Ahmet Rıfaî (1118-1182)

Soyu, Peygamber Efendimizin (asm) torunu Hazreti Hüseyin’e (ra) dayanan ve bundan dolayı Seyyid Ahmed Rıfaî (Rufaî) olarak anılan büyük İslam alimlerinden biridir. Hayatı boyunca Peygamber Efendimizin sünnetini esas alarak yaşamaya çalışmış ve çevresinde bulunanları Hakk’a ve hakikate ulaştırma yolunda vesile olmaya çalışmıştır. Abbasi Devleti tarafından büyük ilgi görmüş, saraya davet edilerek bizzat halife tarafından büyük hürmet ve saygıyla karşılanmıştır. İsmi Risale-i Nur’da, aktablar ve imamlar arasında zikredilmektedir. (Şualar, s. 542) Rıfaî tarikatının kurucusu olarak kabul edilmektedir. Künyesi Seyyid Ahmed bin Ali el-Mekki bin Yahya er-Rıfaî şeklindedir.

Ahmed Rıfaî, 1118 yılında Bağdat ile Basra arasında bulunan Bataih bölgesindeki Ümmüabide Köyünde dünyaya geldi. Hazreti Hüseyin’in (ra) soyundan geldiğine dair kaynaklarda fikir birliği mevcuttur. Büyük ceddi Rifaa el-Hasan Mekke’de yaşamaktaydı. Ancak çıkan bir kargaşadan ve karışıklıktan sonra buradan göç ederek İspanya’ya gitmiş ve İşbiliye’ye yerleşmişti. Uzun bir süre burada yaşadıktan sonra bu sülaleden Seyyid Yahya ailesi ile birlikte Hicaz’a geri dönmüş ve bilahare Basra’ya gitmişlerdi. Bu bölgede yaşamakta olan Sunni ve Şiiler arasındaki anlaşmazlıkların giderilmesi hususunda Ahmed’in dedesi olan Seyyid Yahya’nın çok büyük hizmetleri oldu.

Ahmed, yedi yaşlarında iken babası Seyyid Ali vefat etti. Bu vefat olayından sonra yörenin önemli isimlerinden ve aynı zamanda dayısı olan Mansur el-Bataihi aileyi korumasına aldı ve Ahmed’in yetişmesinde önemli katkıları oldu. İyi bir eğitim alması ve yetişmesi için özel gayret sarf etti. Ahmed, zamanın alimlerinden dini ilimleri okudu. Çok küçük yaşta Kur’an-ı Azimüşşan’ı ezberledi. Hocası Vasıtî tarafından, zahiri ve batıni ilimlere vukufiyetinden ötürü, iki alemin babası anlamına gelen "ebü’l-alemeyn" ünvanı verildi. Kendisinden ders aldığı Abdülmelik Harnuti; başkalarına iltifat edip gezenin hedefine ulaşamayacağını, hakikate varamayacağını, şüpheden kurtulamayan ve sırf dünyevi şeyleri düşünerek nefsani arzuların peşinde koşanın hidayete ve kurtuluşa eremeyeceğini, kendi kusurunu ve eksikliklerini bilmeyenin ömrü boyunca noksanlık ve eksiklikle yaşayacağını belirterek, bu tespitleri hafızasına nakşetmesi tavsiyesinde bulundu.

Ahmed Rıfaî, eğitimini tamamlayıp icazet aldıktan sonra dini hizmetleri ifa etmeye başladı. Kısa zamanda çevresi büyük insan topluluklarıyla çevrildi. Kendisini çekemeyen ve kıskananlar tarafından Abbasi Halifeliğine şikayet edildiyse de şöhretinin yayılmasına engel olunamadı. Hac farzını yerine getirmek maksadıyla 1160 yılında bazı yakınları ile birlikte Kutsal topraklara gitti. Medine’ye yaklaştıklarında devesinden inerek yayan yürümeye başladı. Bu şekilde Ravza-i Mutahhara’yı ziyaret etti. Bu ziyaret sırasında Peygamber Efendimizi selamladığı, karşılık aldığı ve bunu müteakiben bazı olağanüstü hallerin yaşandığı çok sayıdaki kaynak tarafından nakledilmektedir (Mustafa Tahralı, "Ahmed er-Rifâî", TDVİA., 2. C., s. 127)

Rıfaî, çok sayıda talebe yetiştirdi ve bunlarla azami ölçüde zaman geçirmeye ve ilgilenmeye gayret gösterdi. Bu sebeple aralarında çok samimi bir bağlılık meydana geldi. Talebelerle birlikte olmanın, onlarla ilgilenmenin ve bir arada bulunmanın çok büyük sevaplara vesile olacağını bildirdi. Bunun da aynı zamanda bir ibadet olduğunu ve talebelerine de aynı şekilde davranmaları tavsiyesinde bulundu. Alçak gönüllülüğüyle dikkat çekti. Çok az konuşmasının sebebi sorulduğunda, "sükutla emr olundum" karşılığını verirdi. Peygamber Efendimizin hayatını kendisine düstur edinip, "Kim saçı sakalı ağarmış bir Müslüman’a ikramda bulunursa, Allah da ona ihtiyarlığında hürmet ve ikramda bulunacak kimseleri vazifelendirir, ona ikramda bulunulur" mealindeki hadisini hatırlatırdı. Selam konusunda hassas davranarak çocuklara bile selam verirdi.

Büyük insanların en önemli özelliklerinden birisi, bildiklerini çevreleriyle paylaşmaları ve özellikle ilmi tahakküme meyletmemeleridir. Rıfaî hazretleri de bildiklerini talebelerine aktarmaya çalıştı. Toplum tarafından beğenilmesi ve kendisine büyük ilginin hatırlatılması üzerine bazı ikazlarda bulundu. İlminin çokluğu ve amelinin iyi olması ile gurura kapılmanın marifet sahibi olunmadığını gösterdiğini belirtti. Şeytanın da çok fazla bilgi sahibi olduğunu, ateşin topraktan üstünlüğünü savunarak gurura kapıldığını ve bu şekildi feci sonunu hazırladığını hatırlattı. Yüksek ilimlere sahip olma duygusuna kapılmama uyarısında bulundu.

Rıfaî, bilgisizliği de ölüme benzetti. Cenab-ı Hakk’ın verdiği ilimle peyderpey canlanmanın başladığını belirtti. Bununla birlikte her bilginin de bir vebali beraberinde getirdiğini, bu vebalin de bildiklerimizle amel etme olduğunu sözlerine ekledi. Ayrıca amellerin fayda vermesinin de Allah rızası için yapılıp yapılmadığına bağlı olduğunu, ihlasın elde edilmediği sürece kurtuluşun mümkün olmadığı izahında bulundu.

Rıfaî, tanınmasına paralel olarak Abbasi Halifeliğinin de dikkatini çekti. Halife Müstencid, kendisine bir mektup yazarak tavsiye ve nasihatlerinden istifade etmek isteğini bildirdi. Mektubuna cevap aldıktan ve buna memnun olduktan bir süre sonra sarayına davet etti. Maiyetinde bulunanlarla birlikte kendisine büyük saygı gösterdi. Halife ayrıca birkaç kez kendisiyle baş başa görüşmelerde de bulundu.

Risale-i Nur’da, Peygamber Efendimizin doğruluğuna ve hakkaniyetine şahitlik eden külli unsurlardan birisine, Kur’an-ı Kerim’in terbiyesinde yetişen, talebelik eden ve her biri birer yıldız gibi çevrelerini ve dönemlerini aydınlatan büyük şahsiyetler örnek olarak gösterilmektedir. Çok sayıda alimle birlikte Rıfaî hazretlerinin ismi de aktablar ve imamlar arasında zikredilmektedir. (Şualar, s. 542) Bu büyük alimlerin aynı zamanda, "Ümmetimin alimleri Beniisrail’in peygamberleri gibidir" hadisi şerifine masadak oldukları ve hizmetlerine işaret edilmektedir.

Risale-i Nur’da, aralarında Rıfaî hazretlerinin isminin de zikredildiği Kur’an talebelerinin aldıkları terbiyeden sonra kâinatla olan bağlarına işaret edilmekte ve gösterdikleri olağanüstü gelişmeye dikkat çekilmektedir. Küçük bir mikroba mağlup olan küçük insan, Kur’an ile yücelir ve birçok duyguları gelişerek yerli yerine oturur. Cenneti zikir ve virdine gaye olmakta az görmekle beraber, kendi nefsini Cenab-ı Hakk’ın edna bir mahlukundan üstün görmez. İzzet içinde tevazu ile yaşar. Bu büyük insanlar Yaratıcılarına kainatın dili ve zerreleriyle ibadet ve tespih yapmaya başlarlar. (Lem’alar, s. 123)

Rıfaî, Peygamber Efendimizin yıldızları olan sahabeler hakkında ileri geri konuşmanın caiz olmadığı uyarısında bulundu. Bu konuda fikir yürütmenin ve ileri geri konuşmanın tehlikelerine işaret etti. Bu mübarek insanlarla ilgili olarak her Müslüman’ın diline hakim olması gerektiğini bildirdi. İslam büyüklerinin iyiliklerinin dile getirilmesi gerektiği ve tümünün sevilmesi icap ettiğini belirtti. Kendi oğlu için yaptığı, ancak umumu ilgilendiren bir nasihatinde; kalbinde en ufak bir lekenin görünmesi durumunda oruç tutması tavsiyesinde bulundu. Akabinde, bu teklikeli durumlara karşı az konuşma, günahlardan şiddetle kaçınma ve Cenab-ı Hakk’a, kalbin kötülüklüklerden arınması için yalvarmayı önerdi.

Seyyid Ahmed Rıfaî 1182 yılında geçirdiği bir hastalık neticesinde Hakk’ın rahmetine kavuştu. Naaşı Bağdat’ın güneyinde bulunan Vasıt yakınlarına defnedildi. En önemli ve günümüze kadar ulaşan eseri, Hikemü’r-Rifaiyye’dir. Şafii fakihi ve müfessiri olup, eser ve ibadetlerinde ittihaz ettiği yol ve yöntem Kitap ve Sünnete uygun bulunmuştur. Dört büyük kutuptan biri olarak da kabul görmektedir.