Hz. İsa Laik Miydi? – I

İslâm ile Hıristiyanlık arasında, çağlar boyu çok ciddî gerilimler yaşandığı bir vâkıadır. Bu durumun anlaşılması hiç de zor olmayan birçok sebebi mevcuttur. Bu sebeplerin en önemlisini ise, herhalde, Hıristiyanların İslâmı kendileri için yeni ve çok ciddî bir meydan okuma olarak algılaması oluşturur.

Oysa, İslâmın Hıristiyanlara yönelik hitabı, elbette bir tâdil, ama şefkat ve insaf yüklü bir tâdil barındırır. Kur’ân, Hıristiyanları ‘Ehl-i Kitab’ olarak tanımlar ve sair gayrimüslimlerden ayırır. Tüm gayrimüslimler arasında, Müslümanlara karşı kalbi en açık olanları Hıristiyanlar arasında bulacağımızı söyler. Hıristiyanlarla aramızdaki ‘ortak kelime’den söz eder ve onları bu ‘ortak kelime’ye çağırmamızı ister. Bu ortak kelime, saf tevhid hakikatidir: “Allah’tan gayrı, bazımız bazımızı Rab edinmesin. Sizin de ilahınız, bizim de ilahımız birdir. Ve biz O’na teslim olmuşuz.” Kur’ân, ayrıca, mabedlerinde geceleri namaz kılan ve Allah’ı anan inanmışlardan da söz eder.

Diğer taraftan, Hz. İsa’nın çok mucizelere mazhar bir resul olarak, Havarilerinin Rablerine hakkıyla râm olan insanlar olarak, Hz. Meryem’in bir iffet ve ubudiyet timsali olarak Kur’ân’da ne denli sena edildiği açıkça ortadadır. Öyle ki, Hz. İsa’ya (a.s.) bir resul olarak inanmak, İslâma göre, imanın ayrılmaz bir parçasıdır. Hz. Yahya ve Zekeriya (a.s.) için de durum budur. Sair Benî İsrail peygamberleri de, Hz. İsa gibi, bir ‘İslâm peygamberi’dir.

Gerçi Hıristiyanlar, yine Kur’ân’ın beyanıyla, determinist bir zihniyetin tezahürü olarak, Hz. İsa’nın babasız dünyaya gelişini anlayamayıp onu ‘Tanrı’nın oğlu’ olarak görme; tevhidden teslise düşme; hakikat yolunda Allah’ın helâl kıldıklarını da kendilerine haram ederek ruhbanlık gibi bir usûl edinme; Hz. İsa’ya gelen vahyi saf haliyle muhafaza edememe gibi hallere duçar olmuşlardır. Ama bu din, böylesi tahriflere rağmen, yine de Hz. İsa’dan miras kalan birçok hakikatı barındırmaktadır. Allah’ın varlığı, nübüvvet, İlâhî emir ve yasaklar, ubudiyet, Allah sevgisi, Allah’ı tanıma, adalet, merhamet… gibi bir dizi hakikat, gerçek İsevîlik gibi, muharref Hıristiyanlık’ta dahi mündemiçtir.

Bu bakımdan, Kur’ân, Hıristiyanlara “Dininizi tamamen bırakın” demez. Bir Kur’ân talebesinin belirttiği üzere, Kur’ân’ın Hıristiyanlara -ve de Yahudilere- yaklaşımı, şu şekilde özetlenebilir: “Ey Ehl-i Kitab! İslâmiyet’i kabul etmekte size bir meşakkat yoktur. Size ağır gelmesin. Zira, size bütün bütün dininizi terk etmenizi emretmiyor. Ancak, itikadatınızı ikmal ve yanınızda bulunan esasat-ı diniye üzerine bina ediniz, diye teklifte bulunuyor.” Nitekim, Kur’ân meselâ Hz. İsa’yı bir resul olarak birçok sûrede sena etmekte; ama ona duydukları sevgide ifrata düşüp onu tanrılaştıranları tevhide dâvet etmektedir. Keza, ruhbanlığı yorumlarken, bu yolun belki bir kulluk endişesiyle seçildiğini; ama deyim yerindeyse ‘yürümediği’ni, zira Allah’ın helâl kıldığını kendine haram kılma gibi fıtrata ters düşen bir ‘tefrit’i barındırdığını belirtmektedir. Ki, insan fıtratını dinlese, ruhbanlığa mecbur kalmadan, pekâlâ Rabb’ini tanıyıp yalnız O’na kul olabilir.

Kur’ân’ın Hıristiyanlığa yönelik yaklaşımı ‘meydan okuyucu’ olmaktan ziyade böylesine ‘tadil edici ve tamamlayıcı’ bir mahiyet arz eder. Hıristiyanlara yaklaşımı da, şefkat ve terbiye yüklüdür.

Buna mukabil, Hıristiyanlar açısından İslâm, onlara göre son ve gerçek din olan Hıristiyanlık’a karşı bir sapkınlığı temsil eder. Kur’ân Hıristiyanlarca bir İlâhî vahy olarak kabul edilmediği gibi; İlâhî kelâmın elçisi olan Hz. Muhammed (a.s.m.) çağlar boyu ‘anti-Christ,’ yani ‘Deccal’ olarak görülmüştür. Bir ‘sevgi dini’ olduğu ısrarla belirtilen Hıristiyanlık’ın azizleri içinde, en yoğun sevgi örneklerini sergilemiş olan Assisi’li Aziz Francis’in Haçlı Seferleri’ndeki Müslüman kıyımı esnasında sergilediği çelişkili tavır, bu ‘sapkınlık’ saplantısının en dramatik örneklerinden birini oluşturur. Çağlar boyu, Hıristiyan dünya, ‘son din’ olan Hıristiyanlık’a meydan okuyan bir ‘sapkınlık’ olarak gördüğü İslâmı boğmak için elinden geleni esirgememiştir.

Durum bu olunca, iki dinin mensupları arasında bir çatışmanın varlığı herhalde beklenen bir durumdur. Bir kez daha belirtelim, daha Resul-i Ekrem (a.s.m.) zamanında, Müslümanlar, meselâ ateşperest Sâsânîler karşısında Kitab ehli Bizans’ın galibiyetini arzulama gibi incelikli tavırlar göstermiş; Resul-i Ekrem’in (a.s.m.) Bizans’a gönderdiği Dıhye (r.a.), “İsa Mesih’in namaz kıldığını biliyor musun?” sorusu ve “Evet” cevabıyla başlayan bir diyalog içinde, onu ‘Mesih’in kendisine namaz kıldığı Zât’a, yerin ve göklerin, annesinin karnında Mesih’in yaratılışını düzenleyene çağırıyorum. Musa’nın ve ondan sonra da Meryem oğlu İsa’nın müjdelediği ümmî nebîye çağırıyorum” diyerek, ‘ortak kelime’ye davetin en sıcak ve en beliğ örneklerinden birini sergilemiştir. Ne var ki, İslâm davetinin tebliğine izin vermeyen beldeler, ‘dârü’l-harb’ olarak maddî cihadı gerektiren beldeler olacak; bu arada Hıristiyanların hâkimiyetindeki Asya, Afrika ve Avrupa topraklarında da sıcak savaşlar yaşanacaktır. Öte yandan, Hıristiyan dünya da, ona göre ‘sapkınlar’ın eline düşen beldeleri kurtarmak üzere kılıca sarılacak; iki yüz yıl süren Haçlı seferleri, Endülüs’te yaşanan Reconquista ve Batı sömürgeciliğinin ilk adresinin İslâm toprakları oluşu… Bu çerçevede dikkate değer olaylar olarak tarih sahnesine yazılacaktır.

Hıristiyanlar ile böyle bir ‘mazisi’ olan Müslümanların, Hz. İsa’ya, Hz. Meryem’e, Havarilere, Yâsîn’de meseli zikredilen ‘şehrin öte yakasından koşup gelen adam’a, Ashâb-ı Kehf’e, Hz. Zekeriya ve Yahya’ya ve sair Benî İsrail peygamberlerine bakışlarının rotasını ise, Kur’ân netlikle çizer. Onların her biri, ‘müslim’dirler ve tüm insanlık için iman ve ubudiyet timsalidirler. Hz. Musa’ya gelen de, Hz. İsa’ya gelen de haktır. Dolayısıyla, gerçek Musevîler de, gerçek İsevîler de müslimdirler. Ne var ki, Hz. Musa’ya gelen vahiy, sonraki dönemlerde nefis-eksenli bir tahrife uğratılmış; bu arada hem bir ‘kavim dini’ne dönüşmüş, hem de İlâhî şeriat cemâl ve sevgiden mahrum bir kanunlar manzumesine dönüştürülmüştür. İlk elde Yahudiler içinde nübüvvet görevini yüklenen Hz. İsa’nın, bu ‘içi boşaltılmış şeriat’ı asıl sâfiyetine çevirmek üzere, bu ‘sevgi’ ve ‘cemâl’ boyutunu takviye ediyor olduğu görülür. Hiçbir İlâhî hüküm, ruhsuz beşerî kanunlara benzemez; madem ki Allah Celîl-i Zülcemâl’dir, celâl içinde bir cemâl barındırır. Dolayısıyla, İlâhî hükümlerin içerdiği cemâl ve sevgiden ve elbette marifet ve muhabbet-i ilahî boyutundan mahrum bırakıldığı bir ortamın peygamberi olarak, Hz. İsa (a.s.) ‘sevgi’ üzerinde duracaktır. Bu, gerçek İsevîlik’in ‘şeriatsız’lığına delâlet etmez; zira, Hz. İsa’nın nübüvveti hengâmında Hz. Musa’ya gelen şeriat -bazı tahrifatla birlikte- yine hüküm-fermaydı, nitekim Hz. İsa da bu şeriatla hükmetti. Ama, ‘içi boşaltılmış,’ ‘sevgiden arındırılmış’, ‘ruhsuz ve rahmetsiz kanun hükümleri’ne döndürülmüş bu şeriatın içini doldurarak, sevgi boyutunu iade ederek, ruhunu ona yeniden tevdi ederek.

Ne ki, Hz. İsa’nın bu taliminin zamanla bir ‘tefrit’e konu edildiği gözlenecektir. Nasıl Pontius Pilatus’un ellerindeki Yahudilik bir peygamberin katledilmesi teşebbüsüne dahi imkân vermişse, Aziz Pavlus’un elindeki Hıristiyanlık da dünyevî Roma imparatorluğuyla uzlaşan ‘ruhanî bir iktidar’a imkân vermektedir artık. Kur’ân’ın öğrettiğine göre, Hz. İsa’ya gelen vahiy haktır, ona iman etmek her mü’minin boynuna borçtur; ama saf İsevîlik, zamanla ‘cismanî’yi Roma’ya, ‘ruhanî’yi Kilise’ye tevdi eden bir ‘ruhbanlık’a inkılâb edecektir. İncil’i ‘İnciller’e dönüştüren ‘tahrifat’ın özü, birçok araştırmacıya göre, bu noktada düğümlenir. Yahudilerin zamanla düştüğü ‘cemâlsiz bir celâl’ ifratına karşı, bu kez de ‘celâlsiz bir cemâl’ tefritine düşülmüş; ‘ruhsuz şeriat’ aşırılığının yerini, ‘şeriatsız ruh’ aşırılığı almıştır. Öte yandan, ‘çocuk’ sonucunu ‘ana ve baba’ sebebine vererek Hz. Meryem gibi bir iffet timsalini iffetsizlikle suçlayan Yahudiler de; Hz. İsa’ya ‘baba’ olarak Allah’ı takdir buyuran Hıristiyanlar da aslında aynı yanılgının, ‘esbâb şirki’nin kurbanıdırlar.

Kur’ân, bu yanılgıları aşma dâvetinde bulunur ve ehl-i kitabı ‘bazımızın bazımızı Rab edinmediği’ bir ‘ortak kelime’ye çağırırken, gerek Hz. Musa’nın, gerek Hz. İsa’nın, gerek tüm Benî İsrail peygamberlerinin bir ‘peygamber’ olarak hakkını kesinlikle teslim eder. Bu arada ‘Ehl-i Kitab’ olarak Hıristiyanları, her şeye rağmen, dinsiz ve putperest gayrimüslimlerden ayırır. Bir arada yaşama ve evlilikten yeme-içmeye, alım-satıma kadar uzanan birçok konuda Hıristiyanlar için sair gayrimüslimlerden farklı ve daha müsaadekâr hükümlerin nazil oluşu bunun bariz bir örneğidir.

Bir Müslüman, Hıristiyan akidesine bakışını, beklendiği üzere, Kur’ân ve hadis ekseninde belirler. Hz. İsa’ya vahyolunan saf İncil’e iman etmekle yükümlüdür; mevcut İncil’lere ise Kur’ân ve hadisin adesesiyle bakar. Meselâ, şanlı bir nebî olarak İsa aleyhisselâma iman etme ve sevgi ve hürmet duyma yükümlülüğü duyar; ama onu ‘Tanrı’nın oğlu’ olduğuna iman etmeme yükümlülüğü de vardır. Hıristiyan akidesine, kendi inanç temelleri itibarıyla yaklaşmaya elbette hakkı da vardır.

Fakat, bu hengâmda, kaş yapayım derken göz çıkarma olayları da vâki olmaktadır. Kur’ân’ın Hıristiyanlık karşısındaki duruşunu hakkıyla anlamamış; ama bir ‘Haçlı’ birikimi hâfızasının baş köşesinde yer tutmuş birçok kişi, bu noktada istikamet çizgisini aşan ve muhtemelen birçok Hıristiyan’ın kalbinin İslâm’a açılmasına da mani olan bir ‘gayri İslâmî’ tutum sergileyebilmektedir.

Düşülen ilk hata, İncil’lerin tahrife uğramış olmasını, İncil’lerin içinde hiçbir hakikat bulunmadığı şeklinde anlamaktır. Oysa, ‘tahrif’e uğramış bir kitab, hâlâ daha içinde hakikatler barındırıyor olabilir. Nitekim, Kur’ânî bir süzgeçten geçirildiğinde, pekâlâ hakikatlı olan birçok İncil âyeti görmek de muhtemeldir. Resul-i Ekrem’in hayatı öncesinde, onun zamanında ve sonrasında, İncil’den Hz. Peygamber’e dair işaretler çıkaran âlimler ve rahipler, İncil tamamen tahrif olmuş ise, bunu nasıl çıkarabiliyorlar? Bahîra gibi bir rahip, Varaka gibi bir Hıristiyan, nasıl Muhammed-i Arabî’de risâletin mührünü okuyabiliyor? Hem, bin küsûr yıl insanların hakikatten tamamen mahrum bir kitabın izinde yürümesi nasıl mümkün olabilir?

Kısacası, İncil’lerin tahrife uğraması ayrı şey, onda hâlâ daha hakikat bulunması ayrı şeydir. Meselâ, ‘Siz hakikatı bilin. Ve hakikat sizi hür kılacaktır’ âyeti (Yuhanna, 8:32) hürriyetin harika bir tarifi değil midir?

Oysa, Kur’ân’ın ehl-i kitabı ‘dinlerini terk’e değil, ‘tâdil’e çağıran haklı ve şefkatli tavrını hazmedememiş kimi Müslümanların nezdinde, İncil, âdeta, hiçbir âyeti hakikat taşımayan bir kitaptır. Velev ki hakikatlı olsun, Schopenhauer gibi dinsiz bir filozoftan yapılan bir iktibasa hiç kimse sesini çıkarmazken, İncil’den yapılan bir iktibas hemen ‘Hıristiyanlık propagandası’ gibi yaftalara konu edilmektedir. Dinsizlik veya en azından dünyevîlik kokan nice film ve diğer TV programları sakin sakin seyredilmekte, zihinler malayaniyatla uyuşmakta iken, insanların Müslümanların ettiği tarzda olmasa bile Allah’a ibadet ettiği Hıristiyan-temalı bir film büyük infial uyandırabilmektedir. Hiçbir uhrevî ve dinî boyut taşımayan laik kutlamalara -meselâ maç sonraları yaşanan zincirinden boşanmışlıklara- yalnızca gülünüp geçilir, çoğu zaman da kıyıdan köşeden dahil olunurken, insanları ‘ibadet’e çağıran kilise çanına karşı açık bir tahammülsüzlük söz konusudur.

İşin en kötüsü, Hıristiyanlara muhalefet derken, zaman zaman bir peygamber olarak Hz. İsa’ya da haksızlık ve saygısızlık yapılmasıdır.

Yılbaşı kutlamaları esnasında, bunun en açık örneklerinden biri sergilenir. Hz. İsa’nın doğum günü olarak 26 Aralık’ta Hıristiyanların bayram etmesine karşılık, 31 Ocak akşamı yapılan yılbaşı kutlamasının hiçbir dinî boyutu yoktur. Bilâkis dinî ölçülerin her açıdan çiğnendiği kutlamalardır bunlar. İslâmın ölçülerine ters düştüğü gibi, Hıristiyan inancına da terstir. Batı’da birçok kilisenin yılbaşı kutlamalarına karşı mücadele ettiği bir vâkıadır. Hatta Christian Holy Day or Pagan Holiday? gibi broşürler bile dağıtanları vardır. Daha başlıkta belirtildiği üzere, yılbaşı, Hıristiyanların ‘mübarek gün’ü değil, puta tapıcıların ‘tatil günü’dür bu broşüre göre. (Patrikhane’nin de yılbaşının Hıristiyanlık’la ilgisi olmadığına dair bir açıklama yaptığını bu vesileyle hatırlatalım.) Tüm bu gerçeklere rağmen, ehl-i dinin hatırı sayılır bir kısmı, yılbaşını Hıristiyan-Müslüman karşıtlığı içinde yorumlamaktadır. İşin en kötü tarafı, bu minvalde İsa Aleyhisselâm’a saygısızlığa kadar uzanan garip yorumların ortalıkta kol gezmesidir.

Bu tutarsız, ölçüsüz ve haksız tavrın manidar bir göstergesi, birçok ehl-i dinin diline yerleşen ‘bizim peygamberimiz’ sözüdür. Hz. Muhammed, elbette bizim peygamberimizdir; söz, bu muhtevasıyla doğrudur. Ama, bu söz, zımnında, ‘onların peygamberi’ni de taşır; ki, birçok Müslüman’ın zihnine yerleşen imge Hz. İsa’nın Hıristiyanların, Hz. Musa’nın ise Yahudilerin peygamberi olduğudur! ‘Bizim peygamberimiz’ ve ‘onların peygamberi’ tabirleriyle yüklü o kadar çok konuşmaya şahit olmuşumdur ki…

Oysa, Yahudiler Hz. İsa ve Hz. Muhammed’i, Hıristiyanlar Hz. Muhammed’i peygamber kabul etmeseler bile, bütün peygamberler bizim peygamberimizdir. Bir Müslüman, Hz. Âdem’den Hz. Peygamber’e kadar gelen tüm peygamberlere iman etmek ve tüm semavî kitaplara inanmak ile yükümlüdür. Hz. İsa’nın adı anıldığında onu Hıristiyanların peygamberi olarak düşünmek ve uzağımızda hissetmek, müthiş bir yanılsamadır. Hayır, İsa Aleyhisselâm’ın adı anıldığında, yüreğinin derinliklerinde bir sevgi ve hürmet titreşimi hissetme durumundadır mü’min. Tüm peygamberler gibi, ‘bizim peygamberimiz’dir İsa (a.s.); İslâm peygamberidir. Kur’ân, mü’minlerin ‘peygamberler arasında ayrım yapmaması’nı emretmektedir ve Resul-i Ekrem’in (a.s.m.) beyanıyla, tüm peygamberler kardeştir. Hz. İsa ve Hz. Musa (a.s.), tam bir hürmetle yükümlü olduğumuz peygamberlerdir ve de Hâtem-i Enbiya’nın (a.s.m.) kardeşleridir.

Ki, bir ‘İslâm peygamberi’ olarak Hz. İsa, tüm peygamberlerin haiz olduğu vasıfları bihakkın üzerinde taşıyan ulu’l-azm bir peygamberdir. Daha beşikte iken konuşan ve ilk sözü ‘İnnî abdullah’ olan; kulluğunu vurgulayıp risaletini haber verdiği bu mucizeyle iffet timsali Hz. Meryem’e iftira edenleri susturan bu mübarek peygamberin ağzından, hiçbir zaman imana mugayir bir söz sâdır olmamıştır. Peygamberler, tanım gereği, ‘masum’durlar. Hepsi tevhid ehlidir, hepsi müslimdir, hiçbiri hiçbir zaman Allah’tan gayrı ilâhlar edinmemiş; hiçbiri dünyevîlik batağına düşmemiştir.

Bu bakımdan, Batı’daki bazı ‘laikliğin doğuşu’ yorumlarının ‘kes-kopyala-yapıştır’ formülüyle İslâm beldesine intikali sonucu zihinlere yerleşen, laikliğin zuhuru ‘günah’ını Hz. İsa’ya yakıştıran, Hz. İsa’nın hakkını ketm etmemize sâdır olan dikkatsizliğimiz sonucu hiç sorgulamadan aldığımız bir yaklaşımın ciddî bir elekten geçirilmesi mecburiyeti vardır. Laikliği Hz. İsa’ya dayandırmak, Kur’ân’ın tarif ettiği ‘nebî,’ ‘resûl’ ve ‘İsa’ gerçeğine göre, sakız gibi ağızda çiğnenip duracak bir ‘çözümleme’ değil, iftiradır.

–Devam edecek–