İslâm ile Hıristiyanlık arasında, çağlar boyu çok ciddî gerilimler yaşandığı bir vâkıadır. Bu durumun anlaşılması hiç de zor olmayan birçok sebebi mevcuttur. Bu sebeplerin en önemlisini ise, herhalde, Hıristiyanların İslâmı kendileri için yeni ve çok ciddî bir meydan okuma olarak algılaması oluşturur.
Oysa, İslâmın Hıristiyanlara yönelik hitabı, elbette bir tâdil, ama şefkat ve insaf yüklü bir tâdil barındırır. Kurân, Hıristiyanları Ehl-i Kitab olarak tanımlar ve sair gayrimüslimlerden ayırır. Tüm gayrimüslimler arasında, Müslümanlara karşı kalbi en açık olanları Hıristiyanlar arasında bulacağımızı söyler. Hıristiyanlarla aramızdaki ortak kelimeden söz eder ve onları bu ortak kelimeye çağırmamızı ister. Bu ortak kelime, saf tevhid hakikatidir: Allahtan gayrı, bazımız bazımızı Rab edinmesin. Sizin de ilahınız, bizim de ilahımız birdir. Ve biz Ona teslim olmuşuz. Kurân, ayrıca, mabedlerinde geceleri namaz kılan ve Allahı anan inanmışlardan da söz eder.
Diğer taraftan, Hz. İsanın çok mucizelere mazhar bir resul olarak, Havarilerinin Rablerine hakkıyla râm olan insanlar olarak, Hz. Meryemin bir iffet ve ubudiyet timsali olarak Kurânda ne denli sena edildiği açıkça ortadadır. Öyle ki, Hz. İsaya (a.s.) bir resul olarak inanmak, İslâma göre, imanın ayrılmaz bir parçasıdır. Hz. Yahya ve Zekeriya (a.s.) için de durum budur. Sair Benî İsrail peygamberleri de, Hz. İsa gibi, bir İslâm peygamberidir.
Gerçi Hıristiyanlar, yine Kurânın beyanıyla, determinist bir zihniyetin tezahürü olarak, Hz. İsanın babasız dünyaya gelişini anlayamayıp onu Tanrının oğlu olarak görme; tevhidden teslise düşme; hakikat yolunda Allahın helâl kıldıklarını da kendilerine haram ederek ruhbanlık gibi bir usûl edinme; Hz. İsaya gelen vahyi saf haliyle muhafaza edememe gibi hallere duçar olmuşlardır. Ama bu din, böylesi tahriflere rağmen, yine de Hz. İsadan miras kalan birçok hakikatı barındırmaktadır. Allahın varlığı, nübüvvet, İlâhî emir ve yasaklar, ubudiyet, Allah sevgisi, Allahı tanıma, adalet, merhamet… gibi bir dizi hakikat, gerçek İsevîlik gibi, muharref Hıristiyanlıkta dahi mündemiçtir.
Bu bakımdan, Kurân, Hıristiyanlara Dininizi tamamen bırakın demez. Bir Kurân talebesinin belirttiği üzere, Kurânın Hıristiyanlara -ve de Yahudilere- yaklaşımı, şu şekilde özetlenebilir: Ey Ehl-i Kitab! İslâmiyeti kabul etmekte size bir meşakkat yoktur. Size ağır gelmesin. Zira, size bütün bütün dininizi terk etmenizi emretmiyor. Ancak, itikadatınızı ikmal ve yanınızda bulunan esasat-ı diniye üzerine bina ediniz, diye teklifte bulunuyor. Nitekim, Kurân meselâ Hz. İsayı bir resul olarak birçok sûrede sena etmekte; ama ona duydukları sevgide ifrata düşüp onu tanrılaştıranları tevhide dâvet etmektedir. Keza, ruhbanlığı yorumlarken, bu yolun belki bir kulluk endişesiyle seçildiğini; ama deyim yerindeyse yürümediğini, zira Allahın helâl kıldığını kendine haram kılma gibi fıtrata ters düşen bir tefriti barındırdığını belirtmektedir. Ki, insan fıtratını dinlese, ruhbanlığa mecbur kalmadan, pekâlâ Rabbini tanıyıp yalnız Ona kul olabilir.
Kurânın Hıristiyanlığa yönelik yaklaşımı meydan okuyucu olmaktan ziyade böylesine tadil edici ve tamamlayıcı bir mahiyet arz eder. Hıristiyanlara yaklaşımı da, şefkat ve terbiye yüklüdür.
Buna mukabil, Hıristiyanlar açısından İslâm, onlara göre son ve gerçek din olan Hıristiyanlıka karşı bir sapkınlığı temsil eder. Kurân Hıristiyanlarca bir İlâhî vahy olarak kabul edilmediği gibi; İlâhî kelâmın elçisi olan Hz. Muhammed (a.s.m.) çağlar boyu anti-Christ, yani Deccal olarak görülmüştür. Bir sevgi dini olduğu ısrarla belirtilen Hıristiyanlıkın azizleri içinde, en yoğun sevgi örneklerini sergilemiş olan Assisili Aziz Francisin Haçlı Seferlerindeki Müslüman kıyımı esnasında sergilediği çelişkili tavır, bu sapkınlık saplantısının en dramatik örneklerinden birini oluşturur. Çağlar boyu, Hıristiyan dünya, son din olan Hıristiyanlıka meydan okuyan bir sapkınlık olarak gördüğü İslâmı boğmak için elinden geleni esirgememiştir.
Durum bu olunca, iki dinin mensupları arasında bir çatışmanın varlığı herhalde beklenen bir durumdur. Bir kez daha belirtelim, daha Resul-i Ekrem (a.s.m.) zamanında, Müslümanlar, meselâ ateşperest Sâsânîler karşısında Kitab ehli Bizansın galibiyetini arzulama gibi incelikli tavırlar göstermiş; Resul-i Ekremin (a.s.m.) Bizansa gönderdiği Dıhye (r.a.), İsa Mesihin namaz kıldığını biliyor musun? sorusu ve Evet cevabıyla başlayan bir diyalog içinde, onu Mesihin kendisine namaz kıldığı Zâta, yerin ve göklerin, annesinin karnında Mesihin yaratılışını düzenleyene çağırıyorum. Musanın ve ondan sonra da Meryem oğlu İsanın müjdelediği ümmî nebîye çağırıyorum diyerek, ortak kelimeye davetin en sıcak ve en beliğ örneklerinden birini sergilemiştir. Ne var ki, İslâm davetinin tebliğine izin vermeyen beldeler, dârül-harb olarak maddî cihadı gerektiren beldeler olacak; bu arada Hıristiyanların hâkimiyetindeki Asya, Afrika ve Avrupa topraklarında da sıcak savaşlar yaşanacaktır. Öte yandan, Hıristiyan dünya da, ona göre sapkınların eline düşen beldeleri kurtarmak üzere kılıca sarılacak; iki yüz yıl süren Haçlı seferleri, Endülüste yaşanan Reconquista ve Batı sömürgeciliğinin ilk adresinin İslâm toprakları oluşu Bu çerçevede dikkate değer olaylar olarak tarih sahnesine yazılacaktır.
Hıristiyanlar ile böyle bir mazisi olan Müslümanların, Hz. İsaya, Hz. Meryeme, Havarilere, Yâsînde meseli zikredilen şehrin öte yakasından koşup gelen adama, Ashâb-ı Kehfe, Hz. Zekeriya ve Yahyaya ve sair Benî İsrail peygamberlerine bakışlarının rotasını ise, Kurân netlikle çizer. Onların her biri, müslimdirler ve tüm insanlık için iman ve ubudiyet timsalidirler. Hz. Musaya gelen de, Hz. İsaya gelen de haktır. Dolayısıyla, gerçek Musevîler de, gerçek İsevîler de müslimdirler. Ne var ki, Hz. Musaya gelen vahiy, sonraki dönemlerde nefis-eksenli bir tahrife uğratılmış; bu arada hem bir kavim dinine dönüşmüş, hem de İlâhî şeriat cemâl ve sevgiden mahrum bir kanunlar manzumesine dönüştürülmüştür. İlk elde Yahudiler içinde nübüvvet görevini yüklenen Hz. İsanın, bu içi boşaltılmış şeriatı asıl sâfiyetine çevirmek üzere, bu sevgi ve cemâl boyutunu takviye ediyor olduğu görülür. Hiçbir İlâhî hüküm, ruhsuz beşerî kanunlara benzemez; madem ki Allah Celîl-i Zülcemâldir, celâl içinde bir cemâl barındırır. Dolayısıyla, İlâhî hükümlerin içerdiği cemâl ve sevgiden ve elbette marifet ve muhabbet-i ilahî boyutundan mahrum bırakıldığı bir ortamın peygamberi olarak, Hz. İsa (a.s.) sevgi üzerinde duracaktır. Bu, gerçek İsevîlikin şeriatsızlığına delâlet etmez; zira, Hz. İsanın nübüvveti hengâmında Hz. Musaya gelen şeriat -bazı tahrifatla birlikte- yine hüküm-fermaydı, nitekim Hz. İsa da bu şeriatla hükmetti. Ama, içi boşaltılmış, sevgiden arındırılmış, ruhsuz ve rahmetsiz kanun hükümlerine döndürülmüş bu şeriatın içini doldurarak, sevgi boyutunu iade ederek, ruhunu ona yeniden tevdi ederek.
Ne ki, Hz. İsanın bu taliminin zamanla bir tefrite konu edildiği gözlenecektir. Nasıl Pontius Pilatusun ellerindeki Yahudilik bir peygamberin katledilmesi teşebbüsüne dahi imkân vermişse, Aziz Pavlusun elindeki Hıristiyanlık da dünyevî Roma imparatorluğuyla uzlaşan ruhanî bir iktidara imkân vermektedir artık. Kurânın öğrettiğine göre, Hz. İsaya gelen vahiy haktır, ona iman etmek her müminin boynuna borçtur; ama saf İsevîlik, zamanla cismanîyi Romaya, ruhanîyi Kiliseye tevdi eden bir ruhbanlıka inkılâb edecektir. İncili İncillere dönüştüren tahrifatın özü, birçok araştırmacıya göre, bu noktada düğümlenir. Yahudilerin zamanla düştüğü cemâlsiz bir celâl ifratına karşı, bu kez de celâlsiz bir cemâl tefritine düşülmüş; ruhsuz şeriat aşırılığının yerini, şeriatsız ruh aşırılığı almıştır. Öte yandan, çocuk sonucunu ana ve baba sebebine vererek Hz. Meryem gibi bir iffet timsalini iffetsizlikle suçlayan Yahudiler de; Hz. İsaya baba olarak Allahı takdir buyuran Hıristiyanlar da aslında aynı yanılgının, esbâb şirkinin kurbanıdırlar.
Kurân, bu yanılgıları aşma dâvetinde bulunur ve ehl-i kitabı bazımızın bazımızı Rab edinmediği bir ortak kelimeye çağırırken, gerek Hz. Musanın, gerek Hz. İsanın, gerek tüm Benî İsrail peygamberlerinin bir peygamber olarak hakkını kesinlikle teslim eder. Bu arada Ehl-i Kitab olarak Hıristiyanları, her şeye rağmen, dinsiz ve putperest gayrimüslimlerden ayırır. Bir arada yaşama ve evlilikten yeme-içmeye, alım-satıma kadar uzanan birçok konuda Hıristiyanlar için sair gayrimüslimlerden farklı ve daha müsaadekâr hükümlerin nazil oluşu bunun bariz bir örneğidir.
Bir Müslüman, Hıristiyan akidesine bakışını, beklendiği üzere, Kurân ve hadis ekseninde belirler. Hz. İsaya vahyolunan saf İncile iman etmekle yükümlüdür; mevcut İncillere ise Kurân ve hadisin adesesiyle bakar. Meselâ, şanlı bir nebî olarak İsa aleyhisselâma iman etme ve sevgi ve hürmet duyma yükümlülüğü duyar; ama onu Tanrının oğlu olduğuna iman etmeme yükümlülüğü de vardır. Hıristiyan akidesine, kendi inanç temelleri itibarıyla yaklaşmaya elbette hakkı da vardır.
Fakat, bu hengâmda, kaş yapayım derken göz çıkarma olayları da vâki olmaktadır. Kurânın Hıristiyanlık karşısındaki duruşunu hakkıyla anlamamış; ama bir Haçlı birikimi hâfızasının baş köşesinde yer tutmuş birçok kişi, bu noktada istikamet çizgisini aşan ve muhtemelen birçok Hıristiyanın kalbinin İslâma açılmasına da mani olan bir gayri İslâmî tutum sergileyebilmektedir.
Düşülen ilk hata, İncillerin tahrife uğramış olmasını, İncillerin içinde hiçbir hakikat bulunmadığı şeklinde anlamaktır. Oysa, tahrife uğramış bir kitab, hâlâ daha içinde hakikatler barındırıyor olabilir. Nitekim, Kurânî bir süzgeçten geçirildiğinde, pekâlâ hakikatlı olan birçok İncil âyeti görmek de muhtemeldir. Resul-i Ekremin hayatı öncesinde, onun zamanında ve sonrasında, İncilden Hz. Peygambere dair işaretler çıkaran âlimler ve rahipler, İncil tamamen tahrif olmuş ise, bunu nasıl çıkarabiliyorlar? Bahîra gibi bir rahip, Varaka gibi bir Hıristiyan, nasıl Muhammed-i Arabîde risâletin mührünü okuyabiliyor? Hem, bin küsûr yıl insanların hakikatten tamamen mahrum bir kitabın izinde yürümesi nasıl mümkün olabilir?
Kısacası, İncillerin tahrife uğraması ayrı şey, onda hâlâ daha hakikat bulunması ayrı şeydir. Meselâ, Siz hakikatı bilin. Ve hakikat sizi hür kılacaktır âyeti (Yuhanna, 8:32) hürriyetin harika bir tarifi değil midir?
Oysa, Kurânın ehl-i kitabı dinlerini terke değil, tâdile çağıran haklı ve şefkatli tavrını hazmedememiş kimi Müslümanların nezdinde, İncil, âdeta, hiçbir âyeti hakikat taşımayan bir kitaptır. Velev ki hakikatlı olsun, Schopenhauer gibi dinsiz bir filozoftan yapılan bir iktibasa hiç kimse sesini çıkarmazken, İncilden yapılan bir iktibas hemen Hıristiyanlık propagandası gibi yaftalara konu edilmektedir. Dinsizlik veya en azından dünyevîlik kokan nice film ve diğer TV programları sakin sakin seyredilmekte, zihinler malayaniyatla uyuşmakta iken, insanların Müslümanların ettiği tarzda olmasa bile Allaha ibadet ettiği Hıristiyan-temalı bir film büyük infial uyandırabilmektedir. Hiçbir uhrevî ve dinî boyut taşımayan laik kutlamalara -meselâ maç sonraları yaşanan zincirinden boşanmışlıklara- yalnızca gülünüp geçilir, çoğu zaman da kıyıdan köşeden dahil olunurken, insanları ibadete çağıran kilise çanına karşı açık bir tahammülsüzlük söz konusudur.
İşin en kötüsü, Hıristiyanlara muhalefet derken, zaman zaman bir peygamber olarak Hz. İsaya da haksızlık ve saygısızlık yapılmasıdır.
Yılbaşı kutlamaları esnasında, bunun en açık örneklerinden biri sergilenir. Hz. İsanın doğum günü olarak 26 Aralıkta Hıristiyanların bayram etmesine karşılık, 31 Ocak akşamı yapılan yılbaşı kutlamasının hiçbir dinî boyutu yoktur. Bilâkis dinî ölçülerin her açıdan çiğnendiği kutlamalardır bunlar. İslâmın ölçülerine ters düştüğü gibi, Hıristiyan inancına da terstir. Batıda birçok kilisenin yılbaşı kutlamalarına karşı mücadele ettiği bir vâkıadır. Hatta Christian Holy Day or Pagan Holiday? gibi broşürler bile dağıtanları vardır. Daha başlıkta belirtildiği üzere, yılbaşı, Hıristiyanların mübarek günü değil, puta tapıcıların tatil günüdür bu broşüre göre. (Patrikhanenin de yılbaşının Hıristiyanlıkla ilgisi olmadığına dair bir açıklama yaptığını bu vesileyle hatırlatalım.) Tüm bu gerçeklere rağmen, ehl-i dinin hatırı sayılır bir kısmı, yılbaşını Hıristiyan-Müslüman karşıtlığı içinde yorumlamaktadır. İşin en kötü tarafı, bu minvalde İsa Aleyhisselâma saygısızlığa kadar uzanan garip yorumların ortalıkta kol gezmesidir.
Bu tutarsız, ölçüsüz ve haksız tavrın manidar bir göstergesi, birçok ehl-i dinin diline yerleşen bizim peygamberimiz sözüdür. Hz. Muhammed, elbette bizim peygamberimizdir; söz, bu muhtevasıyla doğrudur. Ama, bu söz, zımnında, onların peygamberini de taşır; ki, birçok Müslümanın zihnine yerleşen imge Hz. İsanın Hıristiyanların, Hz. Musanın ise Yahudilerin peygamberi olduğudur! Bizim peygamberimiz ve onların peygamberi tabirleriyle yüklü o kadar çok konuşmaya şahit olmuşumdur ki…
Oysa, Yahudiler Hz. İsa ve Hz. Muhammedi, Hıristiyanlar Hz. Muhammedi peygamber kabul etmeseler bile, bütün peygamberler bizim peygamberimizdir. Bir Müslüman, Hz. Âdemden Hz. Peygambere kadar gelen tüm peygamberlere iman etmek ve tüm semavî kitaplara inanmak ile yükümlüdür. Hz. İsanın adı anıldığında onu Hıristiyanların peygamberi olarak düşünmek ve uzağımızda hissetmek, müthiş bir yanılsamadır. Hayır, İsa Aleyhisselâmın adı anıldığında, yüreğinin derinliklerinde bir sevgi ve hürmet titreşimi hissetme durumundadır mümin. Tüm peygamberler gibi, bizim peygamberimizdir İsa (a.s.); İslâm peygamberidir. Kurân, müminlerin peygamberler arasında ayrım yapmamasını emretmektedir ve Resul-i Ekremin (a.s.m.) beyanıyla, tüm peygamberler kardeştir. Hz. İsa ve Hz. Musa (a.s.), tam bir hürmetle yükümlü olduğumuz peygamberlerdir ve de Hâtem-i Enbiyanın (a.s.m.) kardeşleridir.
Ki, bir İslâm peygamberi olarak Hz. İsa, tüm peygamberlerin haiz olduğu vasıfları bihakkın üzerinde taşıyan ulul-azm bir peygamberdir. Daha beşikte iken konuşan ve ilk sözü İnnî abdullah olan; kulluğunu vurgulayıp risaletini haber verdiği bu mucizeyle iffet timsali Hz. Meryeme iftira edenleri susturan bu mübarek peygamberin ağzından, hiçbir zaman imana mugayir bir söz sâdır olmamıştır. Peygamberler, tanım gereği, masumdurlar. Hepsi tevhid ehlidir, hepsi müslimdir, hiçbiri hiçbir zaman Allahtan gayrı ilâhlar edinmemiş; hiçbiri dünyevîlik batağına düşmemiştir.
Bu bakımdan, Batıdaki bazı laikliğin doğuşu yorumlarının kes-kopyala-yapıştır formülüyle İslâm beldesine intikali sonucu zihinlere yerleşen, laikliğin zuhuru günahını Hz. İsaya yakıştıran, Hz. İsanın hakkını ketm etmemize sâdır olan dikkatsizliğimiz sonucu hiç sorgulamadan aldığımız bir yaklaşımın ciddî bir elekten geçirilmesi mecburiyeti vardır. Laikliği Hz. İsaya dayandırmak, Kurânın tarif ettiği nebî, resûl ve İsa gerçeğine göre, sakız gibi ağızda çiğnenip duracak bir çözümleme değil, iftiradır.
Devam edecek