Şeyhülislam Ahmed Camî (1049-1141)

On bir ve on ikinci asırlarda, Horasan bölgesinde yetişip hizmet eden İslam alimlerindendir. Adı Ahmed’tir. Oğluna izafeten Ebu Nasr, doğduğu köyden dolayı Nâmekî, hicret edip yaşadığı Cam şehrinden ötürü Câmî, ünlü sahabe Cerir bin Abdullah’ın soyundan geldiği için el-Arabî gibi unvan ve nisbetlerle anılmıştır. Ayrıca kendisine Şeyhülislam, Şeyh-i Câm, Pir-i Câm gibi unvanlar da verilmiştir. Risale-i Nur’da ismi zikredilmekte olup kendisi için meşhur Şeyhülislam denilmiş, İmam-ı Rabbani’nin geleceğini önceden haber verdiği kaydedilmiştir. Künyesi Ebu Nasr Ahmed bin Ebil-Hasen en-Nâmekî şeklindedir.

Ahmed, 1049 yılında Horasan’ın Keşmir bölgesinde yer alan Namek köyünde doğdu. Köyüne atfen Ahmed Namekî, daha sonra yerleşmiş bulunduğu Cam şehrinden dolayı da Camî unvanlarını almıştır. Kendi tabiriyle, gençlik yıllarını avare ve ayyaş olarak geçirdi. Dost ve arkadaşlarıyla birlikte içki meclisleri düzenlemekteydi. Bunlardan birinde dostları için düzenlediği işret meclisi sırasında karşılaştığı bir takım harikulade durumlar üzerine tövbe etti. Bu sırada yirmi iki yaşında bulunuyordu. Bu gelişme üzerine ailesini ve köyünü terk ederek Cam şehri yakınlarında bulunan dağda inzivaya çekildi. Uzun bir süre bu yaşantıyı sürdürdü.

Ahmed, inziva hayatı sırasında kelam, fıkıh, hadis, tefsir, tasavvuf ve edebiyat sahalarında kendini yetiştirdi. İnsanları irşat edip doğru yolu göstermede, güler yüzlü ve yumuşak huylu olmayı simgeledi. Kaleme aldığı mensur eserlerinde züht ve takvaya önem verirken, şiirlerinde daha çok sevgi üzerinde durdu. Aşıkane ve zaman zaman rindane manzumeler kaleme aldı. Kendisiyle ilgili nakledilen menkıbeye göre, kırk yaşında iken ilham yoluyla inzivayı terk etmesi bildirildi. Bundan sonra insanların arasına karışmaya başladı ve elli yılı aşkın süre zarfında irşat ile iştigal etti.

İnsanlara vaaz vermek ve nasihatte bulunmak üzere seyahate çıkan Ahmed Cami, Herat, Merv, Serahs, Bazcan, Baharz ve Nişabur’da bulunan alim ve idarecilerle tanıştı. Dini hakikatlerin yaygınlaşması ve halkın doğru bilgilerle donatılması için gayret sarf etti. 1140 yılında dini vecibeyi yerine getirmek için hacca gitti. Hac dönüşü Nişabur’a uğradı. Bu vesileyle şehrin ileri gelenleriyle görüşmelerde bulundu.

Risale-i Nur’da ismi zikredilmekte; Gavs-ı Azamın gelecekten haber verdiği gibi, meşhur Şeyhülislam Ahmed Camî’nin de önceden, İmam-ı Rabbani (ra) olan Ahmed-i Farukî’nin geleceğini haber vermiş olduğu belirtilmektedir. Bir çok evliyanın istikbalden haber verdiğine işaret eden Bediüzzaman, bu zatlardan bazılarının açık bir şekilde haber vermelerine karşılık, bir kısmının da haberlerini müphem şekilde aktardıklarını belirtmektedir. Ancak, işaret ettikleri şahıslar büyük zatlardan müteşekkil olmaları sebebiyle, haberin büyük önem arz ettiğini belirtmiştir; “Meselâ, Ahmed Câmi (k.s.) demiş ki: ‘Her dört yüz sene başında mühim bir Ahmed gelir. Bin tarihi başındaki Ahmed en mühimidir.’ Yani o elfin müceddididir. İşte böyle mutlak bir surette söylediği halde, İmam-ı Rabbânînin (k.s.) büyüklüğü ve taşahhusu, o haber-i gaybîyi kat'iyen kendine almış. Hazret-i Mevlâna Celâleddin-i Rumî de (k.s.) Nakşibendîden müphem bir surette bahsetmiş; fakat Nakşîlerin büyüklüğü ve yüksekliği ve teşahhusları o haberi de bil'istihkak kendilerine almışlar.” (Sikke-i Tasdik-ı Gaybi, 1997, s. 142).

Namekî’nin yaşadığı dönemde bazı mutasavvıflar evlenmemeyi tercih ettikleri halde kendisi evlendi. Otuz dokuzu erkek ve üçü kız olmak üzere kırk iki çocuğu dünyaya geldi. Evlendiği gibi başkalarına da evlenmeyi tavsiye etti. Dokuz-on asırdan beri soyundan gelenlerin büyük bir yekun teşkil ettiği, günümüzde bile İran’da manevi nüfuzu devam eden kişilerden olduğu bilinmektedir.

Ahmed Camî, 15 Ağustos 1141 tarihinde Cam şehri yakınlarında bulunan Medabad köyünde bulunan zaviyesinde vefat etti ve buraya defnedildi. Doksan yılı aşkın uzun bir ömür yaşayan alim, üç yüz bin ila altı yüz bin arasında tahmin edilen insanın imanının kurtuluşuna vesile oldu. Medabad önemli bir yer olmadığı halde, alimin burada vefatı ve türbesinin burada olması, soyundan gelenlerin burada oturmaya devam etmeleri, sık sık ziyaret edilen yerlerden biri haline gelmesine sebep oldu. Bir süre sonra, şehir adından çok Türbet-i Şeyh-i Cam ismiyle anılmaya başlandı.

Sünni mutasavvıflardan olan Camî, Allah’a imandan sonra en önemli görev olarak, sünnet ehli ve cemaate sadakatle bağlanmayı gösterdi. Semâ’ın haram olmadığını belirtmekle beraber, yaşadığı dönemde semâ yapanların nefsani arzularına boyun eğdiklerini, bilerek veya bilmeyerek yanlış yola saplandıklarını belirtti. Kendi müntesiplerine açıktan zikir yapma yerine gizli zikir yapmalarını tavsiye etti. Sahte şeyhlere karşı insanları uyararak herkesin peşinden gidilemeyeceği ikazında bulundu. Mealen şu ifadeleri de kullandı:

İyi arkadaş iki dünya hayatı için de büyük saadettir. Gayeye çabuk ulaşmayı sağlar. İyi bir arkadaşa sahip olan kimse Allah’a hamd etmeli, daima iyi kimselerle birlikte bulunmalıdır. Ta ki, kıyamette pişmanlık duymasın. İnsanların başına gelen her felaket, kötü arkadaşlar yüzünden gelir. Böyle insanlardan uzak durmak gerekir. Karşılaştığınız, görüp-görüştüğünüz şahıs, eğer sizin Cenab-ı Hakk’ı hatırlamanızı, O’na gönül bağınızın güçlenmesini sağlıyor ve kalbinizin uyanık kalmasına vesile oluyorsa, biliniz ki, o iyi bir arkadaştır. Şayet, birlikte bulunduğunuz kişi, sizi Cenab-ı Hakk’ı anmaktan ve zikretmekten uzaklaştırıp unutturuyorsa, biliniz ki, o da kötü bir arkadaştır. Dolayısıyla ondan sakınmanız ve uzak durmanız gerekir.

Eserleri

Şeyhülislam Ahmed Namekî Camî, umumiyetle tasavvuf, terbiye ve edep, nasihat ve öğütlerle ilgili mevzular üzerinde durmuştur. Alim, sade bir ifade ile ve Farsça olarak eserlerini kaleme almıştır. Gayesine ulaşmak için diyaloglara yer vermiş, sık sık temsil ve teşbihlerde bulunmuştur. Tövbe etmiş olan oğlu Necmeddin’in isteği üzerine, kurtuluşun anahtarını vermek maksadıyla Miftahü’l-necat adlı eserini kaleme almıştır. Bir mukaddime ve yedi bölümden müteşekkil eser Süleymaniye Kütüphanesi’nde bulunmakta olup, Ali Fazıl tarafından yayımlanmıştır. Semerkant’tan yazmış bulunduğu mektupları Risale-i Semerkandiyye adıyla bir araya toplanmış ve kısmen yayımlanmıştır. Fikir ve düşüncelerini, kendisine bağlanan ve takip edenlere daha kolay ulaştırmak için Ünsü’t-taibin siratu’l-lahi’l-müstakim adlı eserini yazmıştır. Bu eser de iki cilt halinde neşredilmiştir. Bir diğer önemli eseri ise Divan’ıdır. Bu eserinde, Ahmed-i Câmî mahlasını kullanarak yazdığı şiirleri yer almaktadır. Bu eseri de birkaç kez basılmıştır. Ravzatü’l-müznibin adlı eseri de yine Ali Fazıl tarafından neşredilmiştir.

Risale-i Nur Çizgisi ile Ehl-i Beyt Çizgisi Arasındaki Benzerlikler

1- Bediüzzaman’ın şahsi tavırlarında, Risale-i Nur’da ve bu eserlerden beslenen Nur talebelerinin kahir ekseriyetinde, din adına iktidar talebinde bulunma gibi bir temayüle rastlanmamaktadır. Bu tavrın birkaç önemli gerekçesini söz konusu eserlerden tespit etmek mümkündür.

a) Dinde İnhisarcılığın Olmaması: Nasıl ki hava, güneş, deniz, yollar herkesin ortak malıdır, bunlardan başkasının istifadesi engellenemez, öyle de “din”in bir kişi, zümre veya partinin tekeline bırakılması, başkasının istifadesini engelleyen, tereddütlere sebep olan zalimane bir tavırdır. Bediüzzaman, bir kişi veya zümrenin “din”i kendi meslektaşlarına ve taraftarlarına daha ziyade has göstermesi durumunda büyük bir çoğunlukta dine aleyhtarlık meylinin uyandırılmış olacağına dikkati çeker.24

Dinde inhisarcılığın önüne geçmek için Asr-ı Saadet’ten günümüze uzanan nurani çizgide yer alan Ehl-i Beyt’e mensup mürşitlerin ekserisi, günlük siyaset ve mevcut iktidarla hep mesafeli olmuşlardır. Bu sayede İslam’ın güzelliklerini, iman hakikatlerini ırk, renk, coğrafya farkı gözetmeksizin herkese ulaştırabilmişlerdir.

Bediüzzaman, dinin dahilde menfi tarzda istimal edilmemesi gerektiği, “iman”ın mal-ı umumi olduğu, her taifede muhtaçlarının ve sahiplerinin bulunduğu hususları üzerinde durur.25 Din adına siyaset ve ticaretin bir çok zararları görülmüştür. Son on yıldaki siyasi gelişmeler ile dini görünümlü ticari iflasların din ve dindar imajına ne kadar zarar verdiği bilinen bir husustur.

Nur camiası içinde de iman kardeşliğini, hizmet arkadaşlığını iyi niyetinden şüphe etmediğimiz, ticari ortaklığa dönüştürme teşebbüslerinin hep akamete uğramış ve uğruyor olmasını, zaman içinde araçların amaç haline dönüşmesi gerçeği ile kader-iİlahi’nin bu cemaati, servet ve iktidar olmadan hizmet ettirdiği Ehl-i Beyt çizgisinde tutma isteğinin yattığı yorumu yapılabilir. Bu yorumumuza Bediüzzaman’ın, Risale-i Nur’un hiç bir şeye, hatta siyaset-i İslamiye’ye, İslam birliği siyasetine dahi alet edilmesinin uygun olmadığı şeklindeki tespitleri hüccet olarak gösterilebilir.26

Burada dikkate sunacağımız, Bediüzzaman, dünyevi ve siyasi bir proje olan İttihad-ı İslam fikrine çok ehemmiyet vermekle beraber, bilhassa İkinci Said döneminde iman esaslarının takviyesini daha önemli gördüğü ve bütün mesaisini bu doğrultuda sarf ettiği hakikatidir.

Bediüzzaman, İslam aleminde maddi fütuhatın zirvede olduğu, ehl-i zahirin gözlerini kamaştıran, örneğin Osmanlı Devleti’nin hakimiyet dönemlerine tekabül eden zaman dilimini, İslamiyet’in zuhurundan itibaren hicri beşinci asra kadarki zaman dilimine nispeten gerilemeyi ifade eden “mazi” olarak ifade etmesine mukabil; hicri üçüncü asra ve kısmen beşinci asra kadarki zaman dilimini ise örnek alınması, ulaşılması gereken “müstakbel” olarak tarif eder.27

Burada genel kabule aykırı gibi görünen bu değerlendirmenin ve eleştirinin altında yatan ve dikkate verilmek istenen husus şudur: Bütün maddi kuvvet ve hakimiyete rağmen, bu asırlarda hükmeden unsurların, hikmet, adalet-i mahza anlamındaki adalet ve akıldan ziyade; kuvvet, heva, tabiat, müyülat ve hissiyat olduğu, her bir işte velev kısmen olsun istibdad ve tahakkümün varlığı gerçeğidir.28 Burada da Bediüzzaman’ın zahiri bir hakimiyet ve devletten ziyade İslamiyet’in imani ve ahlaki boyutuyla daha ziyade alakadar olduğunu görüyoruz.

b) Şefkat: Şefkat esaslı bir düşünme ve bakış açısı, din adına iktidar talebinde bulunmayı reddeder. Çünkü; İslam toplumunda din adına iktidar talebinde bulunmak çatışmayı, çatışma da masumların zarar görmesini netice verir. Bediüzzaman’ın ifadesiyle “Mezkur hissiyatla hareket ve taarruz eden insanlar, bir iki adamın hatasıyla yirmi otuz adamı, adi bahanelerle vurur, perişan eder. Eğer ehl-i hak, hak ve adalet yolunda yalnız vuranı vursa, otuz zayiata mukabil yalnız biri kazanır, mağlup vaziyetinde kalır. Eğer mukabele-i bilmisil kaide-i zalimanesiyle o ehl-i hak dahi bir ikinin hatasıyla yirmi otuz biçareleri ezseler, o vakit hak namına dehşetli bir haksızlık ederler.”29 Hakikaten, İslam tarihine baktığımızda şiddeti yöntem olarak seçmiş hiç bir İslamî hareketin, muvaffak olamadığına ve adaletin ince çizgisinde kalamadığına bir çok misal vermek mümkündür. Zira zulüm yaparak muvaffak olmak, “adalet-i mahza” bakış açısıyla muvaffakiyetsizliktir. “Mağlup sayılır bu yoldaki galip” veya “yumurtayı taşa vursan da taşı yumurtaya vursan da kırılacak olan yumurtadır” sözlerine masadak olur. Ehl-i Beyt’in mümessili olan Hz. Ali’nin, Hz. Osman’ın katillerini bulma hususundaki “kılı kırk yaran” hassasiyeti şehadetine mal olmuş olmasına rağmen, o “adalet-i mahza”dan taviz vermemiştir. Nur camiasının, bazı mahfillerce zaman zaman alevlendirilen, sağ-sol, Alevi-Sünni, Türk-Kürt karşıtlığında asayişi ihlal eden hiçbir çatışmaya müdahil olmaması ve bütün İslam alemine örnek olacak şekilde aklı selimi temsil etmesi, Hz. Hasan’dan tevarüs edilen bir hususiyet olsa gerektir.

Siyasi taraftarlık ve kamplaşmanın kaçınılmaz olarak beraberinde getirdiği hastalıklardan birisi de bir kişinin hatası yüzünden o kişinin hasbelkader içinde bulunduğu parti, cemiyet veya milliyetin tümünün suçlanmasıdır. Bu durum ise şefkat sırrına zıt olduğu gibi, aynı zamanda bir zulümdür. Bu hususu nazar-ı dikkate vermek için Risale-i Nur’da en fazla atıfta bulunulan “Hiçbir günahkar, başkasının günahını yüklenmez”30 mealindeki ayet-i kerimedir. Hatta, Bediüzzaman, bu ayet-i kerimeyi tefsir ederken değil birisinin günahıyla başkasını, aynı kişinin kötü bir sıfatı yüzünden sair masum sıfatlarının bile mahkum edilemeyeceğini ve o kişiye adavet edilemeyeceğini beyan eder.31

Şefkat esaslı düşünmenin başka bir gereği de iman hakikatlerini muhtaç olanlara hiçbir ayırım yapmadan ulaştırmaktır. Risale-i Nur’un dört esasından biri olarak kabul edilen şefkatin, annenin çocuğuna olan şefkatinde gözlemlendiği gibi “aşk”ın aksine “yalıtkan” değil, “iletken” bir özelliğe sahip olmasıdır. Yani bir kişi nasıl şefkat ettiği evladı münasebetiyle, bütün yavrulara, hatta bütün canlılara bu şefkatini yayar.32 Aynen öyle de Kur’an’a talebe olan bir kimse ayırım yapmadan, herkese iman hakikatlerini ulaştırmak için çalışmalı, iman kardeşliğinin gerektirdiği diğer-gamlıkla hareket ederek imansız yaşamalarına bigane kalmamalıdır.33 Tarih boyunca Ehl-i Beyt’in ana misyonu maddi iktidarı elde etmekten ziyade, iman hizmeti üzerinde odaklanmıştır. Günümüzde de Risale-i Nur hareketi bu misyonu devam ettirmektedir.

c) Terbiye-i İslamiye’nin Zedelenmesi: Din adına iktidar talebinde bulunma yolundaki engellerden birisi de, Nur Külliyatı’nda “terbiye-i İslamiye’nin zedelenmesi” olarak ifade edilmektedir. Hz. Hasan’ın hilafeti Hz. Muaviye’ye terk etmesi tavrının arkasında, kendi görüşünü oluşturan unsurlardan vazgeçmesi ve Hz. Muaviye’nin haklılığının kabulü değildir. Bu durum, toplumun, bu unsurları (adalet-i mahza, unsuriyetin reddi, fetvaya değil takvaya taraf olmak…) hakkı ile kabullenecek bir imani donanımdan uzaklaştığı gerçeğine dayanmaktaydı. Aynı gerekçe Cumhuriyet dönemi için çok daha belirgin olarak mevcuttur. Nitekim Bediüzzaman, Emirdağ Lahikası’nda, siyasi partilerin tahlil edildiği kısımda, İttihad-ı İslam Partisi’nin iktidara gelmemesi gerektiği tezini, terbiye-i İslamiye’nin bozulması, gerekçesine dayandırmaktadır.34

Bediüzzaman ’a göre “Bu zamanda ehl-i İslam’ın en mühim tehlikesi, fen ve felsefeden gelen bir dalâletle kalplerin bozulması ve imanın zedelenmesidir. Bunun çare-i yeganesi nurdur, nur göstermektir ki, kalpler ıslah olsun, imanlar kurtulsun.” Şayet bu irşat metodundan vazgeçilip siyasetin beslendiği ve dayandığı kuvvet yolu ile İslamiyet hakim kılınmaya çalışılsa nasıl bir sonuç ortaya çıkar? Bediüzzaman, bu sorunun cevabını da şu şekilde veriyor: Bu durumda, o kafirler münafık derecesine iner. Münafık, kafirden daha fenadır. Demek topuz, yani maddi kuvvet böyle bir zamanda kalbi ıslah etmez, küfür kalbe girerek saklanır ve nifaka dönüşür.35

Bu bakış açısı ile değerlendirildiğinde, Risale-i Nur mesleğinin ve hizmet metodunun, tıpkı, Hz. Hasan’ın yaptığı gibi terbiye-i İslamiye’yi yerleştirmeye ve iman hakikatlerinin neşr ve inkişafına odaklandığı, kuvvete istinad eden bir siyasi hakimiyeti kurmaktan çok ferd ve cemiyetin imanının kuvvetlendirmesini ön plana aldığı görülmektedir. Risale-i Nur hizmetinin bu yönü ile de Ehl-i Beyt’in irşat metodu ile kesiştiği, örtüştüğü görülmektedir.

2- Bediüzzaman, I. Meşrutiyeti sena etmiş, II. Meşrutiyet lehinde de bizzat nutuk irad etmiştir. Dindar, takvalı ve hatta İslamcı bir ideolojiye sahip olduğu bilinen II. Abdulhamid’i değil, dini açıdan hal ve tavırları pek de istikametli olmayan hürriyetçileri desteklemiştir. Bu tercihte, Ehl-i Beyt’in kabul ettikleri “cumhuri” özelliği olan idare tarzının, Emevilerin “milli” özelliği olan idare tarzından üstün görüldüğü hakikatinin yattığı söylenebilir. Yani, meşruti ve cumhuri yönetim biçimi İslam’a saltanattan daha yakındır ki, tercihini bu yönde kullanmıştır.

3- II. Abdülhamit’in büyük yekun tutan maaş ve bahşiş teklifi, Sait Halim Paşa tarafından teklif edilen köşk, Cumhuriyet döneminde ise yine kendisine sunulan mebusluk, resmi vaizlik gibi resmi vazifeleri Ehl-i Beyt çizgisinde olan selefleri gibi kesin bir dille reddetmiştir.36 Hatta Cumhuriyet öncesinde üyesi bulunduğu “Darü’l Hikmet-i İslamiye”den aldığı maaşı bedava kitap dağıtmak suretiyle millete iade etmiştir.

4- Saltanatın lağvedildiği, mecliste, siyaset adına dini dışlamak isteyen birinci grup ile din adına siyaseti önceleyen, ikinci grubun siyasi tartışmalarına katılmayarak , “Habbe” adlı risalesinin ‘tabiat’ı ele alan “Zeylü’z-Zeyl” kısmını yazmış, çoğu mebusun namaz kılmadığını ve dünyevi bir inkılabın zihinleri meşgul ettiğini tespit ederek namaza ve dinin kutsi emirlerine dair beyanname neşretmiştir.37 Bu tavırda da günü birlik iktidar mücadelesi ile değil, Hz. Hasan ve neslinin kendilerine misyon olarak seçtikleri iman meselesi üzerinde odaklandığını görüyoruz.

5- I. Dünya Savaşı’nda insanın en fazla üzerinde titrediği hayatını hiçe sayarcasına düşman gülleleri arasında “İşaratü’l-İ’caz” adlı tefsirini yazması, Şeyh Said’in “cihad” görünümlü davetine iltifat etmemesi, hatta onu bu teşebbüsünden vazgeçirmeye çalışması, din ehlini iktidara taşıma fikir ve teşebbüsüne sıcak bakmaması, zihinlerin savaş, galibiyet-mağlubiyet denklemleri üzerinde yoğunlaştığı aynı zamanlarda onu Yeşilay’ın kurucuları arasında görmek, İkinci Dünya Savaşı’nda hocaların ve ehl-i dinin camiyi ve cemaati bırakıp radyo dinlemeye koşmalarına mukabil, nazar-ı dikkati büyük vazifenin olduğu iman mahalli olan küçük kalp dairesine çekmesi, tek partinin hükümran olduğu ve kendisinin birçok insani haklardan mahrum bırakıldığı Barla’da ilk iş olarak Haşir Risalesi’ni telif etmesi, aynı istikametli çizginin kilometre taşlarıdır.38

Bu hususla ilgili olarak Bediüzzaman, Haşir Risalesi’nin çok ehemmiyetli bir belayı def ettiğini, fikir hürriyeti ve I. Dünya Savaşı’nın verdiği sarsıntı vaktinde haşri inkar eden münafıkların, fırsat bulup zehirli fikirlerini açığa çıkarmaya başladıkları bir zamanda “Onuncu Söz”ün tabedilip, bin nüshasının etrafa yayıldığını, bunun neticesinde zındıkların kafirane fikirlerinin tam kırıldığını ve onları susturduğunu beyan etmektedir.39

6- Bediüzzaman dini hizmetleri devletin himayesine bırakmanın yanlışlığını Münazarat isimli eserinde belirtir. Koyunları tembel çobana bırakmaktansa bizzat muhafaza etmenin hırsızlar açısından daha caydırıcı olacağı tezini ileri sürer. Siyasi iktidarın değişimi ile dine zarar gelecek vehmini, dinle sağlam bir bağın kurulamayışına, cehalet ve taklide bağlar. Nitekim Said Nursi, tıpkı Ehl-i Beyt imamlarının ve bu yolu esas tutan seleflerinin yaptığı gibi, devletin tahammülsüz, siyasi şartların tamamen olumsuz olduğu devirde ihlas ve “acz’in kuvveti” ne dayanarak en hummalı iman hizmetini yapmıştır. Bugünkü “kuvvetin aczi” nazarı dikkate alınırsa bu hususun daha da önem kazandığı görülecektir.

7- Risale-i Nur hareketi, tıpkı Asr-ı Saadet’te ve ilk dört halife döneminde olduğu gibi, yoksulların, avamın, kısaca müstaz’af olarak ifade edebileceğimiz masum ve mazlum insanların omuzları üzerinde yükselmiş ve şekillenmiştir. Barla’daki saffı evvel hizmetkarların durumu bu hususu tamamıyla ispatlamaktadır.

8- Ehl-i Beyt çizgisinde yer alan mürşid ve imamların ve bilhassa dört mezhep imamının ve özellikle İmam-ı A’zam’ın hayatında müşahede edildiği gibi izledikleri siyaset “muhalif” bir siyasettir.40 Yöneticilerden değil, halktan taraf olmuşlardır. Bu tavrın aynısını Bediüzzaman’ın hayatında da görmek mümkündür.41

9- Tarih boyunca alimler bütün mesailerini ilme teksif ettiklerinden ve maişetlerini kendileri karşılayamadığından, maddi noktadan idarecilere karşı müstağni kalamamışlardır. Bu husus onların en büyük zaaf noktalarını teşkil etmiştir. “Viran olası hanede evlad-ı iyal var!” sözü, bu zümrenin kalen, çoğu defa da halen, ortak olarak sığındıkları bir mazeret olmuştur. Bu zaafları zalim yöneticiler için bir fırsat olmuş, ilmi ve birçok alimi zulümlerine payanda yapmışlardır.

Bediüzzaman, bu duruma düşmemek için en başta “evlad-ı iyal”den vazgeçmiştir. Tarihçe-i Hayat’ta, lahikalarda ve bilhassa İkinci Mektup’ta ifade edildiği üzere, Bediüzzaman, neşr-i hak için enbiyaya ittiba ile mükellef olduğunu söylemiştir. Ayrıca Kur’an-ı Hakim’de “Hakkı neşredenlerin ecrinin ancak Allah’a ait olduğu,”42 enbiyanın insanlardan istiğna gösterdiklerini, ayrıca Yasin suresinde geçen “Doğru yolda olan ve sizden hiçbir ücret istemeyen kimselere uyun.”43 ayetlerini hüccet göstererek, kendisine rehber ve dayanak yapmıştır. Hayatı boyunca hiç kimseden zekat, sadaka ve hatta karşılıksız hediye bile almadığına dair birçok beyan ve şahitler vardır.44 Hatta İmam-ı A’zam’ın hayatında da müşahede edildiği gibi,45 talebelerinin dahi maişetini temin ederdi.

Söz konusu sırrı muhafaza hikmetiyle olsa gerek, Ehl-i Beyt mensuplarına zekat ve sadaka almanın caiz olmadığı bilinen bir husustur. Ehl-i Beyt mensuplarının sair işlerinin yanında iaşelerini de temin maksadıyla İslam tarihinde bir çok devletin teşkilat yapısında “Nakibü’l Eşraflık Müessesesi”nin kurulduğunu biliyoruz.46 Risale-i Nur ile Ehl-i Beyt çizgisinin bu hususta da örtüştüğü görülüyor.

Sonuç

Nasıl ki, vücut sağlığı, ancak vücudun yapı taşı hükmünde olan hücrelerin sağlıklı olması ile mümkündür. Aynen öyle de fertlerden oluşan bir cemiyetin de, manevi açıdan sağlıklı ve faziletli olabilmesi için, fertlerin mutlaka sağlam ve içselleştirilmiş bir imani donanıma sahip olmaları gerekiyor.

Hastalıklı bir vücuda çok kaliteli ve gösterişli bir elbise giydirerek tedavi etmek mümkün olmadığı gibi, üst yapı kurumu olan, devlet ve iktidar kuvvetine dayanarak fertleri istenilen anlamda, imanlı ve vicdanlı hale getirip, dönüştürmek mümkün değildir. Bu tarz hizmet, yukarıda da belirtildiği gibi, Nebevi irşat metoduna ve onun Ali Beyt’inin hizmet metoduna, Hz. Hasan çizgisine ve nihayet Risale-i Nur’un meslek ve meşrebine uygun değildir.

Peygamber Efendimizin, davasından vazgeçmesi karşılığında, müşriklerin ettikleri, “reisleri olma” tekliflerini reddetmesi; “Mekki” ayetlerin ekseriya iman esaslarına ait olması; Hz. Hasan’ın daha o zamanda iman esasları konusunda fertlerde bir zafiyet görüp, problemin, iktidarı elde etmek veya elde tutmakla hal edilemeyeceğini anlayarak siyasetten uzak bir şekilde, irşad faaliyetlerine başlaması ve onu takip eden kutup ve müçtehitlerin aynı yolu takip etmelerinden anlıyoruz ki, sağlıklı bir dini hizmet ancak, iman esaslarının takviyesi istikametinde olabilir. Risale-i Nur’un bu zamanda aynı metodu kullanarak bu mirasın devam ettiricisi ve bu zincirin son halkası olduğu ileri sürülebilir.

—son—