Paul Von Hindenburg (1847-1934)

Almanların meşhur generali, siyaset ve devlet adamıdır. Birinci Dünya Savaşı başladıktan bir süre sonra genel komutan olmuş ve özellikle Fransızların mağlup edilmesinde önemli etkisi olmuştur. Savaşın sonunda Almanya’da imparatorluk rejiminin yıkılması ve cumhuriyetin ilanından sonra siyasi faaliyetleri devam etmiştir. 1925 yılında Almanya’nın cumhurbaşkanlığına getirilen ikinci kişidir. Devletin en kritik döneminde ve istikrarsızlığın en yoğun yaşandığı yıllarda cumhurbaşkanlığı yapmıştır. Risale-i Nur’da Hindenburg’dan, Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşına girişinin sorgulanması bağlamında bahsedilmiştir. "Madem savaşı kaybedecektik niçin girdik?" gibi sorularla cerbeze yapanlara; "Hindenburg gibi dehşetli insanlar nazarına nazarî kalmış olan gaye-i harp, sizin gibi acemîlere nasıl malûm ve bedihî olabilir?" (Sünuhat, s. 70) denilerek savaşa girmeden sonucu tahmin etmenin mümkün olmadığı anlatılmak istenmiştir.

Hindenburg, 1847 yılında Poznan’da doğdu. Harp okulunu bitirip mezun oldu. Bu yıllarda Alman birliğinin temelleri atılmakta ve seri savaşlar yapılmaktaydı. O da yapılan savaşlara katıldı. Önce 1866 yılında Avusturya ile yapılan savaşa, daha sonra da 1870-1871 yıllarında Fransızlarla yapılan savaşa piyade olarak katıldı. Moltke ve Schlieffen döneminde genelkurmay heyetinde yer aldı. Bir ara bakanlık görevinde de bulundu. Magdeburg’da bulunan 4. Kolordu komutanlığı görevinden sonra 1911 yılında emekli oldu.

Dünya, meydana gelen bloklaşma ve sömürge paylaşım mücadelesi yüzünden yavaş yavaş sıcak savaşa doğru sürüklenmekteydi. Bunda aktif rol oynayan ülkelerden birisi de Almanya idi. Birinci Dünya Savaşı ittifak ve itilaf devletleri arasında başladı. Savaş sırasında Doğu Prusya’da bulunan orduların başında Prittwitz bulunmaktaydı. Bunun Rusları Doğu Prusya’da durduramayacağı anlaşıldıktan sonra yerine Hindenburg göreve çağrıldı. Böylece, emekli olduğu halde tekrar askeri göreve dönmüş oldu.

Hindenburg, 8. Ordunun başına geçti. Tannenberg’te ve Mazurya Gölünde Rusları yendi. Başkomutan Falkenhayn’ın ısrarlarıyla Varşova saldırısını gerçekleştirdi. Kasım 1914 tarihinde Doğu Kuvvetleri Komutanlığına atandı. Mazurya’da ikinci kez Ruslarla savaştı ve bir kez daha onları yendi. 1915 yılında gerçekleştirilen Polonya seferi sırasında, Rusların geri kuvvetlerini vurma ve sağ kanatlarını yarma görevini üstlendi, ancak başarılı olamadı. Bu başarısızlıkta takviye alamaması ve Rusların saldırıları etkili oldu.

Hindenburg, 1916 Ağustosunda Falkenhayn’ın yerine başkomutanlığa getirildi. Bu görevi sırasında Ludendorff ile başarılı bir birliktelik ve işbirliği oluşturdu. Bu birliktelikte daha çok sorumluluk kendi omuzlarındaydı. 1916 Ekiminde Romanya’yı yendi. Avusturya’ya yardım götürmek maksadıyla Batı cephesine ağırlık verdi. Bu arada Romanya ve Rusya’yı ateşkes yapmaya zorladı. Daha sonra tüm birliklerini Fransa üzerine göndererek büyük bir saldırıya geçti. Ancak, müttefiklerin cephesini bozmayı ve dağıtmayı başaramadı. Savaş Almanya’nın aleyhine dönmeye başladıktan sonra, hanedanın kurtarılması için İmparatora tahttan çekilme tavsiyesinde bulundu. Savaşın sona ermesi ve 1919’da Versailles Anlaşmasının imzalanmasından sonra Hannover’e gidip yerleşti.

Birinci Dünya Savaşından sonra Almanya’da imparatorluk rejimi sona erdi. 6 Ocak 1919 tarihinde Weimar’da toplanan Milli Meclis Friedrich Ebert’i cumhurbaşkanı olarak seçti. Bu meclis Versailles Barış Antlaşmasını da onayladı. Mecliste çoğunluğu sosyal demokratlar teşkil etmekteydi. Birinci Dünya Savaşı’nın mağluplarına ödetilen fatura çok ağırdı. Almanya da bu ağırlığın etkisiyle çok büyük sıkıntılar yaşadı. Ülkedeki ekonomik sıkıntılar karışıklıkların giderek artmasına ve aşırı uçların güçlenerek iktidarı etki altına almasına sebep oldu. Weimar Cumhuriyeti ancak 1934 yılına kadar devam edebildi.

Hindenburg, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra da ülke siyasetinde etkisini devam ettirdi. Ebert’in ölümünden sonra 1925 yılında cumhurbaşkanlığına seçildi. Ölümüne kadar sürdürdüğü bu görevi sırasında ülkede çok büyük çalkantılar yaşandı. Ekonomik sıkıntı, mecliste çoğunluğu teşkil edecek ve hükümet çoğunluğunu oluşturacak siyasi iradenin oluşmaması gibi sebeplerden ötürü barış antlaşmasını onaylayan ve iktidarı devam ettirenlere karşı hoşnutsuzluk giderek arttı. 1929 dünya ekonomik krizi Almanya’nın sıkıntılarını daha da arttırdı. Bu kriz ortamını en çok kullanan ve en çok istifade eden aşırı sağcı ve solcu guruplar oldu.

Hindenburg, anayasaya sıkı bir şekilde bağlılık göstermesine rağmen Weimar Cumhuriyetinin çöküşünü engelleyemedi. 1920 yılında kurulan ve giderek güçlenen Adolf Hitler’in partisi ülkenin hakimiyetini ele geçirmeye ve etkisini arttırmaya başladı. 1930’dan sonra hızla güçlendi. 1932 yılında en güçlü parti oldu. 30 Ocak 1933’te başbakan olan Adolf Hitler, yetkilerini giderek arttırdı. Hindenburg, yetkilerinin azaltılmasına ve Hitler’in güçlenmesine engel olamadı. 1934 yılında ölünce Hitler, devlet başkanın yetkilerini de üstüne aldı ve ülkenin tek hakimi oldu.

Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra İttihad ve Terakki hakkında yapılan yorumlarda çoğu zaman ölçü kaçırılmış ve ağır ithamda bulunanlar olmuştur. Bediüzzaman, iktidarda bulundukları dönemde onları eleştirip aynı zamanda yol göstermeye çalıştı. Devletin savaştan yenik çıkması, bütün faturanın da İttihad ve Terakki’ye kesildiği dönemlerdeki haksız eleştirilere ise karşı çıktı. Çünkü, eleştirinin hakkaniyet ölçüsünde olmayıp onların güzel hasletlerine de hücum edildiği bir mecraya kaydığını, ayrıca İslam düşmanlarının ekmeğine yağ sürer hale gelindiğini belirterek ikazda bulunmuştur. Muhaliflerin, "Mağlûbiyet mâlûmdu, biz bilirdik. Bilerek bizi belâya attılar" şeklindeki soru ve ithamlarına karşılık Hindenburg örneğini vermektedir:

"Acaba Hindenburg gibi dehşetli insanlar nazarına nazarî kalmış olan gaye-i harp, sizin gibi acemîlere nasıl malûm ve bedihî olabilir? Acaba fikir dediğiniz şey-el’iyazü billâh-arzu olmasın? Bazan zâlimane intikam-ı şahsî, arzuya fikir suretini giydirir." (Sünuhat, s. 70) Bediüzzaman, bu tespitiyle savaşta müessir olan şahısların bilerek ve kasten devleti, güya sonucu belli olan bir felakete sürüklemeyeceklerini, savaş dahilerinin bile sonucu kestiremedikleri bir savaş hakkında, böyle hüküm vermenin cehalet göstergesi olduğunu ima etmektedir. Bu arada, muhalefet ve tarafgirliğin çok tehlikeli bir boyutuna işaret etmekte, vebalini ancak haşirdeki terazinin tartabileceği büyük bir günaha da örnek vermektedir.

"Meselâ, muhteris bir intikam veya müntakim bir hilâfla bir kere demiş: ‘İslâm mağlûp olacak, kalbi parçalanacak.’ Sırf o mürâi ruhtan gelen, yalancı fikirden çıkan meş’um sözünü doğru göstermek için, İslâm mağlûbiyetini, İslâm perişaniyetini arzu eder, alkışlar, hasmın darbesinden mütelezziz olur. İşte şu alkışı ve gaddar telezzüzüdür ki, mecruh İslâmı müşkül mevkide bırakmış. Zira hançerini İslâmın ciğerine saplamış olan hasım, ‘Sükût et’ demiyor. ‘Alkışla, mütelezziz ol, beni sev’ diyor, onları misal gösteriyor." (Sünuhat, s. 69-70)