Muhammed Abduh (1845-1905)

İslam düşüncesinin yeniden canlanmasında önemli katkılarda bulunan, Mısır’ın tanınmışalimlerinden, Bediüzzaman Hazretlerinin, İttihad-ı İslam’da seleflerim dediği kişiler arasında ismi zikredilen (Divan-ı Harb-i Örfi, s. 29) Muhammed Abduh, 1845 yılında Aşağı Mısır’da, Bahire ilinin Mahalletü’n-Nasr Köyü’ndedoğdu. Zengin olmalarına rağmen, fedakarlıktan hiçbir zaman kaçınmayan, adil, dürüst olarak tanınan bir babanın;iffet ve takvası ile meşhur bir annenin çocuğuydu. Küçük yaşta Kur’an-ı Kerim’i hıfzetti. Tanta’daki eğitimi sırasındazamanın şartlarına uygun eğitim vermedikleri gerekçesiyle okuldan bir süre ayrıldı. Fakat çok geçmeden yenidenokula döndü. Amcası Şeyh Derviş, geniş ufkuyla Abduh’un dini ilimlere karşı sevgi beslemesini sağladı. 1866’da İslamîilimlerin merkezi kabul edilen Ezher Üniversitesi’ne kaydoldu. Ancak, üniversitenin o sıralardaki eğitim metodu kendisinitatmin etmedi. Bir ara dünyadan tamamen elini-eteğini çekip tasavvufa ağırlık verdi. Ancak, amcası inzivaya çekilerektasavvufa yönelmesine müsaade etmedi.

Amcası dışında, hayat seyri üzerinde etkili olan bir başka kişi Cemaleddin Afganî’dir. Onunla tanışması(1872) hayatında adeta bir dönüm noktası teşkil eder. Afganî’nin etkisinde kalmanın ötesinde, en önemli talebesiolarak tanındı. Afganî’nin de, Abduh’un münzevi bir hayat yaşamayı terk ettirip aktif hale gelmesinde önemli etkisioldu. 1877 yılında okulunu tamamlayarak "alim" unvanını aldı ve mezun oldu. Bir süre özel ders verdiktensonra Darü’l-Ulum’a müderris olarak atandı (1879). Bu görevi devam ederken Afganî’nin tesiriyle yayıncılık işine degirişti. Müderrisliği bir yıldan kısa sürdü ve vazifeden alınarak doğduğu mahalde ikamete mecbur edildi. Ancak, birbakan tarafından geri çağrılarak el-Vaka’-i Mısriye isimli gazetenin başyazarlığına getirildi (1880).

İngiliz işgaline karşı çıkan ve ordu komutanlığını yapan Arabi’yi (Urabi) desteklediği gerekçesiylesürgüne gönderildi. Evvela Suriye’ye yerleştiyse de Afgani’nin daveti üzerine Paris’e gitti. Burada, "el-Urvetü’l-Vuska"adlı dergide, İslami uyanmaya dair yazılar yazdı. Halkı, İngiliz işgaline karşı mücadele vererek, milli şuuruuyandırmaya çalıştı. İngilizler, derginin İslam ülkelerine girişini yasaklayarak yayını engellediler. Bir süresonra derginin yayını durdu.

Abduh, 1885 yılında Beyrut’a gelerek eğitimle meşgul oldu. 1889 yılında Kahire’ye döndü. Kısa bir süresonra da asliye hukuk mahkemesine hakim olarak atandı. Daha sonra temyiz mahkemesinde müşavir olarak çalıştı. Bu aradaşeriat mahkemelerinin ıslahına dair eserini yazdı (1900). El-Ezher’in idare meclisine seçildi. Ezher’in gelişmesinekatkıda bulunduğu gibi geniş bir muhite hitap edecek hale getirilmesinde de önemli katkılarda bulundu. Daha önceokutulmayan tarih, coğrafya, matematik ve felsefe gibi müspet bilimlerin okutulmalarını sağladı. Mısır’da en yüksekdini makam olan müftülüğe atandıktan (1899) sonra vefatına kadar bu görevde kaldı. Görev yaptığı süre boyunca bumakama büyük bir saygınlık kazandırdı. Müftülüğü sırasında; Müslümanların faiz ve kardan hisse alma gayr-ı Müslimülkelerde Müslüman olmayanlar tarafından kesilen hayvanların etlerini yeme, geleneksel kıyafetler dışındaki kıyafetlerleörtünme gibi konularda ruhsat vermesi çok ciddi tartışmalara neden oldu.

Son dönemlerinde muhtelif eserler kaleme aldı. En büyük eseri olan Risaletü’t-Tevhid’i yazdı. Bazı müsteşriklerinİslam’a yönelttikleri ithamlara karşı müdafaa maksadıyla, "El-İslam ve’l-Nasraniyye Ma’a’l-İlmve’l-Medeniyye" adlı eserini neşretti. Çok önem verdiği Kur’an-ı Kerim tefsirini tamamlamak kendisine nasip olmadı.Bazı kısımlarını neşretmiş, vefatından sonra ünlü talebesi Raşid Rıza tarafından tamamlanarak yayınlanmıştır.Henüz tasarladığı çalışmaları tamamlayamadan, 1905 Temmuz’unda vefat etti. Cenazesi, hükümet yetkililerinin de hazırbulunduğu, büyük bir kalabalık kitle tarafından kaldırılarak, Kahire’deki El-Afifi mezarlığına defnedildi.

İslamiyet’in özünde; Allah’a teslimiyet, Peygamber’e (asm) hürmet ve Kur’an-ı Kerim’e meftuniyet vardır.İslam akla büyük önem verir. Bu özellik garbı anlamada kolaylık sağlar. İslam özgür irade dinidir. Halk arasındayanlış bir şekilde yerleşmiş bulunan, yanlış mukadderat inancına eleştiriler getirerek halkın iradesi ile tecellieden yönetimin faziletlerini övdü. Doğru düşünce ve salih amel arasında dinamik bir ilişkinin var olduğunu savundu.Mantık ve düşüncenin önemine değinerek, ihmal edilen İslam felsefesinin canlanması için çaba sarf etti. Aklideliller imanı zayıflatmanın aksine, güçlenmesine vesile olur. Düşünme sanatı ve bilimi olarak gördüğü mantıkilminin değerinin tam olarak anlaşılması, İslam Kelamının daha iyi anlaşılmasına katkıda bulunacağı gibi,gerekli de olduğunu savundu.

Kur’an, bütün zamanları kapsayan değişmez bir anayasadır. İçtimai ve siyasi sıkıntılarıngiderilmesi, örgütlenmelerin sağlanması hususunda cevap veren bir temel kaynaktır. Batıdan iktibas edilen kanunlarınhiçbir ayırım gözetmeksizin uygulamaya konulması zihinsel anarşiye sebep olduğu gibi, birlik ve beraberliğin de kaybınasebep olmuştur. Müslümanlar, hali hazırda dinlerinde görünmeyen, örtülü dinamizm unsurlarını harekete geçirerek kültürelve ahlaki kurtuluşu gerçekleştirebilirler. Bu amaç için; Kur’an ve sünnetten çıkarılacak yasalarla kamu hukukunun gözetilereköncelikli hale getirilmesi, dört mezhep (ehl-i sünnet) alimlerinin bir araya gelerek iyi noktaların kıyaslanarak birleştirilmesi,tevhidin sağlanması üzerinde ehemmiyetle durdu. Gerektiğinde, sadece bir mezhepten istifade etmekle kalınmayıp, her dörtmezhebin hükümlerini ve hatta bunların dışındaki görüşleri de bir araya getirmek suretiyle karşılaştırılmalıve en iyi senteze bu yolla gidilmesi gerektiğini yazdı.

Abduh, içtihat kapısının açık tutulmasından yanadır. Kişi bütün kayıtlardan bağımsız olarak düşünebilmeli,serbestçe araştırma yapabilmelidir. Din otoritesi sayılan kişilerin sunmuş olduğu bilgilerin delil gösterilmeden körükörüne taklit edilmesine karşıdır. Zamanın değişen şartlarına paralel olarak, yeni yeni ortaya çıkan meseleleretatmin edici cevaplar verebilmek için içtihat kapısının açık olması gerektiğini savundu. Akılcı bir din olan İslamiyet,yeniliklere açıktır. İslam, insanları din adamı otoritesinden kurtarıp Yaratıcı ile yüz yüze getirmek suretiylearacıları ortadan kaldırmıştır ve aracılara da gerek yoktur.

Abduh’a göre; din bilimleriyle fen bilimleri aynı kaynaktan gelmekle beraber kendilerine özgü düşünceşartları vardır. Dolayısıyla bunları, paralel yürütülmesi gereken iki ayrı akım olarak görmek gerekir. İslam’ınson din ve Hz. Muhammed’in (asm) son peygamber olmasından hareketle, insanların belli bir olgunluk seviyesine ulaştıklarından,vahiy artık gelmeyecek, dolayısıyla insanların "artık kendi ahlaki ve entelektüel salvation’larını"kendilerinin yürütebilecekleri inancını taşır. Dinler tarihindeki gelişmelerden örnekler vererek, zamanlainsaniyetteki tekamüle paralel olarak, dini kaidelerin kurallarının sertlikten yumuşamaya doğru bir seyir takip ettiğinibelirtir. İnsanların akli olgunluğa eriştikleri bir zamanda İslam nazil oldu. En son gelen İslam, insanda var olan hisve duyarlılıkları birleştiren akla hitap etti. Aklı tabiatla uzlaştırdı. Esrar perdeleri ile beraber aracıları daortadan kaldırdı. İnsanlar melekeleri vasıtasıyla günümüzde Allah’a daha da yakın oldular.

Her şeyin önceden yaratıldığı, hür iradenin etkisinin olup olmadığı konularının tartışılmasındaahlakı ön plana çıkardı. Allah’ın her şeyi ezelden bilmesi; kulunun kendi iradesi ile ne yapacağını, mükafat veyamücazata muhatap olacağını bilmesi, kulun hür iradesi ile hareket etmesine mani teşkil etmez. İnsanı, her hangi birşeye zorlamadığı gibi alıkoymaz da. Hür iradeyi kabul etmemek, insanın amellerinin kendisinden olmadığınısavunmak, sorumluluğu ortadan kaldırır. Oysaki dinen kul ancak, yaptıklarından sorumludur. Zamanla toplumda teşekküleden "kadercilik" halkın sömürülmesinde, yöneticiler tarafından bir araç olarak kullanıldığını ve İslamiyetile çeliştiğini savundu.

Dindeki ıslahatı, ahlaki bir reform olarak telakki eder. Yapılmak istenen şey insanları inançları vasıtasıylaiyi ahlak sahibi olmalarını sağlayarak, sosyal durumlarını daha iyi bir seviyeye getirmektir. Bir taraftan dindeki yanlıştelakki ve inanışlar düzeltilirken, yanlış anlamalar tashih edilirken diğer yandan da insanların daha ahlaklı halegelmeleri sağlanır. Kur’an-ı Kerim, dünya ve ahret saadetini netice veren ve insanlara kılavuzluk etmek maksadıyla gönderilenkutsal bir kitaptır. Önemli olan husus, Kur’anın lafzi manasına takılıp kalmadan özünü kavramaya çalışmaktır.

Abduh ve Afganî, gerek Emevi-Abbasi ve gerekse sonraki dönemlerde hilafetin saltanata dönüşmesindensonra, saltanat otoritesini sağlama babında, bazı alimlerin meşrulaştırma amacını taşıyan ve sonraki dönemlerdetaklit edilen görüşlerinin neticesi olarak yerleşmiş bulunan, siyasi anlamdaki itaatkarlıkla mücadele ettiler. Müslümanlarıbu taklit zincirlerinden kurtarmak için büyük zorluklarla mücadele ettiler. Meşvereti esas alan meclisin teşekkülünedestek verdiler. Dört halifeden sonra ideal şeklin bozulduğunu, hanedana dönüşerek asli özelliğini kaybettiğini,despotlara hizmet eden bir araç haline düşürüldüğünü savundular. Bunun İslam dünyasında normal bir hükümet şeklialmasını da bir kısım ulemanın yanlışlarına ve emirlere bağımlılıklarına dayandırırlar. Bu duruma ulema sebepolduğu gibi, kurtuluş da ancak, ulemanın öncülüğünde gerçekleştirilebilirdi.

Abduh’a göre İslam’daki devlet yönetimi şer’i değil, toplumsal bir durum arz eder. Şeriata göre;halifenin, yöneticinin, hakimin ve müftünün makamlarının ayrıcalıkları yoktur. Fakat, şeriat onların ödev vesorumluluklarını belirlemiştir. Batıdaki durumun aksine, halifelik teokratik bir sistem değildir. Teokratik sistemde,Tanrı hükümlerini doğrudan doğruya yöneticilere bildirir. Halk otomatikman itaat etmek ve boyun eğmekle yükümlüdür.Böyle bir sistemde halk yöneticiyi, Tanrı buyrukların düşmanı dahi bilse karşı çıkamaz. Yönetenlerin her hal vedavranışları dini hüküm şeklindedir. Buna karşılık İslam’da günahkar yöneticiye boyun eğmek caiz değildir. Eğeryöneticinin yaptıkları sürekli olarak şeriata aykırılık teşkil ediyorsa, halk onu iktidardan alma hakkına sahiptir.Nasıl ki, ümmet ve temsilcileri onu bu makama getirmişlerse aynı şekilde, menfaatleri gereği onun yönetimine son vermehakkına da sahiptirler.

Meşrutiyetten yana tavır koymuştur. Yöneticiler, bilirkişilere danışarak şeriatı izlemek suretiyleadaletle yönetebileceklerine inanıyordu. Buna en uygun yönetim şekli o zaman için meşrutiyet idi. Halkın yönetime katılmasıiçin önce mahalli şuralar aracılığıyla yardımlaşarak halkın genelinin fikri alınmalı ve daha sonra seçimle teşekküledecek bir meclisin, halkın ve devletin problemlerini çözmesi gerektiğini savundu. Bu durumun gerçekleşebilmesi içinde halkın eğitiminin şart olduğunu belirtmiştir.