Abdülhakim Arvasî (1865-1943)

Nakşibendi tarikatının Halidi kolunun şeyhlerindendir. Arvas Seyitleri olarak telakki edilen aileye mensuptur. Bu ailenin asırlar öncesinden Van’a gelerek yerleştikleri, Kadiri tarikatına mensup oldukları ve "Arvas Seyitleri" olarak anıldıkları rivayet edilmektedir. Bu isimden dolayı "Arvasî" olarak anılmış ve bu unvanla tanınmıştır. Soyadı Kanunu çıkarıldıktan sonra "Üçışık" soyadını almıştır. Osmanlı ve Cumhuriyet dönemlerinde muhtelif yerlerde hocalık yapmış, tasavvuf şeyhliğinde bulunmuştur. Risâle-i Nur’un yayılmasına engel olmaya çalışan CHP yönetimi, bu amaçla bazı din adamlarını art niyetlerine alet etmişlerdir. Şeyh Abdülhakîm de bu maksada alet olmaktan kurtulamamıştır.

Abdülhakim, 1865 yılında Van iline bağlı Başkale ilçesinde dünyaya geldi. Seyit Mustafa Efendinin oğludur. Soyu Abdülkadir-i Geylani (ra) hazretlerine dayandırılmaktadır. İlk derslerini babasından aldı. Başkale’deki ibtidai ve rüşdiye mekteplerini bitirdikten sonra, eğitim maksadıyla Irak’a gitti. Burada bazı bölgeleri dolaşarak alimlerden icazet aldı. Buradaki eğitimini de tamamladıktan sonra Başkale’ye geri döndü.

Abdülhakim, Başkale’ye döndükten sonra burada bir medrese yaptırdı. Kendisine miras olarak kalan serveti bu amaçla harcayarak büyük bir kütüphane vücuda getirdi. Kendi kurmuş bulunduğu medresesinde yirmi yıla yakın bir süre boyunca ders okuttu. Daha sonra Halidiye Tarikatı şeyhlerinden olan Seyyid Fehim’e intisap etti. Bu arada bir çok müspet ve din ilimleri alanında bilgi alarak kendini yetiştirdi. Akabinde bazı tarikatların hilafetini aldı.

Birinci Dünya Savaşı’nın başlaması ve Osmanlı Devleti’nin savaşa girmesinden sonra bölge Ruslar tarafından işgal edildi. Bu arada Başkale de Ruslar tarafından istila edildi. Bu işgal ve istilayı fırsat bilen Ermenilerin silahlanarak Müslüman halkı katletmeleri üzerine bir çok aile yerini ve yurdunu terk etmek zorunda kaldı. Bu arada Şeyh Abdülhakim, 150 kişiyi bulan ailesi ile birlikte daha güvenli yerlere geçmek maksadıyla buradan ayrıldı. İlk etapta Bağdat’a gidip yerleşmek maksadıyla göç etti.

Şeyh Abdülhakim, Musul’a vardıktan sonra burada iki yıl kaldı. Bağdat, İngilizler tarafından işgal edildiği için buraya gidemedi. Ailesi ile birlikte tekrar göç ederek Adana’ya geldi. Buranın da işgal edilme tehlikesine karşılık Eskişehir’e gitti. Daha sonra buradan da ayrılarak 1919 yılında İstanbul’a geçti. Eyüp’te kendisine tahsis edilen Yazılı Medrese’de misafir edildi. Ayrıca, Kaşgari Dergahı şeyhliğine tayin edildi. Daha sonra Sultan Vahdettin tarafından Medrese-i Mütehassisin’e müderris olarak tayin edildi. Bu arada dergah şeyhliği, imamlık ve vaizlik vazifelerini de ifa etti. Bu görevi tekke ve zaviyelerin kapatılmasına kadar devam ettirdi.

Tekke ve zaviyelerin kapatılmasından sonra, tarikat faaliyetlerine ara veren Şeyh Abdülhakim, dergaha dönüştürdüğü evinde tasavvuf faaliyetlerine devam etti. CHP’nin başarısızlığı, ülkenin içine düştüğü ekonomik çöküntü sonrası kurdurulan Serbest Cumhuriyet Fırkasına olan teveccüh, komplocuların ve provokatörlerin işine yaradı. Çıkarılan Menemen hadisesi sonrasında, özellikle dindar kesim üzerinde büyük bir baskı oluşturuldu. Çok sayıda insan tutuklanarak hapis ve ağır cezalara çarptırıldı. Şeyh Abdülhakim de tutuklandı ve Menemen’e gönderildi. Ancak, olayla ilgisinin olmadığı anlaşıldı.

Soyadı kanununun çıkarılmasından sonra Üçışık soyadını alan Şeyh Abdülhakim, İstanbul’da çalışmalarına devam etti. Beyoğlu’nda bulunan Ağa Camii ile Beyazıt Camilerinde bazı dersleri okuttu. Özellikle Necip Fazıl Kısakürek’in kendisiyle tanışması ve sohbetlerine devam etmesi daha çok tanınmasına vesile oldu. Bir ara Vefa Lisesi’nde de öğretmenlik yaptığı aktarılmaktadır. Medreselerde daha çok tasavvuf ile ilgili dersleri okuttu ve bu konuyla ilgili bazı eserleri kaleme aldı.

Eylül 1943 yılında sıkıyönetimin emriyle İzmir’e gönderilen Şeyh Abdülhakim’in aynı yıl içinde rahatsızlığı arttı ve hastalandı. İzmir’de zor şartlar altında yaşaması, yaşının da epey ilerlemiş olmasından ötürü hastalığının şiddeti arttı. Akabinde Ankara’ya getirildi. Kısa bir süre sonra da Ankara’da vefat etti (27 Kasım 1943). Naaşı Ankara’nın kuzeyinde bulunan Bağlum Mezarlığına defnedildi.

Risâle-i Nur’un giderek geniş bir kitle tarafından benimsenmesi ve çok sayıdaki talebeyi kendine bağlaması, bazı yöneticilerin değişik yollara başvurarak engellemeleriyle karşılaştı. Bir taraftan Üstad ve talebeleri hapse atılıp muhtelif işkencelere tabi tutulurken, diğer taraftan da bazı din adamları kullanılarak Risâle-i Nur’un önü kesilmeye çalışıldı. Risâle-i Nur ve Üstadı hakkında aleyhte konuşturulmak suretiyle davaya zarar verilmeye çalışıldı. Gizli komitenin amacı, bazı kimseleri, Risâle-i Nur’a karşı kışkırtmak, tenkit etmelerini sağlamak ve bu yolla yayılmasını engellemekti.

Şeyh Abdülhakim’i de Bediüzzaman’ın aleyhinde konuşmayı başaran kesimler, tenkit edenler arasına katılmasını sağladılar. "Birinci Şua’da bazı Kur’an ayetlerinin işari ve remzi manalarının külliyetinde, cifir ve ebced tevafuklarına" temas edilmesi ve asrımıza bakan bazı işaretlerin tezahürü ile ilgili beyanları tenkid eden Şeyh, farkında olmadan söz konusu komitenin oyununa alet oldu (Abdulkadir Badıllı; Bediüzzaman Said-i Nursi Mufassal Tarihçe-i Hayatı, C. 2, İstanbul 1998, s. 1103). Yapılan haksız eleştirilere rağmen, Bediüzzaman’ın söz konusu tenkitçiler hakkında itinalı davranması ve onların hareketlerine benzer tavrı takınmaması dikkat çekicidir.

Bediüzzaman, Kur’an tefsiri ile ilgili yapılan eleştirilere şöyle cevap verdi: "… biz demiyoruz ki, ayetin mana-yı sarihi budur. Ta, hocalar fihi-nazar desin. Hem dememişiz ki, mana-yı işarinin külliyeti budur. Belki diyoruz ki, mana-yı sarihinin tahtında müteaddit tabakalar var. Bir tabakası da mana-yı işari ve remzidir. Ve o mana-yı işari de bir küllidir, cüziyatları var…" (Kastamonu Lahikası, s. 120, 121).

Bediüzzaman, Risâle-i Nur ve şahsı ile ilgili çevrilen dolaplara dikkat çekerken, bu oyuna alet olanlar için "biçare" tabirine yer verdiği de görülmektedir. Ayrıca, yaptığı hizmete engel olmanın hiç kimseye fayda sağlamayacağına ve talebelerinin de dindar insanlara karşı hassas olmaları gerektiğine işaret etmektedir (Şualar, s. 286). Bediüzzaman, bazı safdil insanların ve bazı cüretkar talebelerin, yaptıkları yanlışlarla, fırsat kollayan kesimlerin işini kolaylaştırdığını belirtmektedir. Bununla birlikte aleyhine sevk edilen Şeyh Abdülhakim gibi zatların da söz konusu durumdan zarar gördüklerini, mütedeyyin insanların birbirinin aleyhinde bulunmalarının hiçbir fayda sağlamayacağını da örnekleriyle birlikte ortaya koymaktadır (Şualar, s. 289).

Şeyh Abdülhakim, Rabıta-i Şerife ve Riyazü’t-tasavvufiye adlı eserleri kaleme almıştır. Birinci eser Necip Fazıl Kısakürek tarafından sadeleştirilerek yayımlanmıştır. Eserde rabıta ve uygulamasıyla ilgili bilgilere yer verilmektedir. Eserinde, Nakşibendi tarikatının adabı hakkındaki açıklamalar yer almaktadır. İkinci eserde ise tasavvuf, tasavvuf tarihi ve kavramlarıyla ilgili bilgilere yer verilmektedir. Bu eserini medresede hocalık yaptığı sıralarda kaleme almıştır. Bu eser de Necip Fazıl Kısakürek tarafından sadeleştirilerek Tasavvuf Bahçeleri adıyla yayımlanmıştır.