Niyazi-i Mısrî (1617-1694)

Şair ve mutasavvıftır. Peygamber Efendimize (asm); "Şefkat kılmasan varlık Niyazi’yi yoğ iderdi /Vücudun zahmının sen merhemisin Ya Resulullah" dizeleriyle seslendi. Onyedinci yüzyılın önemli şairlerindendi.Risâle-i Nur’da şiirlerinden birkaç örnek yer almaktadır. Savaşa giden orduyu heyecana getirmesi için kendisindenistifade edilirken, diğer taraftan sürgünde vefat etmesi ilginç bir çelişkiydi. Yirmiye yakın eser kaleme aldı. Asıladı Muhammed’tir, "Niyazi", mahlasıdır. Uzun süre Mısır’da yaşayıp, daha sonra İstanbul’a gelmiş olmasındanötürü, "Mısrî" olarak tanınmıştır.

1617 yılında Malatya’nın Soğanlı Köyünde dünyaya gelen Niyazi, Nakşibendi tarikatına mensup olanAli Çelebi’nin oğludur. Ailesinin Malatya’ya başka bir yerden geldikleri kaydedilmekle beraber, nereden geldikleribelirtilmemektedir. Malatya’da eğitimine başladı. Hadis, fıkıh, kelam gibi İslami ilimlerde ders aldı. Medresede görmüşbulunduğu eğitimini tamamlayarak mezun oldu. Akabinde bir süre buradaki camilerde vaazlar verdi. Daha sonra seyahate çıkarakDiyarbakır, Mardin ve Bağdat’a uğradı. Buralarda da ilim öğrenmeye devam etti.

Niyazi, Mısır’a da giderek Camiü’l-Ezher’de de eğitim aldı. Bu arada Kadiri tarikatından bir şeyhe bağladı.Uzun bir süre Mısır’da kaldı. Buradaki eğitimini de tamamladıktan sonra bir süre Ezher’de ders verdi. Muhtelifzamanlarda, mübarek gün ve gecelerde camilerde vaazlar verdi. 1646 yılında İstanbul’a gelerek Sultanahmet civarındakiSokollu Mehmed Paşa Dergahına yerleşti. Mısır’dan gelmiş olmasından ötürü "Mısrî" lakabıyla anılmayabaşlandı ve "Niyazi-i Mısrî" olarak meşhur oldu.

İstanbul’a geldikten sonra başka şehirlere de giderek ilim ve tasavvuf ehli insanlarla görüştü.Bursa’ya gittiğinde Veled-i Enbiya Camiinin kayyimi Ali Dedenin evinde ve Ulu Cami civarındaki medresede kaldı. Akabinde Uşakve Kütahya’ya da gitti. Buraları dolaştıktan sonra tekrar Bursa’ya döndü ve burada evlendi. Ulu Cami’de sık sıkvaazlar vermeye başladı ve giderek şöhreti yayıldı. Bir ara Sadrazam Fazıl Ahmed Paşa tarafından davet alması üzerineEdirne’ye gitti. Buradan dönerken İstanbul’da Ayasofya Camiinde aralarında Sultan IV. Mehmed’in de bulunduğu cemaate vaazverdi.

Osmanlı idaresi nezdinde iyi bir itibarı olması hasebiyle Edirne’ye davet edildi. Bu davetin gayesi sefereçıkacak olan askerlere manevi destek vermek ve morallerini yükseltmekti. Padişah Kamaniçe seferi öncesinde kendisinidavet etti. O da davete icabet ederek yüz kadar talebesi ile birlikte Edirne’ye gitti ve oradan da orduyla beraber seferekatıldı. Sefer sonrasında ise Edirne’de verdiği vaazlardan dolayı Rodos Adasına sürgüne yollandı (1673). Yaklaşıkbir sene sonra Ruslarla savaş başlayınca Edirne’ye geldi ve tekrar insanları sefere teşvik etti. Savaş sonrası vaazlarındasavaşın tahribatlarına dikkat çekmesi ve bu konudaki vaazları üzerine tekrar önce Gelibolu’ya ve ardından Limni adasınasürgün edildi.

Mısrî, uzun ve çileli bir sürgün hayatı yaşadı. 1677-1692 yılları arasında on beş yıl boyuncaLimni Adasında sürgün yaşadı. Muhtemeldir ki, burada yazmış bulunduğu; "Dünya gamından geçip, yokluğa kanataçıp / Şevk ile her dem uçup, çağırırım dost, dost!" beytiyle içinde bulunduğu sıkıntıyı dizelere dökmüştür.

İlmin haysiyetinden ödün vermeyen ve doğru bildiklerini anlatmaktan asla vazgeçmeyen insanların dünyahayatı çile ve meşakkatlerle doludur. Kimi bu uğurda hapishanelerde, kimi zindanlarda, kimi de her türlü dost veakrabalarından uzak ve garip bir hayat sürdükten sonra baki aleme göçüp gitmişlerdir. Bu çileli hayatı yaşayıp, Mısrî’yibelki de en iyi anlayan ve bazı beyitlerini eserlerine alan Bediüzzaman Hazretleridir.

Bediüzzaman İslam ve iman hizmeti uğruna her türlü sıkıntıyı göğüslerken, tahammül sınırlarınıaşan durumlarla karşılaştı. Akrabalarından uzak olduğu gibi insanlarla ve talebeleriyle görüşmesine bile izinverilmeyen, eziyetin dayanılmaz boyuta ulaştığı bir anda durumunu Mısrî’nin yukarıdaki dizeleriyle ifade etmeye çalıştı."O hüzünlü, rikkatli, firkatli, uzun gurbet gecesinde" dergah-ı İlahi’ye sığındı.

Diğer taraftan Bediüzzaman, yaşının ilerlemiş olması ve vücut direncinin giderek azalmasına paralelolarak ölüme yaklaştığını düşündüğünde yine Mısrî’nin dizelerine başvurmaktadır: "Bir zaman gençlikgecesinin uykusundan ihtiyarlık sabahıyla uyandığım vakit kendime baktım, vücudum kabir tarafına bir inişten koşargibi gidiyor. Niyazi-i Mısrî’nin, ‘Günde bir taşı bina-yı ömrümün düştü yere / Can yatar gafil, binası olduviran bîhaber’ dediği gibi, ruhumun hanesi olan cismimin de hergün bir taşı düşmekle yıpranıyor. Ve dünya ile benikuvvetli bağlayan ümitlerim, emellerim kopmaya başladılar. Hadsiz dostlarımdan ve sevdiklerimden mufarakat zamanınınyakınlaştığını hissettim." (Lem’alar, s. 282)

Her ne sebeple olursa olsun aczini anlayıp sığınılacak yegane yer olan İlahi Dergah, sıkıntılarıhafifleterek ortadan kaldırmaktadır. Acz ve fakr içinde Cenab-ı Hakk’a açılan eller, yönelen kalpler iman nuruylasahibini yüceltir. Sabır ve tahammül kişiyi maksadına ulaştırır. Bediüzzaman, yaşlılık ve hastalıklar karşısındanasıl davranılması gerektiği konusunda izahlarda bulunurken, kendi hayatından örnekler verip, Mısrî’nin beyitleriyle,aczimizin İlahi rahmeti nasıl celbettiğini örneklerle anlatmaktadır. (Lem’alar, s. 283)

Mısrî, kalbinin bütün kuvvetiyle bekayı istediği halde, İlahi hikmetin cesedinin harabiyetini iktizaettiğini dile getirmektedir: "Dil bekası, Hak fenâsı istedi mülk-ü tenim, / Bir devâsız derde düştüm, ah kiLokman bîhaber." Evet, vücudun giderek çürümesine karşılık, kalp ebediyen yaşamayı arzulamaktadır. İnsanınelinde olmayan ve iradesi dışında olan bu istek ve gelişme ahiret alemine bakmaktadır. Eğer, ebedi alem olmasa idi veCenab-ı Hakk biz kullarına ebedi hayatı vermek istemeseydi, ebedi yaşama arzusunu kalbimize yerleştirmezdi. Bu arzuyukalbe yerleştiren elbette ona cevap verecektir.

Mısrî, son nefesine kadar Hak yolda ilerleyeceğini ve O’na sığınacağını da şöyle ifade etmektedir:"Derya olunca nefes, pârelenince kafes, tâ kesilince bu ses; / Çağırırım, Yâ Hak, yâ Mevcud, yâ Hayy, yâ Mâbud/ Yâ Hakîm, yâ Maksud, yâ Rahîm, yâ Vedûd! (Mektubat, s. 286). Mısrî, Peygamber Efendimiz ve Ehl-i beytine sonderece bağlıdır. "Cihan bağında insan bir şeceredir gayrılar yaprak / Nebiler meyvedir sen zübdesisin yaResulullah! / Şefaat kılmasan varlık Niyazi’yi yoğ iderdi / Vücudun zahmının sen merhemisin ya Resulullah!"diyerek nübüvvetinin önemli bir özelliğine işaret etmektedir.

Mısrî, on beş yıllık uzun bir sürgün hayatından sonra 1692 yılında Bursa’ya geldi. BuradanEdirne’ye geçti. Selimiye Camisinde vaaz vermeye başladı. Devlet işleri ile ilgili sözleri üzerine tekrar Limni’ye sürgüneyollandı ve birkaç ay sonra da burada vefat etti (1694). Türkçe ve Arapça manzum-nesir eserler kaleme aldı. Hem aruzhem de hece vezni ile şiirler yazdı. Divanında yer alan şiirleri içli ve yanık bir muhtevaya sahipti. Eserlerinden bazılarışunlardır:

Risâle-i Mısrî, Şerh-i Esma-i Hüsna, Mevadiü’l-İrfan Avaidü’l-İhsan, Sualler ve Mısrî’nin cevapları,Tefsir-i Sure-i Yusuf, Tefsir-i Fatiha, Risâletü’t-Tevhid, Tabirname, Divan-ı İlahiyyat, Mektubat, Risâle-i Belagat.