet Allah’ındır” şeklindeki itiraz ve endişelerin ciddî bir esası ve dayanağı yoktur. Çünkü ilâhî ahkâm zaten değişmez. Ama bu ahkâmın değişen şartlara göre ne şekilde uygulanacağını tayin etmek, meşveretle olmalıdır. İşte millet iradesiyle seçilecek olan meclisin görevi, bu meşvereti yapmaktır. Bediüzzaman’ın ifadesiyle: “Ahkâm ve hukuk ise, zaten tebeddül etmez. Tatbikat ve tercihattır ki, meşverete ihtiyaç gösterir. … Aslın tebdiline gitmek olamaz; gidilse, intihardır.” (Münazarat, s. 42)

Bu esaslar çerçevesinde dindarların demokrasiden kuşku duymalarına gerek yoktur. Çünkü demokratik kaidelere uygun şekilde milletin reyleriyle teşekkül edecek olan meclis ve onun içinden çıkacak hükümet, yine İslâm’ın hizmetinde olacaktır. Demokraside asıl olan, millet iradesidir. Eğer milletin ekseriyeti de, seçtiği milletvekilleri de Müslüman ise, endişeye mahal yoktur. Hiçbir tesir altında kalmaksızın, tam bir hürriyet içinde ülke meselelerini tartışıp fikir üretecek olan milletvekilleri de, meclis kararları istikametinde icrayı üstlenecek olan hükümet deyine İslâm’a hizmet edeceklerdir.

Din ayrı, devlet ayrı; ama devlet dinin hizmetinde: Meşrutiyetle birlikte getirilen sistemin gayrimüslimlerede milletvekilliği, valilik, kaymakamlık gibi idarî devlet görevlerinin kapısını açması karşısında meydana gelen”Böyle bir şey nasıl olabilir?” gibi sual ve istifhamlara Bediüzzaman’ın verdiği cevap şudur: “Saatçi ve makineci ve süpürgeci oldukları gibi. Zira meşrutiyet, hakimiyet-i millettir; hükûmet hizmetkârdır. Meşrutiyet doğru olursa, kaymakam ve vali reis değiller, belki ücretli hizmetkârlardır. Gayrimüslim reis olamaz, fakat hizmetkâr olur.” (a.g.e., 79)

Peki, bu durumda şeriatın devlete dair hükümleri ne olacaktır?

Bir defa, devletin işleyişi, idarî, siyasî ve iktisadî bir ihtisas konusudur. Bu yönüyle,”profesyonel” bir yaklaşımı gerektiren “teknik” bir iştir. Ana kaidelere bağlı kalmak kaydıyla, bu idarî görevlerin, ehliyet ve liyakat şartlarını taşıyan kişilerce yürütülmesi gerekir. Bu kadroların hem dindar,hem ehil olması elbette ki öncelikli tercihtir, ama bu iki sıfatı da mezcedenlerin kâfi gelmediği durumlarda, devletin işleyişi bakımından, Kur’ân’daki emrin de gereği olarak, “ehil” olanları görevlendirmek şarttır.

İkincisi, gelişen şartlar nasıl devletin Meclis tarafından yönetilmesini gerektirir hale gelmişse, din işlerinde de devletten ayrı ve müstakil bir hey’etin teşkilini zarurî kılmaktadır. Devlet icraatının ve genel istikametin murakabesi, ancak böyle bir hey’et tarafından yapılabilir. Onun içindir ki, Bediüzzaman Diyanet dairesinde dört mezhepten kırk-elli ulemânın iştirakiyle bir “Meclis-i Meb’usan-ı İlmiyye” teşkilini teklif eder ve bu ilim meclisinin, parlamentoya “müftü” olacağını belirtir (a.g.e., s. 80).

Açık rejim: Demokrasi bir yönüyle “açık rejim” olarak da tarif edildiğine ve demokraside her şey kamuoyunun gözü önünde, herkesin murakabesine açık şekilde cereyan ettiğine göre, istibdat yönetimlerinde ardına kadar açık olan suiistimal ve yolsuzlukların çoğunun kapısı kapatılmış olur. Bediüzzaman’ın ifadesiyle,”meşrutiyet ile suiistimalâtın ekser yolları münsed olur [set çekilir]; istibdatta ise açıktır.” (a.g.e.,s. 39)

Hürriyetin sınırları: Bediüzzaman, hürriyetlerin İslâm ahlâk ve âdâbıyla sınırlanması gerektiğini belirtir. “Nâzenin hürriyet âdab-ı şeriatla müteeddibe ve mütezeyyine olmalıdır” diyerek, hürriyetin, dinin getirdiği ahlâk prensipleriyle terbiye edilip süslenmesini isteyen Bediüzzaman, “Sefahet ve rezaletteki hürriyet, hürriyet değildir; belki hayvanlıktır, şeytanın istibdadıdır, nefs-i emmâreye esir olmaktır” der. Hürriyetin tarifinde esas alınacak çok önemli bir ölçüyü de şöyle ifade eder: “Hürriyetin şe’ni [gereği] odur ki, ne nefsine, ne gayriye zararı dokunmasın.” (a.g.e., s. 55) Bu tarif, “Kişinin hürriyetinin sınırı, başkasının hürriyetinin başladığı yerde biter” diyerek, “başkasına zarar vermeme”yi kâfi gören Batılı mânâdaki hürriyet anlayışından daha ileri bir merhaleyi ortaya koyar ve kişinin kendisine de zarar verme hak ve hürriyetine sahip olmadığını vurgular. Bediüzzaman’a göre, bu mânâdaki hürriyet, “kanun-u adalet ve te’dipten başka” hiç kimsenin kimseye tahakküm etmemesi sonucunu getirmeli; herkesin hukuku mahfuz kalmalı ve herkes “meşru” hareketlerinde serbest olmalıdır (a.g.e., s. 57).

Şeriat hilâfete, saltanata ve siyasete âlet edilemez: Bediüzzaman, şeriatın hilâfete, saltanata veya başka bir siyasete âlet ve tâbi kılınmasının, güneşin sönmüş bir yıldıza peyk yapılması ya da güneşi yıldızın cazibesine tâbi zannetmek gibi bir hal olduğuna dikkat çeker, bunu “tarîk-i dalâlete sülûk” tabiriyle yanlış yola sapma olarak değerlendirir. (Divan-ı Harb-i Örfî, s. 46)

Şeriat, ihtilâl sloganı olamaz: Bediüzzaman’ın bu tartışmalara aktif şekilde katıldığı dönemde, şeriat yoğun şekilde gündemdedir. Tartışmaların en önemli dönüm noktalarından biri ise, Tanzimat Fermanında yer alan bir ifadedir. Osmanlıda Batılılaşma cereyanının başlangıcı olarak yorumlanan fermanda, bu yorumun tam aksine,devletin şeriata bağlı olduğu ölçüde gelişip güçlendiği, şeriattan uzaklaştığı zaman ise gerileyip zaaf ve fakra düştüğü ifade edilerek şöyle denir:

“Şeriat kanunları altında idare olunmayan memleketlerin payidar olamayacağı açıktır.”

Ama bu tesbitin içi doldurulamadığı için, gereği yerine getirilemez. Şeriattan uzaklaşma sürecinde adım adım ilerleyen Osmanlı da “payidar olamaz.” Ve derken öyle bir noktaya gelinir ki, Osmanlının son döneminde Bediüzzaman gibi bir İslâm âlimi, 31 Mart olayını takiben çıkarıldığı Divan-ı Harb-i Örfî’de, “Sen de şeriat istemişsin!” diye suçlanır.

Gerçi bu “itham” karşısında en küçük bir geri adım atmayan Bediüzzaman, “Şeriatın bir hakikatine, bin ruhum olsa feda etmeye hazırım. Zira şeriat, sebeb-i saadet ve adalet-i mahz ve fazilettir” diyerek hakikati cesaretle ifade eder, ama şöyle bir kayıt düşmeden de geçemez: “Fakat, ihtilâlcilerin isteyişi gibi değil.” (a.g.e., s. 19)

Bediüzzaman bu cevabıyla, şeriatın mânâ ve hakikatine bütün ruhuyla sahip çıkmakla birlikte, bu mukaddes kavramın ihtilâl sloganı haline getirilmesini asla tasvip etmediğini de ifade etmiştir. Ve bu tavrını bütün hayatı boyunca koruyacaktır.

Radikal anlayışlar: İhtilâlci bir “şeriat” anlayışına karşı çıkan Bediüzzaman,Osmanlının meşrutiyet tartışmalarıyla çalkalandığı 1900’lü yıllarda, bu tartışmalarla birlikte gündeme gelen”din-siyaset” ilişkisine dair dikkate değer görüşler ortaya koymuştur. Meselâ yine Divan-ı Harb-i Örfî müdafaasında şöyle der:

“Şeriat, yüzde doksan dokuz ahlâk, ibadet, ahiret ve fazilete aittir. Yüzde bir nisbetinde siyasete mütealliktir.” (s. 28)

Bu ölçü, her şeye siyaset ve iktidar gözlüğüyle bakıp, İslâmiyet’in imana, ahlâka ve ibadete dair esaslarını ihmal eden “radikal” anlayışlar karşısında fevkalâde önem taşıyan bir gerçeğin ifadesidir.

Bediüzzaman, yine aynı müdafaasında, “siyaset-i şer’î” olarak sadece “kısas ve el kesme” cezalarının tatbikini anlayan ve isteyen anlayışı, “avam”a has bir düşünce olarak değerlendirir (a.g.e., s. 44). Halbuki şeriattaki siyaset ölçüleri, başlı başına bir devlet nizamını, siyasî rejimi ve hukuk düzenini içine alan kaideler manzumesidir.

Bediüzzaman, 31 Mart olayını hazırlayan sebepler arasında, “sağını solunu fark edemeyenler” olarak vasıflandırdığı bazı kişilerin, “hâşâ, şeriatı istibdada müsait zannederek tûtî kuşları taklidi gibi ‘Şeriat isteriz’ demeleri” ni de eleştirir (Münazarat, s. 83).

Ona göre, meşrutiyeti “gaddar, çirkin ve hilâf-ı şeriat” gösterenler, “meşveretin de düşmanlarını çok edenlerdir.” Oysa “Tebdil-i esmâ ile hakaik tebeddül etmez.” Yani, isimlerin değişmesiyle hakikat değişmez (Divan-ı Harb-i Örfî, s. 40).

Temel hak ve hürriyetleri esas alan hürriyetçi hareketlere ve “demokrat mânâsındaki meşrutiyet”e İslâm namına sahip çıkan Bediüzzaman, hürriyetçi rejimin temel belgesi olan kanun-u esasîye, yani anayasaya sözde din adına itiraz edenleri ise şöyle tenkit eder:

“Hem de çok adamlar görmüşüm, Sultan Abdülhamid’e Ahrar’dan [Hürriyetçilerden] ziyade hücum ederdi ve derdi: ‘Hürriyeti ve kanun-u esasîyi otuz sene evvel kabul ettiği için fenâdır.’ İşte yahu, Sultan Abdülhamid’in mecbur olduğu istibdadını hürriyet zanneden ve kanun-u esasînin müsemmâsız isminden ürken adamın sözünde ne kıymet olur?” (Münazarat, s. 58, 59)

Günümüzde de yer yer ve zaman zaman ifade edilen “İslâm’da anayasa olmaz, bizim anayasamız Kur’ân’dır”görüşünün sahipleri, herhalde bu ifadenin muhatapları arasındadır. (Bu konu yazının ikinci bölümünde ayrıntılı izah edilecektir)

Bediüzzaman’a göre, “Şeriatı isteyenler iki kısımdır: Biri, muvazene ile zarureti nazara alarak, müdakkikane meşrutiyeti şeriata tatbik etmek istiyor. Diğeri de, muvazenesiz, zâhirperestane, çıkılmaz bir yola sapıyor.”(a.g.e., s. 41)

İşte Müslümanlar arasındaki şeriat ve demokrasi tartışmalarının ortaya çıkardığı ayrım, bu değerlendirme ile özetlenebilir. İslâm âlemi, dengeli, şartları ve zaruretleri dikkate alan ve demokrasiyi şeriata uygun bir anlayışla tatbike yönelen bir tercihi mi esas alacaktır; yoksa dengesiz ve zâhirperest bir yaklaşımla çıkılmaz bir yola mı sapacaktır?

İslâm dünyası bugün de böyle bir yol ayrımı ile karşı karşıyadır.

İşte Bediüzzaman Said Nursî’nin bugüne kadar gerek ilâhiyat camiasınca, gerekse “modern entelektüel” çevrelerce bilinmeyen orijinal fikirleri, iyi anlaşılıp dikkatle üzerinde durulduğu ve tahlil edildiği takdirde, pek çok problemi çözecek; bilgisizlik ve yekdiğerini tanımazlık sebebiyle bugün birbirinden çok uzak ve kopuk gibi görünen kesimleri dahi ortak bir zeminde buluşturabilecek; karşılıklı taassupları eritip izale edebilecek; ve İslâm dünyasında,dinin esas ve temellerine dayalı gerçek bir hürriyet rejiminin tesisinde çok değerli katkılar sağlayabilecek güçtedir.Türkiye ve İslâm dünyası, bu fikirleri tanımakta daha fazla gecikmemelidir.