Hızır Bey Çelebi (1407?-1458)

Kesin olmamakla birlikte Hızır Bey’in 1407 yılında Sivrihisar’da doğduğu tahmin edilmektedir. Babası Sivrihisar kadısı Emir Celâleddin Arif’tir. Hızır, ilk eğitimini babasından aldı. Daha sonra Bursa’ya giderek orada Molla Yegân’a talebe oldu. Çalışkanlığı ve kıvrak zekâsıyla verilenleri hemen kavramasıyla dikkat çekti. Talebesini seven ve kendisinden çok şey bekleyen hocası Molla Yegân, kızını onunla evlendirdi.

Çalışkanlığı ve becerisiyle dikkat çeken Hızır Bey, çok genç yaşta önemli görevlere getirilmeye başlandı. Sultan Murad tarafından Sivrihisar Medresesine müderris olarak tayin edildi. Bu tayinin tarihi kesin olarak bilinmemektedir. Bu arada Sultan Murad tarafından yaptırılan Ergene Köprüsü üzerine Türkçe ve Farsça mısralarla tarih düştü. Bu sıralarda henüz yirmi yaşlarında bulunuyordu. Hicri 851 (1447-48) yılında da Bursa’da müderrisliğe başladı. Fatih döneminin ünlü âlimlerinden bazılarına hocalık yaptı. Muslihiddin, Hayalî, Hocazade, Kastalanî ders alan talebelerinden bazılarıdır.

Hızır Beyin ismi Fatih Sultan Mehmed zamanında daha çok duyulmaya başlandı. Fatih kendisine çok değer verdi. İstanbul’un fethinden sonra buraya kadı tayin etti. Böylece Hızır Bey İstanbul’un ilk kadısı oldu. İstanbul fatihi Sultan, oğulları Mustafa ve Bayezid için tertiplediği sünnet düğününe Hızır Beyi de davet etti. Değer verdiği konuğunu karşısında oturttu. Onun da yanında tarihçi Şükrullah Efendi bulunmaktaydı.

Hızır Beyin, Fatih tarafından değer görmesi ve iltifata mazhar olması ile ilgili iki rivayet nakledilmektedir. Birincisi; Acem ülkesinden gelip Osmanlı topraklarına geçen bir âlimin ilmî tartışmalarda Türk âlimlerini aciz bırakarak susturduğu nakledilmektedir. İlmî meclislerde âlimleri susturan yabancının karşısına çıkacak ve onu susturacak bir Osmanlı âlimi dört gözle beklenmekteydi. Bu arayış sürerken ilmi meclise sipahi kılığı ile giren Hızır Bey, rakip çıkmayınca ihtihzaya başlayan ve alaycı tavır takınan yabancının yanına gitti. Onu ilmî müzakere ve tartışma sonunda susturdu. Bu teşebbüsüyle Sultan Fatih’in büyük teveccühüne mazhar oldu.

Fatih Sultan Mehmed’in itimadını kazanan ikinci hadise ise, Hızır Bey Çelebi’nin yazdığı Arapça bir manzumeyi padişaha sunması ile başlamıştır. Fatih kendisine sunulan “İcaletü’l-Leyleten” adlı Arapça manzumeyi hocası Molla Güranî’ye göndermiştir. Molla Güranî manzumeyi okuyup inceledikten sonra burada geçen bir ibareye itiraz edip yanlış olduğunu söylemiştir. Hızır Bey Çelebi ise Kur’ân-ı Kerim’in bir âyetinden delil göstererek Arapça ibarenin yanlış değil, doğru olduğunu ispatlamıştır. İşte bu ilmî müzakere ve tartışma da padişahın katında, Hızır Beye olan güveni ve değeri fazlasıyla arttırmıştır.

Hızır Bey Çelebi, İstanbul’un fethinden (1453) vefat yılı olan 1458 yılına kadar İstanbul Kadılığını sürdürmüştür. İsminin İslâm tarihine geçmesine ve büyük bir şöhret sahibi olmasına sebep olan gelişme, Hıristiyan bir mimarın kendisine şikâyette bulunması ve Fatih’i şikâyet etmesiyle başladı. Risâle-i Nur’da da (İşârâtü’l-İ’câz, 1994, s. 272-273) Hızır Beyin ismi zikredilerek atıf yapılan olay şöyle gelişmiştir:

Fatih Sultan Mehmed, Ayasofya Camii’nden daha yüksek kubbeye ve daha üstün mimarî özelliklere sahip bir cami yaptırmak istemiş ve bu caminin yapımına da Hıristiyan mimar talip olmuştu. Ancak, bir Hıristiyan olarak, Ayasofya’dan daha üstün bir eserin vücuda gelmesine gönlü pek razı değildi. İnşaat başlamış ve Mısır’dan o zamanın şartlarından dolayı bin bir sıkıntıyla mermer sütunlar getirtilmişti. Ancak, söz konusu sütunların boyları kesilerek kısaltılmış ve böylece yeni eserin Ayasofya’yı geçmesi engellenmişti. Eserin bitimine yakın bir zamanda camiyi görmeye gelen Padişah, gördüğü manzara karşısında çok büyük bir hiddete kapılmış ve mimarın kasıtlı olarak sütunları kısalttığına hükmederek hemen cezalandırılması emrini vermişti. Bunun üzerine mimarın eli kesilmişti. Çünkü, Padişahın isteği hiçe sayılmış ve bin bir güçlükle getirilen sütunlar izinsiz kısaltılmıştı. Bu hareketinin cezası olarak eli kesilmiş, eşi ve çocuklarıyla birlikte büyük bir sıkıntıyla karşı karşıya kalmıştı.

Fatih Sultan Mehmed, her ne kadar suçlu da olsa, birini mahkemeye vermeden cezalandırmıştı. O zamanın şartlarında daha fazlası yapılmakta ve böyle bir durumda; sultanların, kralların hareketi muaheze edilmez, yaptıkları hareket (kafa vurdurtma, idam etme bile olsa) gayet normal ve tabiî karşılanırdı. Ancak bunun, bir İslâm ülkesinde ve Osmanlıda böyle olmadığını, mahkemelerin âdil işlediğini bilen Hıristiyan mimar, elinin kesilmesinden dolayı Padişahı mahkemeye verdi.

Mimarı dinleyen Hızır Bey, Fatih’i mahkemeye dâvet etti. Sultan da dâvete uyup mahkemeye gitti. Mahkemeye vardığında şikâyetçi olan mimar ayakta bekliyordu. Ürkek bir şekilde etrafı seyredip merakla gelişmeleri izliyordu. Kendisi sıradan bir vatandaş, şikâyet ettiği kişi ise bir büyük ve güçlü hükümdar idi. Dolayısıyla; kuvvetin mi veya adaletin mi hüküm sürdüğü ya da güçlünün, kanunları istediği gibi yönlendirip yönlendiremediği görülecekti. Fatih mahkeme salonuna girdikten sonra başköşede bir yere oturmak isteğiyle o yöne yöneldi. Ancak, hakim Hızır Bey, oturmasına izin vermeyerek, hasmıyla yüzleşmek için ayakta beklemesini söyledi. Padişah da hakimin dediğini yaptı ve ayakta bekledi.

Hızır Bey Çelebi, önce kimlik bilgisini sorduktan sonra, “Mimarın elini kestirdin mi?” diye sordu. Akabinde, muhakeme edilmeden mimarın elini kestirdiği için, Padişahın elinin kesilmesine hükmetti. Yani Padişaha kısas uygulanacaktı. Şayet dâvâcıyı razı edebilirse, kendisi ve çoluk çocuğunun ömür boyu geçimini sağlamak kaydıyla, elinin kesilmesini önleyebileceği söylendi. Bu karardan sonra herkes şaşkın ve sessizdi. Bu karar karşısında ağlayarak Padişahın ellerine sarılan mimar, maişetinin temin edilmesi kaydıyla, Padişahın elinin kesilmesine rızası olmadığını bildirdi. Böylece taraflar anlaşmış oldu. Kısa bir süre sonra mimar ve aile efradı Müslüman oldular. Mahkemenin bu kararı da İslâm tarihinin şeref levhasında yerini aldı.

Fatih, mahkeme olayından bir süre sonra kadıyı ziyaret etti. Şayet, kendisini suçlu bulmayıp, padişah muamelesi yapmış olsaydı, kılıcıyla kendisini parçalayacağını söyledi. Bu ifadelere muhatap olan Hızır Bey de, eğer padişahlığına güvenip dinimizin emri olan hükme karşı çıksaydın kafanı parçalatırdım, meâlindeki sözlerle karşılık verdi. Böylece hem Padişah, hem kadının tavrı, hem de muhakeme olayı bir Cihan devletine yakışır tarzda son bulmaktaydı. Kadıyı takdir eden Padişah sırtındaki kürkü çıkarıp Hızır Beye giydirdi.

1458 yılına kadar İstanbul kadılığı yapan, bir çok talebe yetiştiren, adaleti en güzel şekilde icra ettiren Hızır Bey bu tarihte vefat etti. Güzel ahlâkı, takva sahibi örnek bir insan olarak hayatını tamamladı. Türkçe, Arapça ve Farsça dillerinde önemli bir birikime sahipti. Aynı zamanda şairdi. Ünlü eseri Kaside-i Nuniyye’yi manzum olarak ele aldı. Bunun dışında da bazı eserleri kaleme aldı. Ancak, yazdıklarından sadece bir kısmı günümüze kadar ulaşmıştır. Memuriyeti sırasında bugünkü Kadıköy bölgesi kendisine geçimi için tahsis edilmiştir. Bu yüzden buranın adı Kadı Köyü ve zamanla Kadıköy olmuştur.