Ma'ruf-î Kerhî (?-815)

İslam’a ve Müslümanlara hizmet etmiş büyük şahsiyetlerdendir. Hıristiyan bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiş, ebeveynleri tarafından iyi bir dini eğitimden geçirilmek istenmiştir. Çocuk yaştan itibaren Teslis inancına karşı çıkmış ve bu yüzden hem anne-babasını hem de okulunu terk etmek zorunda kalmıştır. Müslüman olduktan sonra iyi bir eğitim görmüş ve Müslüman alimlerin büyük ilgisiyle karşılaşmıştır. Dürüst, cömert ve körü körüne anlatılanı kabullenmeyen bir kişiliğe sahip olmakla ün yapmıştır. Küfe’de bulunmuş, Ehl-i Beyte mensup olanlardan büyük bir ilgi görmüştür. Vefatından sonra tasarrufu devam eden dört kişiden biri olarak kabul edilmiştir. Risale-i Nur’da kendisinden, “kutb-u azam” olarak söz edilmiştir. Künyesi Ebu Mahfuz Ma’ruf bin Firuz şeklindedir. Doğum yeri olan Kerh’ten ötürü, Ma’ruf-i Kerhî olarak anılmış ve bununla meşhur olmuştur.

Ma’ruf’un doğum tarihi hakkında kesin bir bilgi yoktur. Bağdat’ın batısında bulunan Kerh’te Hıristiyan bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Anne ve babası dindar bir Hıristiyan olarak yetişmesi için, okula, bir papaza gönderip dini eğitim almasını istediler. Okula başlayan Ma’ruf hocasıyla anlaşamadı. İtaatkar olmakla birlikte her anlatılana boyun eğmediği gibi aklı ve gönlüne uymayan fikirleri de kabul etmeyen bir kişiliğe sahipti. Dolayısıyla, kendisine öğretilen ve inanmasını istedikleri “Teslis inancı”nı (baba, oğul ve kutsal ruh) kabul etmedi. Ayrıca sorduğu sorularla da papazı bunalttı. Tüm ısrarlara rağmen Allah’ın birliğini savundu. Tüm baskılara rağmen doğru bildiğinden şaşmadı.

Okulu ve ailesi ile ters düşen, farklı düşünen ve inanan Ma’ruf, hem okulunu hem ailesini terk etti. İmam Ali Rıza vasıtasıyla İslamiyet’i öğrenip Müslüman oldu. Küfe’ye doğru yola çıktı. Yolculuğu boyunca önemli sıkıntılar yaşadı. Yolculuğu boyunca özellikle mescitlerin bulunduğu yerlerde mola verdi. Yolculuğu sırasında karşılaştığı Müslümanların kendisine hiç soru sormamaları, kim olduğunu araştırmadan sofralarına davet etmelerinden çok etkilendi.

Küfe’de, hayatında önemli bir dönüm noktası teşkil eden bir olay yaşadı. Yorgun ve bitkin bir halde bir mescide girip köşede oturdu. Bu arada talebelerine ders veren İbn Semmak’ın, “Kim Allah’tan tamamıyla yüz çevirirse, Allah da ondan tamamıyla yüz çevirir. Kim Allah’a kalben yönelirse, Allah da ona rahmeti ile yönelir…” şeklindeki sözlerden çok etkilendi. Bu sözleri işittikten sonra ağlamaya başladı ve “Ya Rabbi! Sen, beni benden iyi bilirsin. Sana kavuşacak yol ne ise onu bana nasip et!” duasında bulundu.

Ma’ruf, bu vesile ile İbn Semmak ile tanıştı. Yakın ilgisini gördü. İbn Semmak kendisiyle ilgilendiği gibi, anne-babası için de üzülmemesini ve onların da kurtuluşu için dua etme tavsiyesinde bulundu. Burada bulunduğu süre zarfında iyi bir eğitim gördü. İmam Ali Rıza’nın çocukları ile birlikte yetişti. İmam Ali Rıza, Ma’ruf’a iltifatlarda bulundu. Peygamber Efendimizin (asm) Selman-ı Farisî’yi Ehl-i Beyt’ten saydığı gibi, neseben olmasa bile Ma’ruf’un huyu ve kalbindeki muhabbetten ötürü Ehl-i Beyt’ten saydığını belirterek büyük bir iltifatta bulundu.

Davud-ı Tai’den de dersler alan Ma’ruf kısa zamanda tanınmaya ve yakın ilgi görmeye başladı. Aralarında Ahmed bin Hambel gibi büyük zatların da bulunduğu çok sayıda alim ve tasavvuf ehli kişiler tarafından ziyaret edildi. Uzun aradan sonra memleketine döndü. Anne ve babası kendisini büyük bir hasretle kucakladılar. Kardeşleri dahil ailesi toplu olarak Müslüman olmak suretiyle kendisini büyük bir mutluluğa eriştirdiler. Ma’ruf’un kendisine ders veren rahibi de ziyaret ettiği, epey yaşlanan din adamının önceden yaptıklarından dolayı pişmanlık duyduğu ve akabinde Müslüman olduğu belirtilmektedir.

Ma’ruf-i Kerhî ibadete düşkünlüğü ve büyük takvası ile tanındı. Cömert ve kerem sahibi olmakla dikkatleri üzerine çekti. 815 yılında Bağdat’ta vefat etti. Bağdat’ta Dicle kenarında bulunan türbesine gömüldü. Üstün kişiliği, dualarının makbuliyetinden ve diğer üstün özelliklerinden dolayı, vefatından sonra tasarrufu devam eden dört kişiden biri olarak kabul gördü. Duaların kabulüne vesile olduğuna inanıldığı için, yoğun bir ziyaretçi akınına uğramaya devam etmektedir.

İnsanları irşat etme yolunda büyük gayret sarfeden ve bunu her şeyden önce kendi şahsında uygulayan Ma’ruf hakkında çok sayıda hadise aktarılmaktadır. Bunlardan bir tanesi Dicle kenarında bir hurma bahçesinde otururken cereyan etmiştir. Şöyle ki, etrafındakilerle oturdukları sırada saz çalıp içki içen bir gurup kayık içinde önlerinden geçerler. Durumdan rahatsız olan ve onlara kızan kişiler beddua talebinde bulunurlar. Ma’ruf’tan duasının makbul olduğunu, kayıklarının devrilip suya gömülmeleri ve boğulmaları için duada bulunmasını isterler. O da hemen dua etmek için ellerini açıp Cenab-ı Hakk’a yalvarmaya başlar:

“Ya Rabbi! Bunları bu dünyada şen şakrak kıldığın gibi ahirette de şen şakrak kılacak ameller nasip eyle!”. Beddua beklerken bu duayı duyan çevresindekiler şaşkına dönerler. Kendisinden kayıklarının devrilmesi için dua etmesini, cezalarını bulmalarını beklerken; ahirette şen şakrak olmaları için ettiği duaya anlam veremediklerini söylemeleri üzerine Ma’ruf-i Kerhî; sözkonusu kişilerin suya gömülüp boğulmalarının kimseye bir faydasının olmayacağını, buna karşılık ahirette şen şakrak olmaları için işleyecekleri amellerin topluma fayda sağlayacağını belirttikten sora, çevresindekilere duasını anlamadıklarını, ancak, Cenab-ı Hakk’ın duasını anladığını sözlerine ekler. Kısa bir süre geçtikten sonra gençler bahçede bulunan Ma’ruf’un huzuruna çıkarak özür dilerler. Ayrıca, tövbe ettiklerini söyleyerek bir daha böyle bir hataya düşmeyecekleri konusunda da söz verirler. Böylece topluma faydalı olmanın ilk adımını atmış olurlar.

Ma’ruf çevresindekilere, ibadet ve iyiliklerin küçüğüne-büyüğüne bakılmaksızın hareket etmeleri uyarısında bulundu. Çünkü, yapılan hangi eylemin Allah katında makbul olacağının bilinemeyeceğini söyledi. Hangi ibadet yada iyiliğin Allah rızasını kazandıracağının belli olmadığını, bu yüzden ayırt etmeksizin iyilik ve ibadetle iştigal edilmesi gerektiğini vurguladı.

Risale-i Nur’da Ma’ruf-i Kerhî’nin ismi zikredilirken kendisinden, “kutb-u azam” (Barla Lahikası, 1996, s. 180) olarak söz edilmektedir. Gavs-ı Azam gibi büyük evliyaların Hızır’ın (as) hayat şekline yakın bir çeşit hayata mazhar oldukları belirtilmekte, bu gibi evliyanın ölümlerinin de hayatları gibi olduğuna, ölümden sonra tasarruflarının devam ettiğine işaret edilmektedir. Gavs-ı Azam’dan sonra Ma’ruf-i Kerhî ve Şeyh Hayatü’l-Harrani isimleri buna örnek olarak verilmektedir.