Şerif Sadeddin Paşa (?–1921)

Kaynaklarda ismi Şerif ve Seyit Sadettin Paşa olarak geçmektedir. Hicaz asıllı olup hayatı hakkında pek bilgi yoktur. Son dönem Osmanlı alimlerindendir. Hakkındaki bilgiler daha çok, son dönem İslam Akademisi mahiyetinde olan Darü’l-Hikmeti’l-İslamiye’ye üye olmasından sonraki döneme aittir. Kendisi bu kuruma üye olduğu sırada, diğer üyeler gibi gazetelerde makaleler neşrederek hizmette bulunmaya çalışmıştır.

Risale-i Nur’da ismi Seyyid Sadeddin Paşa olarak geçmektedir. Gizli bir komite tarafından Bediüzzaman’ın öldürülmesine karar verildiğini duymuş, bunu Bediüzzaman’a haber vererek, kendisini bu duruma karşı korumasını istemiştir.

Şerif Sadedin Paşa’nın hangi tarihte doğduğu bilinmemektedir. Mekke’de doğduğu belirtilmektedir. Mekke Emiri Şerif Abdülmuttalib Efendi’nin torunudur. Bu bilgiler dışında, gördüğü eğitim, yaptığı görevler ve İstanbul’a ne zaman geldiği hakkında elimizde fazla bilgi yoktur.

Şerif Sadeddin Paşa, ilk defa 6 Eylül 1919 tarihinde Darü’l-Hikmeti’l-İslâmiye üyeliğine tayin edildi. Bir yıl dört ay hizmet gördükten sonra görevinden azledildi. Kısa bir süre sonra, 16 Ekim 1920 tarihinde tekrar üyeliğe tayin edildi. Her iki hizmet döneminde iki yılı aşkın bir süre vazife gördü.

Sadeddin Paşa, bir çok alim gibi neşir yoluyla dine hizmet etmeye ve fikirlerini dile dökmeye çalıştı. Yazdığı makalelerini Ceride-i İlmiye adlı gazetede neşretti. Darü’l-Hikmeti’l-İslamiye üyeliğinin birinci döneminde, 5 Haziran 1920 tarihinde kurulan “Mutedil Hürriyet ve İtilaf Fırkası” kurucuları arasında yer aldı. Fırkanın diğer kurucuları ise; eski Adliye Nazırı Vasfi Bey, Rıza Tevfik, Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi, Hoca Zeynelabidin Mehmet Ali Bey, Seyit Abdülkadir Bey, Refik Halid Bey, Sait Molla Bey, Ragıp Bey, Muhyiddin Paşa vs. gibi ünlü simalardır. (Sadık Albayrak; Son Devrin İslam Akademisi Darü’l-Hikmeti’l-İslâmiye, Yeni Asya Yayınları, İkinci Baskı, İstanbul 1973, s. 191).

Sadeddin Paşa, rahatsızlanıp hastalığı şiddetlenince tedavi görmek üzere İsviçre’ye gitti. Ancak, yakalandığı hastalıktan kurtulamayarak 15 Ağustos 1921 tarihinde vefat etti.

Sadeddin Paşa, Bediüzzaman Said Nursi ile birlikte Darü’l-Hikmeti’l-İslamiye’de çalıştı. Aralarında sağlam bir dostluğun olduğu Risale-i Nur’da yer alan bilgilerden anlaşılmaktadır. Sadeddin Paşa, çok sağlam bir kaynaktan aldığı habere istinaden, Bediüzzaman Said Nursi’nin eserini okuyan gizli bir komitenin onu öldüreceğini öğrendi. Bunu duyar duymaz Bediüzzaman’a gidip; “Kat'î bir vasıta ile haber aldım; kökü ecnebîde ve kendisi burada bulunan bir zındıka komitesi, senin bir eserini okumuş. Demişler ki: 'Bu eser sahibi dünyada kalsa, biz mesleğimizi (yani zındıkayı, dinsizliği) bu millete kabul ettiremeyeceğiz. Bunun vücudunu kaldırmalıyız' diye senin idamına hükmetmişler.” (Emirdağ Lahikası, 1997, s. 168) diyerek kendini herhangi bir suikasta karşı muhafaza etmesini istedi. Bediüzzaman ise, “Tevekkeltü Alallah (Allah’a tevekkül ettim), ecel birdir, tagayyür etmez” karşılığını verdi.

Bediüzzaman Said Nursi, Sadeddin Paşa’nın kast ettiği gizli zındıka komitesinin yıllarca kendisi ile uğraştığını ve gayelerine ulaşmak için her yola başvurduklarını belirtmektedir; “… benimle mücadelede her bir desiseyi istimal etti. İki defa imha için hapse ve on bir defa da beni zehirlemeye çalışmışlar (şimdi on dokuz defa oldu). En son dehşetli plânları, sabık Dahiliye Vekilini ve Afyon'un sâbık Vâlisini, Emirdağ’ının sabık kaymakam vekilini aleyhime sevk etmeleriyle, resmî hükümetin nüfuzunu bütün şiddetiyle aleyhimde istimal etmeleridir. Benim gibi zayıf, ihtiyar, merdümgiriz, fakir, garip, hizmete çok muhtaç bir biçâreye o üç resmî memurlar, aleyhimde öyle bir propaganda ve herkesi korkutmak o dereceye gelmiş ki, bir memur bana selâm etse, haber aldıkları vakitte değiştirdikleri için, casusluktan başka hiçbir memur bana uğramadığını ve komşularımın da bazıları korkularından hiç selâm etmediklerini gördüğüm halde, inayet ve hıfz-ı İlâhî bana bir sabır ve tahammül verdi. Emsalsiz bu işkence, bu tazyik, beni onlara dehalete mecbur etmedi.” (Emirdağ Lahikası, s. 168).

Sadeddin Paşa, yayınladığı bir makalesinde namaz ibadeti üzerinde durdu. Namazın; sebat, metanet, azim, ciddiyet, vakar, temkin, sabır, hilm (yumuşak huylu olma), tevazu, rikkat (merhamet), sekinet (gönül rahatlığı), huşu gibi üstün vasıfların insanlarda tecelli etmesine vesile olduğunu belirtti. Namazın, beş vakte ayrılmasında büyük hikmetin bulunduğunu, namaz ile Cenab-ı Hakk’a dua edilerek, varlığı ve birliğinin ikrar edildiğini, dünyevi meşgalelerden uzaklaşılarak, kalbin gafletten kurtulmasına vesile olduğunu dile getirdi.

Namazın sosyal hayat için sağladığı faydalara dikkat çeken Sadeddin Paşa, cemaate devam edilmek suretiyle insanlar arasında birlik ve muhabbet meydana geldiğini, hayra koşma ve şerden uzaklaşmada birbirlerine destek olduklarını, yardıma muhtaç olanların varlığından haberdar olunduğunu ifade etti.

“Mal, mülk ve mevkiine mağrur bir zengin ile günlük yiyeceğe muhtaç bir fakirin eski elbisesi ile intizamsız kıyafetiyle beraber namazda bir safta, omuz omuza, yan yana, ayak ayağa, eşitçe bulunmasını tabii görürsün. O zenginin o fukara ile beraber olmaktan istinkaf edemeyeceği ve cemaatten ayrılamayacağını biliyorsun… Şeriat-ı Muhammediye büyük, küçük, zengin, fakir bütün Müslümanları böyle eşit surette tutuyor. Allah’ın huzurunda hepsinin hiç birbirinden farkı olmadığı ve olamayacağını anlatıyor.” (Sadık Albayrak, a.g.e., s. 159). Namaz ile ilgili yazısının devamında şunları kaydeder:

“Namaz kılanın en güzel ve şerefli azası olan yüzünü secde için yere koymakla ve dünyaca derecesi aşağı olanların yanında saf arasında bulunması ile görüş, dirayet, kudret ve meziyet cihetlerinden daha aşağı olması muhtemel bir zata sadece imam olduğu için iktida etmesi gibi hallerde tevazu, ne güzel tecelli ediyor.” (a.g.e., s. 160).