IV. Masa “Bilim ve Ahlak”


Bilim ve Ahlak

Katılımcılar

Bestami Said ÇİFTÇİ
Gökçe OK
İntizam Seyda DURGUN
Kemal GURULKAN
Taşkın TUNA
Şaban DÖĞEN

Sonuç

Bilim; insanlığın varlık aleminin sırlarını çözmeye yönelik ortak arayışlarının ürünüdür. Bilim ile din ve ahlak arasındaki ilgiyi kurmaya yönelik değerlendirmelerin geleceğe dönük anlaşılır bir perspektif edinmek için din ve bilim arasındaki tarihsel arka planı “modern bilim”in başlangıcı sayılan 17. yüzyıldan başlayarak kısaca şöyle özetleyebiliriz.

Çoğu filozof ahlak sisteminin varlığını sorgulamadan, olduğu gibi, tarihi bir gerçek olarak kabul etmiş ve bunun metafizik nedeni veya nesnel geçerliliği ile ilgilenmemiştir. Birçoğu, ahlak sistemindeki geleneksel ahlak anlayışını kırmaya çalışarak sözde akla uygun, bilimsel ve din dışı bir tanım yapmaya çalışmıştır. Ancak bu girişimleri; sistemi, toplumsal, bireysel temellere indirmekten ibaret kalmış ve bütün yapılan “Tanrı”nın yerine toplumu veya başka şeyleri geçirmek olmuştur.

Materyalizme en büyük desteği sağlayan kişi ise, yaratılışı reddeden ve buna karşı evrim teorisini öne süren Charles Darwin ve takipçileri oldu. Darwinizm, ateistlerin asırlardır cevap veremedikleri “canlılar ve insan nasıl var oldu?” sorusuna, tamamen rastlantı ve tesadüflere dayanan bir cevap getirdi. Doğanın içinde, cansız maddeyi canlandıran ve sonra da ondan milyonlarca farklı canlı türü türeten bir mekanizma olduğunu iddia etti ve pek çok kişiyi bu düşünceye inandırdı.

Tarih ve sosyoloji de Marx ve Durkheim, psikoloji de ise Freud bilimsel gerçekliği ateist temeller üzerine inşa ediyorlardı. Oysa bu görüşlerin her biri, 20. yüzyıldaki bilimsel, siyasi ve toplumsal gelişmelerle yıkıldı. Astronomiden biyolojiye, psikolojiden toplumsal ahlaka kadar pek çok farklı alandaki yeni bilgiler, tespit ve sonuçlar, ateizmin tüm varsayımlarını temelinden çökertti. Ne var ki, etkileri hala sürmekte ve hala karşımızda topluma dayatılan bir problem olarak durmaktadır.

Son 25 yılın araştırmaları, daha önceki seküler ve ateist düşünürlerin, Yaratıcı hakkındaki tüm varsayımlarını ve yorumlarını tersine çevirmiştir. Bazı araştırıcılar, bilimin evrenin daha da mekanik ve rastlantısal olduğunu ortaya çıkaracağını sanmış olmalarına rağmen; aksine bilim, evrende akıl almaz derecede geniş bir “büyük tasarım” olduğunu keşfetmiştir. Vahye dayanmayan ve bunu vurgulamayan bilimsel ve teknolojik gelişmeler insanı pek çok açmaza sürüklemiştir. İnsanlık, iki dünya savaşını son yüzyılda yaşamış ve şimdiye kadarki insanlık tarihinde yer alan tahribatı bu dönemde kusmuştur.

Allah’ı anlamada ve anlatmada doğrudan Kur’an’dan alınan bir yöntem öneren Risale-i Nur, kâinatı, sathi, yüzeysel bir nazarla, bilim adamı gibi incelemez; ama bir bilim adamının kâinatı “imanî” bir temelde çalışması için yöntemler sunar. Bir çiçeğin nakışlarını, rengini, kokusunu incelerken bizi marifetullaha ulaştıracak olan “mânâ-yı harfî”yle bakışı önümüze serer. Eserden müessire ulaşmamız gereğini anlatır. Gerçekte kainat okunmayı bekleyen bir kitap gibidir. Kitap yazarını gösterdiği gibi, şu kainat kitabı dahi yazarını göstermelidir. Bu açıdan, “bilimsel gerçek” diye önümüze sunulan birçok şey, Risale-i Nur’da “felsefî” bir bakış olarak değerlendirilir.

Ahlak, bilim ve din ilişkisi ile ilgili olarak çözümlenmesi gereken öncelikli problem bilim ve dinin yerinin ne olacağıdır. Bu çerçevede varlığın algılanması ile ilgili olarak bilimin ve dinin ortaya koyduğu verilerin, insanlık tarihinin gelişimi içinde modern dönemde ayrışmaya maruz kaldığı; Batının bilimle ilgili değerlendirmesi tamamen madde eksenli olduğu ve madde ötesini dışladığı için problemli bir noktaya gelindiği görülmektedir.

Bilimi öncelikle insanla birlikte düşünmeliyiz. Günümüz popüler biliminin en büyük açmazlarından biri de, deneysel olmayana karşı takındığı mesafeli duruştur. İnsanlık tarihinde, varlık olgusunun sorgulanmaya başladığı dönem kadar eski olan, kişiler ve inançların temel kavramları arasındaki farklı yorumlar, deneysel bilim yerleştikçe çeşitlenmiş, ancak bir o kadar da çatışma unsuru haline gelmiştir. Gerek kişi bazlı, gerekse inanç bazlı varlık sorgulamaları yapılırken insan biyolojik, psikolojik ve sosyolojik yönleriyle bir bütün olarak ele alınmalıdır.

Ahlakın da varlığı ve hükmettiği alanlar, insan var olalı beri konuşulmuş, geliştirilmiş ve tartışılmıştır. Ahlak ve bilim, insanın varlık alanıyla doğrudan ilgilidir. Her ikisi de, insanın olgunlaşmasına yönelik normlar sunmaktadır. Ahlak, bir anlamda insanın manevi alanda olgunlaşmasına yönelik ilkeler ortaya koyarken, bilim de maddi gelişimin sınırlarını çizmektedir. Her ikisinin de ortak amacı, insanın varlık alanına uygun değerleri içinde barındırması ve insanı yüceltmeye yöneliktir. İnsan, ilahi normlar içinde kaldığı sürece hayatın bilim ve ahlak alanı dahil, hiçbir alanında sorun çıkmamıştır. Ne zaman, insanlık bu çizginin dışına çıkmış, işte o zaman hayatın alanları birbirinden uzaklaştırılmış ve yeni tartışma alanları açılmıştır.

Ahlâk insanlık için kaçınılmaz bir hayat pratiğidir. Varlık aleminin sorgusu, eşyanın ve Allah’ın isimlerinin anlaşılabilmesi, iyi ve kötü kavramlarının tahlili için gerekli olan bilimsel bilginin, aynı zamanda ahlâki olma gibi bir yükümlülüğü vardır. Çünkü insanın biyopsikososyolojik yapısını, fizikî şartları içinde değerlendirdiğimizde görülecektir ki, varlığının devamlılığı, Yaratıcısıyla olan ilişkisine bağlıdır.

Özgürlükleri yaşamaya çalıştığımız bu çağda, bireyin, dış dünyadan gelen tüm dayatmalardan kurtarılıp varlık alemini anlamaya çalışarak, ahlaki normları içselleştirebileceği bir ortama ihtiyaç vardır. İnsanların gerçeği arama çabası içinde olması, bilime bu süreçte anlam kazandıracaktır. Bilimsel araştırma, insanın kişisel ve sosyal hayatına anlam kazandırmak istiyorsa, evrenin de anlamını araştıran bir çaba için de olmalıdır.

Yukarda da vurgulandığı gibi bugün bilim dünyasının karşısında duran en önemli problem olaylara ve varlık alemine bakışındaki yorumdan kaynaklanmaktadır. Kur’ân-ı Hakîm ve Hâkim ise, Zâriyat sûresinin 56. âyetinde insanın yaratılış maksadını şu ifadelerle açıklar: “Ben insanları ve cinleri ancak Bana ibadet etsinler diye yarattım”. Yukarıdaki “ibadet etsinler” kastıyla, Risale-i Nur’dan da anladığımız kadarıyla “beni bilim yoluyla tanısınlar” anlamı da çıkmaktadır. Hz. Peygamberin, Allah’tan “kendisine eşyanın hakikatini öğretmesini” istemesi bu açıdan önemlidir. Bir hadiste, “ben ancak güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim” gerçeğine vurgu yapılması, bu açıdan eşyanın hakikatini öğrenme ile güzel ahlak arasındaki ilgiyi de dikkatimize sunar. Bilenlerle bilmeyenler arasındaki bağlantı nazarımıza sunulur. Allah’ın gizli bir hazine olarak bilinmek istemesi, insanın yaratılması ile sonuçlanmıştır. Yaratılışın ve varlığın gayesi, Allah’ı tanıma ve bilmedir. Bu yolla insan ve insanlığın mutluluğu; bireyin akıl, şehvet ve gadap gibi kuvvelerinin kontrol altında tutulması gerekir. Bu da ancak, insanî bir olgu ve fıtrattan olduğu için ilahi ahlâk ile mümkündür.

Bediüzzaman Said Nursi, “Aklın nuru funun-u medeniyedir; vicdanın ziyası ulumu diniyedir. İftirak ettikleri vakit birinden taassup, diğerinden hile ve şüphe tevellüd eder” ifadesiyle bilim ve din arasındaki birbirinin zıttı gibi olumsuz olarak algılanan anlayışı aşmaya çalışmıştır. Böylece tevhide dayalı bir bilim anlayışı geliştirmeye çalışmış, kainata hep bu gözle bakmıştır. Yani din ilmi, fen ilmi ayrımı yapmadan, her ikisi bir bütün olarak algılayıp, varlık aleminin sırrı öyle çözülmeye çalışılmalıdır.

Bediüzzaman Said Nursi, kâinattan bahsederken birçok benzetmeler kullanır, “bir sergi”, “bir tarla”, “bir misafirhane” ve “bir saray” gibi, fakat “bir kitap” yani okunacak bir şeye benzetmesi Risâle-i Nur mesleğini ve metodunu özellikle tanımlayıcıdır. İnsanın kâinatı anlama çabasının bu isimleri okuyup anlamasına yönelik olması gerektiği ifade edilir. Bunun dışındaki yaklaşımların anlamı yoktur. Bu açıdan, özellikle bilim adamlarının kâinattaki olayları ve kanunları araştırmaları, asıl amacına ulaşamamış, yarım, eksik ve hatta saptırılmış çalışmalar olarak kalmıştır. Zira, bu çalışmalarda kâinat vardır; hem san’atlı, maksatlı, her bir cüz’üne, parçasına, pek çok hikmet yüklenen bir kâinat vardır. Bununla birlikte kainatın sahibinin varlığına dikkat çekilmez. Bazen tam tersi bir bakışla inkar edilir. Oysa kâinata dair bütün araştırmalar ancak Allahın güzel isim ve sıfatlarını gösterip ona ayna olabilir. Onlar, insanlara Rabbini tanıttığında amacına ulaşmış olur:

Bu değerlendirmelerden çıkarılacak sonuçlardan anlayacağımız gibi, kâinatı bir kitap gibi okurken, hiçbir zaman o kitabın yazarını unutmamak gerekmektedir. Aksine, yazarın büyüklüğünü kitabı vasıtasıyla anlamaya çalışmak gerekmektedir. İnsanın okuduğu kitapla ilgili bilgisi artıkça, yazarına karşı kendini daha sorumlu hissedecektir.

“Şeriat-ı tekviniye” de denilen Allah’ın kainata koymuş olduğu ilahi kanunlara, insanlar tabiat deyip, işleri gören fiil sahibi olarak tabiattaki kanunları ön plana çıkarmıştır. Oysa tabiat ve onunla ilgili olaylar, kainatta işleyen ilahi şeriattan başka bir şey değildir.

Dünyada ilk insana ‘bilgi’ öğretilmiş olmakla, asıl kaynağın Allah’a ait olduğu anlaşılmakta; böylece insanların her türlü keşif, icad ve buluşlarının esasen var olan tüm kural, kuram, teori ve yasaların; mikrokozmostan makrokozmosa kadar atomlardan, galaktik sistemlere kadar kâinatın her tarafına sinmiş ve yayılmış olan bilgilerin, araştırmacılar tarafından ortaya çıkarılmasından başka bir şey değildir. Buradan çıkan çarpıcı sonuç şudur: Allah’ın bilgisi haricinde fiziksel, kimyasal, biyolojik, jeolojik; özetle hiçbir bilgi olamaz. Kepler doğmadan önce de Kepler Kanunları uygulanıyor ve gezegenler güneş etrafında belirli periyotlarla dolanıyorlardı. Edison’dan önce de elektrik vardı. Einstein’dan önce de uzay- zaman boyutlarının o harikulâde esnek ve ahenkli denklemleri geçerliydi.

Said Nursi, Kastamonu’da yanına gelen bir grup öğrencinin “Bize Hâlikımızı tanıttır, muallimlerimiz Allah’tan bahsetmiyor”lar sözü üzerine onlara şöyle der: “Sizin okuduğunuz fenlerden her fen, kendi lisan-ı mahsusiyle, mütemadiyen Allah’tan bahsedip Hâlıkı tanıttırıyorlar. Muallimleri değil, onları dinleyiniz.” Burada “Kendi lisan-ı mahsusiyle” seslenişine dikkat etmek gerekir. Bilim adamı konuşurken kendi deneysel algılarını ve hazcı duygularını değil, bilimin Allah’ı anlatan dilini kullanmalıdır.

Örnek vermek gerekirse; en genel anlamıyla biyoloji, canlılar bilimi demektir. Bu alanda çalışanlar, canlılar dünyasını incelerken, kendi yorumlarını, felsefî ve ideolojik tercihlerini biyoloji bilimi adına bize sunabilir. Bizim yapmamız gereken, biyologlara değil, biyolojinin diline kulak vermektir. Aynı konuyu inceleyen bir biyolog, yaptığı incelemeyi marifetullaha bir basamak yaparken, diğer bilim adamı, tam tersi bir yaklaşımla, incelediği şeyde maddi bir bakışla, kesrete dalıp farklı sonuçlar çıkarabilir. Burada dikkat çekilmesi gereken nokta, biyolojiden çok biyologun değerlendirmesidir. Oysa, “Her bir fen, kendi lisan-ı mahsusiyle, mütemadiyen Allah‘tan bahsedip Hâlıkı tanıttırıyorlar”dır. Yani aslında biyolojinin dili Allah’ı anlatmaktadır. Bilimsel ahlak bunu gerektirirken, bilim dünyasındaki baskılar, bize sadece eserlerden söz etmekte, Yaratıcı’dan söz etmemektedir.

Sadece maddi değerleri dikkate alan biyoloji bilimi, canlıları bir obje olarak değerlendirir ve inceler. Fiillerin arkasındaki “Fail-i Muhtar”ı görmez. Oysa, Risale-i Nur’un birçok yerinde açıkça belirtildiği gibi, Kur’ân-ı Hâkim, hayatı madde ile mananın, ruh ile cesedin imtizacı olarak değerlendirir. Sadece maddi bir bakışla ortaya konan biyolojik bilgiler, insan gerçeğini bu anlamda anlayamaz, kendince yorumlar ortaya koyar.

Bir bilim adamının böyle bir yaklaşım sergileyebilmesi için, özgür olması, ahlaki değerlere sahip olması, pozitif anlayış taşıması, takdir etmesi, değişime açık olması, önyargılardan sıyrılması, araştırıcı olması, bilgisini içselleştirmesi ve bilginin yüceliğini koruması gibi özelliklere sahip olması gerekmektedir.

Bilim özgür ortamda gelişir, ahlak da, kalıcılığı ve içselliği, böyle özgür ortamlarda geliştirir. Bilim dünyasındaki çeşitli baskılar, özellikle Türkiye’de özgür bilimin önündeki en büyük engeldir. İnsanların kaybettiği, bilenlerin kazandığı; bilenlerin kaybettiği, bilgisini içselleştirenlerin kazandığı; onlarında bir tehlikenin eşiğinde olduklarını belirten bir hadisi burada hatırlamak gerekmektedir. Bu açıdan bakıldığında, aklın kullanıldığı, yeni fikirlerin üretildiği, insanın varlığı sorguladığı ve ahlaki normları esas alan dönemler, Bediüzzaman’ın ifadesiyle “medrese-i efkar” niteliğindeki dönemler “müstakbel”; akılla değil, hislerle hareket edilen, istibdat, taklit ve taassubun her alanda yaygınlaştığı ve kuvvetin hakim olduğu dönemler ise “mazi” şeklinde ifâde edilmiştir. Bilim adamı yararlandığı ana kaynakları yansıtmalı, ona perde olmamalıdır.

Sonuç

Bilginin ve dolayısıyla bilimin insanlığın gelişimindeki önemi ve etkisi reddedilemez. Bugün için sahip olduğumuz medeniyet ve ortak birikimlerimizin önemli bir kısmını bilimsel bilginin gelişimine ve bunun teknolojiyi tetiklemesine borçluyuz. Popüler bilim ise etrafını şüphe, tesadüf, kaygı, bencillik, bireysellik ve hazcılık surlarıyla örtmektedir. Aynı zamanda, insanın pratik hayatından ayrı düşünülemeyecek olan ahlâk kavramının da, popüler bilimin esaret kıskacında yozlaşmasına izin verilmemelidir.

Bilim ve ahlakın kaynağı aynıdır. Bir anlamda bilim bir süreç ise ahlak bu sürecin bir sonucudur. Bilgi ahlâkileştirilemediği ölçüde, ahlâk sekülerleşmektedir. Salt seküler kaygıları içeren bilim ve seküler/hazcı ahlâk anlayışı insanları mutsuz ve doyumsuz kılmaktadır. İnsanın kendi varlık alanı ile ilgili arayışlarının bir çabası olan bilim ve hikmet, maddeci anlayışların etkisinde kaldığı ölçüde yozlaşmış, çizgiden çıkmıştır. Bu çizgi dışına çıkış, hayatın diğer alanlarını da etkilemiş ve ahlaki anlayışları da sarsmıştır. Yapılması gereken, sınırları aşmış anlayışları, yeniden sınırların içine almak olmalıdır. Bu ise yeniden mukaddes olana dönmekle gerçekleşecektir. Bilim varlığı anlama çabası olarak, insanın özüne inmeli ve ahlaki temellerini anlamlandırmalıdır. Mukaddes olandan uzaklaşmak değil, aksine ona yakınlaşmak gerekmektedir. Doğrudan kendine has bir dili olmayan, belki O’nun eserlerini anlama gayreti olan bilim ise, O’na yaklaştığı ölçüde, kaybettiği ahlaki temelleri yeniden kazanacaktır.

Kainat kitabını iman eksenli okuyarak yapılacak bilimsel çalışmalar neticesinde elde edilen teknolojik gelişmeler, Müslüman’ın hayat bütünlüğü çerçevesinde ahlak ve adalet normları içinde insanlığın hizmetinde olmalı, başkasına baskı aracı olarak kullanılmamalıdır.

Bu anlamda, evrene mührünü vuran Allah’ın isim ve sıfatlarına insan kendisini ayna yapabildiği ölçüde “Allah’ın ahlakıyla ahlaklanarak” yeryüzünde ihtiyaç duyulan evrensel barışa ve ahlaka yakınlaşmıs olacaktır. 

Deklerasyon

1- Bilim; insanlığın varlık aleminin sırlarını çözmeye yönelik ortak arayışlarının ürünüdür.

2- Yeni bilim anlayışı, evrende akıl almaz derecede geniş “büyük bir tasarım” olduğunu fark etmiştir. Bilimin amacı, bir kitap gibi karşımızda duran evrenin sırlarını çözerek Allah’a yaklaşmaktır.

3- Bilim dünyasının karşısında duran en önemli problem olaylara ve varlık alemine bakışından kaynaklanmaktadır. Risale-i Nur, Allah’ı anlamada ve anlatmada doğrudan Kur’an’dan alınan bir yöntem sunmuştur.

4- Bilim Yaratıcı’yı nazara verdiği ölçüde ahlaki normlar içinde kalır. Ahlakın varlığı ve hükmettiği alanlar, insan var olalı beri konuşulmuş, geliştirilmiş ve tartışılmıştır.

5- Özgürlükleri yaşadığımız bu çağda, bireyselleşme, dış dünyadan gelen dayatmaları reddetmektedir. Varlık alemini anlamaya çalışan ahlaki normların içselleştirilmesine ihtiyaç vardır.

6- İnsan, ilahi normlar içinde kaldığı sürece hayatın bilim ve ahlak alanı dahil, hiçbir alanında sorun çıkmamıştır. Ne zaman, insanlık bu çizginin dışına çıkmış, işte o zaman hayatın alanları birbirinden uzaklaştırılmış ve yeni tartışma alanları açılmıştır.

7- Günümüz popüler biliminin en büyük açmazlarından biri de, deneysel olmayana karşı takındığı mesafeli duruştur. Varlığı anlama yönünde modern batıda ortaya konan çalışmalar, kendi sistemini tek doğru ve geçerli sistem olarak kabul eden bir yapı arz ettiği için problemli sonuçlar doğurmuştur.

8- İnsanın bilgiyi arama çabaları olarak değerlendirebileceğimiz bütün bilimler, kainattaki düzenin şahididir ve onu anlamaya çalışır. Bu açıdan kainattaki bütün gerçekler, Allah’ın isimlerinin bir yansımasıdır.

9- Ahlak, filozoflar ve bilim adamları tarafından geliştirilmiş ya da keşfedilmiş kurallar değildir. Yaygın görüşün aksine ahlaki değer yargıları, felsefeden önce var olmuş ve öncelikle kutsal değerler tarafından oluşturulmuştur.

10- Bilim ve din arasındaki yakınlığı sağlamanın en güzel yolu, bilginin edinilmesi sırasında her ikisini de iç içe sunmaktır.

11- Bilim adamının sübjektif yorumları yerine, bilimin kendi diline kulak verilmelidir.

12- Bilim özgür ortamda gelişir, ahlak da kalıcılığı ve içselliği, böyle özgür ortamlarda geliştirir.

13- Bilim varlığı anlama çabası olarak, insanın özüne inmeli ve ahlaki temellerini anlamlandırmalıdır. Mukaddes olandan uzaklaşmak değil, aksine ona yakınlaşmak gerekmektedir.