Edward Gibbon (1737-1794)

Meşhur İngiliz tarihçi ve yazarıdır. Zengin bir ailenin tek çocuğu olarak yaşamıştır. Roma İmparatorluğu tarihi üzerine yaptığı uzun süreli çalışmalarıyla şöhret olmuştur. “Roma İmparatorluğunun Gerileme ve Çöküş Tarihi”, adını taşıyan eserini yirmi yıl süren çalışmanın ve araştırmanın sonunda tamamlamıştır. Hıristiyanlık dini ile ilgili görüşleri ve akılcı yaklaşımı, Hıristiyan din adamlarının büyük tepkisini çekmiştir. Doğu-Batı toplumları ile ilgili değerlendirmelerinde Doğunun daha ilerde olduğuna dikkat çekmiştir. Risale-i Nur’da İslam inancı ve Kur’an-ı Kerim hakkında zikretmiş olduğu ifadelerine yer verilmiştir. Baba-oğul ve kutsal ruh akidesinin İslamiyet tarafından reddedildiğini belirtmiş, yaratıcının insan bedenine girip cisimleşmesini ifade eden “tecessüd” anlayışının kabul görmediğini yazmıştır.

Gibbon, zengin bir ailenin çocuğu olarak 1737 yılında Putney’de (Londra) doğdu. Ailenin en büyük ve hayatta kalan tek çocuğu olarak yaşadı. Küçük yaşta geçirdiği hastalıktan dolayı düzenli bir şekilde okula gidemedi. Ancak, okula gidememesine rağmen zamanının önemli bir kısmını dedesine ait kütüphanede geçirdi. Çok sayıda kitap okudu. 1747 yılında annesinin ölmesinden sonra, bakımını teyzesi Catrine Porten üstlendi. Sağlığının düzelmesi üzerine 1752 yılında Oxford Üniversitesi’ne girerek eğitimini devam ettirdi.

Üniversiteye girdikten bir yıl sonra hayatında meydana gelen değişme babası ile arasının açılmasına sebep oldu. Çünkü, Protestan iken mezhep değiştirip Katolik olması babasının büyük öfkesine yol açtı. Zamanın yasalarına göre mezhep değiştiren birisi hiçbir kamu görevi alma imkanından faydalanamazdı. Babası, eski mezhebi olan Protestanlığa dönmesini sağlamak için kendisini Lozan’a gönderdi. Burada harçlıkları kesildiği için çok büyük sıkıntı çekti. Akabinde tekrar eski mezhebine dönüp Protestan oldu. Bu süre zarfında Latin edebiyatına ilgi duydu. Matematik ve Mantık üzerine çalışmalarda bulundu. Fransızca’yı, eser yazacak bir düzeyde öğrendi. Dönüşünde askerlik vazifesini de yaptı.

Gibbon’un askerlik vazifesi boyunca yaşadıkları, Roma ordusu hakkındaki bilgisinin pekişmesine ve daha iyi anlamasına yardımcı oldu. 1760-62 yılları arasında yüzbaşı rütbesi ile sivil savunma milisinde görev almak suretiyle askerliğini tamamladı. Eski Çağ tarihine olan büyük tutkusundan ve merakından dolayı zamanının büyük bir kısmını kütüphanede geçirmeye başladı. Bol bol kitap okuyarak araştırmalarda bulundu. Bu amaçla Roma’ya gitti. Roma’nın eski ve tarihi mahallerini dolaştı. Bu gezileri sırasında keşişlerin yaptığı akşam duaları dikkatini çekti. Bundan sonra Roma İmparatorluğunun tarihini yazmaya karar verdi.

Londra’ya geri dönen Gibbon, çalışmalarına hız verdi. 1774 yılında İngiliz parlamentosuna girdiği halde çalışmalarına ara vermeden sürdürdü. Bir ara İsviçre halkının özgürlük mücadelesi üzerine bir kitap yazmaya teşebbüs ettiyse de tamamlamadı ve yarıda bıraktı. Roma tarihi üzerinde yoğunlaşmaya başladı. Yirmi yıl boyunca Roma tarihi üzerindeki çalışmalarını devam ettirdi ve böylece uzun yıllar üzerinde çalıştığı Roma tarihini yazma işini bitirdi. Eserini yazarken birçok eleştiri ve saldırıya uğradı. Bu eleştirileri duymazlıktan geldi. Eserini iki bölüm halinde kaleme aldı. Birinci bölümde üç yüz yıllık bir dönemi kapsayan ve Batı Roma’nın sona erişine kadar olan kısmını yazdı. İkinci bölümde ise bin yıl süren Doğu Roma’nın (Bizans) Osmanlılar tarafından, ortadan kaldırılışına kadar olan dönemi yazdı.

Gibbon, Roma İmparatorluğunu kendi bütünlüğü içinde ve tek bir uygarlık olarak irdeledi. Maddi çöküşü ahlaki çöküşün sonucu ve simgesi olarak ele aldı. Hıristiyanlığa olan yaklaşımı ise dini çevreler tarafından tepkiyle karşılandı. Çünkü, dine akılcı yaklaşımı ve bu şekilde ele alışı hoş karşılanmadı. Eseri ve yaptığı çalışmaları kısa sürede tanınmasına ve büyük bir şöhret elde etmesine vesile oldu. Roma İmparatorluğu’nun Gerileme ve Çöküş Tarihi adını taşıyan eseri büyük bir ilgi gördü. Edebi üstünlüğünü ve yeteneğini eserine de yansıtması ilgi ve alakayı arttırdı. Bu eserin bazı ciltleri Türkçe’ye de tercüme edilip yayımlandı.

Gibbon, Roma imparatorluğunun yıkılışının önemli sebeplerini sıralarken, çok kültürlülükle ve bunların entegrasyonuyla övünen bu imparatorluğun, başka inançlara tolerans tanımayan Hıristiyanlık tarafından ciddi biçimde zayıflatıldığına dikkat çekti. Altı ciltlik eserini özetlerken de “Ben barbarlığın ve dinin zaferini tasvir ettim” şeklindeki dikkat çekici ifadelere yer verdi. (http://www.iktibas.info/dergi/kasim/ceviri.htm)

Britanya’nın Roma İmparatorluğu tarafından işgal edildiği sırada vatandaşlarının içinde bulunduğu durumu eleştiren Gibbon, mağlubiyetin önemli sebepleri arasında birliğin olmamasını gösterdi. İngilizleri oluşturan çeşitli boy ve kabilelerin yürekli ve özgürlüklerine düşkün insanlardan oluşmakla birlikte, kendilerini yenilmez olarak görmeleri, her türlü saldırıya karşı koymanın birlik ve beraberlikten geçtiğini bilmemeleri, daha çok silahlarına önem verip savaş dışında bile birbirleriyle vuruşmak için kullanmaları, daimi bir biçimde asıp kesmekten söz ettiklerini dile getirdi. Bunun sonucunda da Roma’ya mağlup olduklarını ifade etti. (age. 1. C. s. 23.)

Doğu-Batı arasında bir değerlendirmede bulunan Gibbon, Doğuluların bilinmeyen çok zaman öncesinden beri lüks bir hayat yaşadıklarını, sanat sahibi olduklarını ve bu şekilde hayatlarını sürdürürken Batının ise, kaba saba bir fikri bile olmayan barbarların ülkesi olduğunu ifadelerine ekledi. (age., s. 69)

Risale-i Nur’da Gibbon’un İslam ve Kur’an hakkındaki görüşlerine yer verilmektedir. Gibbon, İslam’ın; yaratıcının bir insan vücuduna girip gövde sahibi olmasını ve teslis akidesini, yani baba oğul ve kutsal ruh anlayışını reddettiğine işaret etmektedir. Ganj nehri ile Atlas Okyanusu arasındaki memleketlerin Kur’an-ı Kerim’i bir Anayasa ve esas kanunların ruhu olarak kabul edip tanıdıklarını belirtmektedir. Kur’an nazarında güçlü bir hükümdarla zavallı bir fakir arasında fark yoktur. Gibbon, Kur’an’ın bu ve benzer esaslarıyla vücuda getirdiği kanunlarının dünyada başka bir benzeri yoktur ifadelerine yer verir.

Müslümanlığın esası, Allah’a bir vücut giydirme ve üçleme anlayışını reddeder. Bu akideler ancak, mutaassıp Hıristiyanları tatmin edebilir. “Halbuki Kur'ân, bu gibi karışıklıklardan, iphamlardan âzâdedir. Kur'ân, Allah'ın birliğine en kuvvetli delildir. Filozofane bir dimağa mâlik olan bir muvahhid, İslamiyet’in nokta-i nazarını kabul etmekte hiç tereddüt etmez. Müslümanlık, belki bugünkü inkişaf-ı fikrimizin seviyesinden daha yüksek bir dindir.” (İşaratü’l-İ’caz, 1997, s. 265)