Veysel Karani (? – 657)

Ülkemizde Veysel Karani olarak tanınmaktadır. Asıl adı Üveys’tir. Peygamber Efendimizi görme arzusuyla yanıp tutuşmasına rağmen hasta, kör ve kötürüm annesini emanet bırakabileceği kimsesi olmadığı için, ziyaretine gidememiştir. Yüce Peygamberin iltifatına mazhar olmuş, kendisi için "iyilik ve ihsanda Tabiinin hayırlısıdır" ifadeleri kullanılmıştır. Her yıl Ramazan ayında, İstanbul’daki Hırka-i Şerif Camiinde müminlerin ziyaretine açılan "Hırka-i Şerif", Peygamber Efendimiz tarafından kendisine emanet olarak bırakılmış ve Hz. Ömer ile Hz. Ali tarafından kendisine teslim edilmiştir. Risale-i Nur’da, Cenab-ı Hakk’a yaptığı münacatı aktarılmakta, ayrıca makamının yüceliğine de atıfta bulunulmaktadır. (Mektubat, s. 398, 432)

Üveys, Yemen’deki Karn Köyünde dünyaya geldi. Doğum tarihi kesin olarak bilinmemektedir. Köyün ismine atfen Karnî lakabıyla anıldı. Geçimini deve güderek sağlamaya çalıştı. Deve sahiplerinden her hangi bir ücret istemeden, ne verirlerse onu alırdı. Aldığının önemli bir kısmını ihtiyaç sahiplerine dağıtırdı. Fakir olmasına rağmen cömertliğiyle tanındı. Özellikle hayırlı işlerde köyde kimse kendisiyle yarışamazdı. Hayvanları güderken ıssız vadilere çekilerek ibadetle meşgul oldu. Hal ve hareketini kimse anlamadığı gibi, divane gözüyle bakanlar da oldu.

Üveys’in annesinden başka kimsesi yoktu. O da çok yaşlı idi. Ayrıca kör ve yürüyemez halde idi. Annesinin hem gözü hem de kulağı olan Üveys, yedirir, içirir, yıkar ve en güzel bir şekilde bakmaya çalışırdı. Sözünden de dışarı çıkmazdı. Her isteğini yerine getirmeye ve memnun etmeye çalışırdı. Bu davranışından ötürü annesinin kölesi olarak telakki ediliyordu. En önemli özelliklerinin başında hiç yalan söylememesi geliyordu. Günlerini zikirle geçirerek Allah’tan mağfiret dilerdi. Resulullah’ı görme arzusuyla yanıp tutuşmasına rağmen ziyaretine gidemedi. Çünkü, annesini emanet edebileceği kimsesi yoktu. Ancak, duygularına da hakim olamıyor ve sürekli bir şekilde görme arzusuyla yanıp tutuşuyordu. Bir anlık bile olsa Habib-i Erkemi (asm) görmek ve sohbetinde bulunmak en büyük arzusu idi. Nihayet, hasreti dayanılmaz hale geldi ve Peygamber Efendimizi ziyaret etme arzusunu annesine açtı. Medine-i Münevvere’ye gitme isteğinin gerçekleşmesi için annesini razı etmesi gerekiyordu. Annesi buna pek sıcak bakmadı. Çünkü, biricik evladından başka kimsesi olmadığı gibi, yaşlı kadın bir süre için ihtiyaçlarını yalnız başına giderebilecek durumda değildi.

Üveys, durumu açıklayınca annesi omuz silkerek, "istiyorsan git" dedi. "Git bakalım, ama beni kime emanet edeceksin?" diyerek karşılık verdi. Zaten evladından başka nazını çekecek kimse yoktu. Üveys de annesinin rızası olmayan hiçbir şeyi yapmazdı. Bu karşılıklı konuşmadan sonra bir daha bu konuyu açmadı. Peygamber Efendimize (asm) olan hasret kor bir ateş gibi yüreğini yakarken, duygularını hep içine gömdü. Gizli gizli göz yaşlarını akıtmaya, hasretini dağlarla, taşlarla, güttüğü hayvanlarla paylaşmaya çalıştı. Dünya gözü ile ziyaret etme ve görme imkânını elde edemeyecekti.

Üveys, Resulullah (asm) aşkı ile yanıp tutuşurken, Peygamber Efendimiz (asm) ara sıra mübarek yüzünü Yemen’e çevirip, "Yemen tarafından rahmet rüzgarı estiğini duyuyorum" diyerek, Üveys’in duygularının karşılıksız olmadığını ve yerine ulaştığını bildirmekteydi. Ayrıca, görüşmenin mümkün olmayacağını, ancak Sahabeleriyle görüşüp Üveys’in Tabiin olacağını ima eden Resul-i Ekrem (asm), "Üveys-i Karnî ihsan ve iyilikte Tabiinin hayırlısıdır" demek suretiyle övgülerde bulunmaktaydı.

Peygamber Efendimizin (asm) vefatından sonra, Üveys Hac vazifesini yerine getirmek maksadıyla önce Mekke’ye ve ardından Medine’ye gitti. Hz. Muhammed’in (asm) türbesini ziyareti esnasında kendisinden geçerek düşüp bayıldı. Ayılıp kendine gelince hemen oradan götürülmesini istedi. Çünkü, Peygamber Efendimizin medfun bulunduğu bir yerde durmaya tahammül edemeyeceğini, hayatından lezzet alamayacağını biliyordu. Memleketi olan Yemen’e döndü. Bir süre burada yaşadıktan sonra Basra taraflarına gitti.

Hz. Ömer (ra), halifeliği sırasında Peygamber Efendimiz (asm) tarafından Üveys’e verilmek üzere emanet bırakılan Hırka-i Şerif’i teslim etmek üzere Hz. Ali (ra) ile birlikte Küfe’ye, Üveys’in bulunduğu yere gittiler. Yanına vardıklarında namaz kılıyordu. Namazını bitirdikten sonra ismini sordular. Üveys karşılığını aldıktan sonra sağ elini göstermesini söylediler. Çünkü, Peygamber Efendimiz (asm) Üveys’in bazı özelliklerini kendilerine söylemiş ve nasıl tanıyabileceklerini tarif etmişti. Hz. Ömer ve Hz. Ali, aradıkları özellikleri gördükten sonra emaneti sahibine tevdi ettiler. Peygamber Efendimizin (asm) selamını ilettikten sonra, "Alıp giysin, ümmetime de dua etsin" mealindeki vasiyetini ilettiler.

Üveys bu büyük hadise karşısında çok heyecanlandı. Günahkâr ve aciz, zayıf bir insan olduğunu belirterek, emanetin başka birisine gönderilmiş olabileceğini söyledi. Ancak, aranan kişi kendisi idi. Hz. Ömer, emanetin kendisine gönderildiğini, eşkal ve vasfının Peygamber Efendimiz (asm) tarafından kendilerine anlatıldığı gibi olduğunu belirterek Hırka-i Şerif’i teslim ettiler. O da emaneti öpüp alnına koydu. Üveys’e gönderilen bu mübarek hırka 1617-1618 tarihlerinde Şükrullah Efendi tarafından İstanbul’a getirilmiş olup, kendisinden sonra çocuklarına intikal etmiştir. Uzun süre kendilerine "hırka-i şerif şeyhleri" adı verilen bu ailenin elinde Fatih/Yavuzselim’deki bir evde muhafaza edilmiştir. Bu evin yetersiz kalması sebebiyle I. Abdülhamid, bugün Hırka-i Şerif Camii avlusunda kalan söz konusu odayı inşa etmiş ve Hırka-i Şerif 1780 yılından itibaren burada sergilenmeye başlanmıştır. Zamanla ziyaretlerin yoğunlaşması sebebiyle bu oda da yetersiz kalınca Sultan Abdülmecid, Hırka-i Şerif adını taşıyan camiyi inşa ettirerek (1851), emaneti mihrabın arkasındaki bir mahfazaya yerleştirmiştir. Hırka-i Şerif, her yıl Ramazan ayında söz konusu camide halkın ziyaretine açılmakta ve büyük ilgi görmektedir.

Üveys, Hırka-i Şerifi aldıktan sonra insanlardan uzak ve bilinmeyen yerlere gitti. Bir ara Hz. Ömer’in (ra) daveti üzerine Medine’ye gitti. Kendisine büyük bir hürmet ve alaka gösterildi. Akabinde Basra’ya giderek gözlerden uzak yaşamaya devam etti. Bu durumunu Hz. Osman’ın (ra) halifeliği zamanında da sürdürdü. Hz. Ali (ra) zamanına da yetişen Üveys bir süre daha mütevazi hayat sürmeye devam etti. Ömrünün sonuna doğru halife Hz. Ali’nin huzuruna çıktı. Kendisine tabi oldu. Sıffin Savaşına katıldı ve bu savaşta şehit oldu. Anadolu’da kendi adına türbe ve ziyaretgah olmasına karşılık, hiçbir zaman buralara gelmemiştir.

Bediüzzaman bir münacatında, Cenab-ı Hakk’a yakarırken, "Yâ Rab! Nasıl büyük bir sarayın kapısını çalan bir adam, açılmadığı vakit, o sarayın kapısını, diğer makbul bir zâtın sarayca menus sadâsıyla çalar, tâ ona açılsın. Öyle de, biçare ben dahi, Senin dergâh-ı rahmetini, mahbub abdin olan Üveysü’l-Karânî’nin nidâsıyla ve münâcâtıyla şöyle çalıyorum. O dergâhını ona açtığın gibi, rahmetinle bana da aç!" (Sözler, s. 594), diyerek Üveys’in meşhur münacatıyla yalvarmaktadır:

"Allah’ım! Sen benim Rabbimsin, ben ise Senin bir kulunum. Sen her şeyi yaratan Halık’sın, ben ise Senin bir mahlûkunum. Sen rızık veren Rezzâk’sın, ben ise Senin rızkınla beslenen bir merzûkunum. Sen mülk sâhibi Mâlik’sin, ben ise Senin kölen olan memluküm. Sen gerçek izzet sahibi olan Azîz’sin, ben ise âciz ve zelilim. Sen hazîneleri bitmeyen zenginlik sahibi Ganî’sin, ben ise Senin ihsanına muhtaç fakr-ı mutlak içinde bir fakirim. Sen gerçek hayat sahibi Hayy’sın, ben ise, Senin hayat verişin olmasa, bir ölüyüm. Sen varlığı ebedî olan Bâkî’sin, ben ise gelip geçici bir fânîyim. Sen sonsuz izzet ve şeref sahibi Kerîm’sin, ben ise zillet ve kötülükler içinde bocalayan bir leîmim. Sen sonsuz ihsan sahibi Muhsin’sin, ben ise günah ve kötülük işleyen bir âsiyim. Sen günahları bol bol bağışlayan Gafûr’sun, ben ise bir günahkârım …"

Risale-i Nur’da Üveys’in makamı için de bazı ifadelere yer verilmektedir; "Makamât-ı evliyadan bazı makamlarda Mehdî vazifesinin hususiyeti bulunduğu ve Kutb-u Âzama has bir nispeti göründüğü ve Hazret-i Hızır’ın bir münasebet-i hassası olduğu gibi, bazı meşâhirle münasebettar bazı makamat var. Hattâ o makamlara Makam-ı Hızır, Makam-ı Üveys, Makam-ı Mehdiyet tabir edilir." (Mektubat, s. 432)