Ayasofya Entrikaları – Mustafa Armağan


Risale-i Nur Enstitüsü’nün Pazar Seminerleri kapsamında bu ay Ayasofya konusu konuşuldu.

Sunuculuğunu Hasan Said Kalınoğlu’nun yaptığı halka açık olan seminer Kur’an-ı Kerim okunması ile başladı ve devamında Mustafa Armağan “Ayasofya Entrikaları” başlıklı seminer verdi. Armağan’ın Ayasofya’nın siyasî ve tarihî önemi ile başladığı ve devamında Ayasofya üzerinden oynanan oyunları ve Ayasofya’nın hukukî durumunu anlattığı seminerinden öne çıkan başlıklar şu şekildedir:

Bir belgeyi olduğu gibi yayınlamak suç mu?

Hakkı söylemek, doğruyu konuşmak bazen zor olabiliyor. “Allah seni zor zamanlarda yaşatsın” şeklinde Çinlilerin zor zamanlarda yaşamanın efdal olduğuna dair hafif bedduamsı bir ifadeleri varmış. Hakikaten Türkiye’de şu anda da zor zamanlar. Her ne kadar artık 1910’lar, 20’ler, 30’lar ve 40’lar gibi değilse de henüz tam manasıyla nihayete ermiş de değil. Şahsî hayatımda son bir yıl içerisinde birkaç kez mahkemeye çıkmakla bunu görmüş oldum. Bana savcının sorduğu ve hakimin söylediği şuydu: “Neden bu belgeyi sansürlemeden, olduğu gibi yayınladın? Böyle yayınlamakla falancaya hakaret ettin.” Ben de dedim ki: “Banan neden bu belgeyi olduğu gibi yayınlamadın diye hesaba çekmenizi isterdim.” Bu ülkede bir belgeyi olduğu gibi yayınlamak suç mu?

Ayasofya hiçbir zaman patrikhaneye verilmedi

Ayasofya Katedrali dört defa yapılmaya teşebbüs edildi. Yangın ve çeşitli nedenlerden dolayı yıkıldı. Bugünkü Ayasofya 537 senesinde İmparator Jüstinyen tarafından inşa ettirilen dördüncü halidir. Jüstinyen imparatorluğuna layık bir yapı kurmak için Aydın ve Milet’li iki mimara diyor ki: “Öyle büyük bir yapı yapın ki bütün Roma dünyasında benzeri olmasın ve bütün Hristiyan dünyasının merkezi haline gelsin.” Kubbe inşaatının ilk başlangıcında planlanmayıp daha sonradan eklendiği için yaklaşık bir 30 yıl kadar sonra çökmüştür. Evliya Çelebi’nin rivayetine göre bu çöküş Peygamber Efendimiz’in (asm) ana rahmine düştüğü güne denk gelir.

Ayasofya’nın özelliği imparatorluk protokolünün bir numaralı kilisesi olmasıydı. Ayasofya patrikhaneye verilmiş değildir. Patrikhanenin malı değil Bizans imparatorlarının şahsi mülküdür ve vakıf malı yapılmıştır. Bizans’ı devirip İstanbul’u fetheden Fatih Sultan Mehmet de yeni hükümdar olarak bu hakkı üzerine almıştır. Ayasofya, Fatih Sultan Mehmet’indir. Çatlasalar da patlasalar da gerçek budur ve o da bunu vakıf malı yapmış ve ümmetin hizmetine bağışlamıştır.

Bizans İslam’dan etkilenerek birçok putu yok etmiştir

Bizans’taki alimler İslam’ın tevhid inancından etkilenerek kilisedeki putlara ve resimlere savaş açtılar. 700’lü yıllarda İkonaklazm Dönemi (ikona düşmanlığı, put kırıcılık) başladı. Bir ara imparatoru da ikna ettiler ve o da bütün duvarları kazıttı ve yaklaşık 100 yıla yakın bu akım Bizans’a hâkim oldu. Bu dönemde Ayasofya ve diğer kiliselerdeki resimler ve tasvirler yok edildi. Bugün Ayasofya’da gördüklerimiz 9. yüzyıldan sonra yapılanlardır.

Fatih: Kimse dokunmasın Ayasofya benim korumam altındadır

Ayasofya Müslüman dünyada da efsaneleşmiştir ve İstanbul’un fethi müjdesi Ayasofya ile özdeşleşmiştir. Hadisteki fetih müjdesinden Ayasofya’nın cami yapılması gerektiği gibi bir sonuç çıkarılmış. Fetih sırasında Bizanslılar Çemberlitaş’ın oradan itibaren “Hz. Meryem’in koruyucu melekleri bizi koruyup Türklere bir felaket verecek, bir mucize gerçekleşecek” diye Ayasofya’ya doluşmuştu. Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u fethettiğinde ilk gittiği yer ikindi vaktinde Ayasofya oldu. Fatih ahalinin canını bağışladı, Ayasofya’yı temizletti, tahiyyat namazını eda etti ve kubbesini gezdi. Rivayetlere göre Ayasofya’yı tahrip etmeye çalışan birinin kafasına topuzuyla vurduğu “Burası bana ait, kimse dokunmasın Ayasofya benim korumam altında” dediği söylenir. Salı günü girilen Ayasofya’da akabindeki Cuma günü ilk cuma namazı eda ediliyor. İstanbul’un başkent, Ayasofya’nın cami yapılması kararı o gün veriliyor ve böylece bir mabedin tarihinde yeni bir sayfa açılıyor. 1935’e kadar yaklaşık 500 seneye yakın Osmanlı devrinin en ehemmiyetli eseri olarak etrafına birçok vakıf, mektep, medrese vs. inşa ediliyor.

Ayasofya bir Hristiyan mabedi değildi

Ayasofya Katedrali inşa edildiğinde Efendimiz (asm) daha dünyaya teşrif etmemişti yani daha Muhammedî İslamiyet’in tebliği başlamamıştı. Devşirme uygulamalarına baktığımızda İslamiyet’ten önce Hristiyan olmuş veya Hristiyan mezhebine geçmiş bölgelerden devşirme yapılıyor. İslamiyet geldikten sonra Hristiyan olmuş veya Hristiyan mezhebine geçmiş bölgelerden devşirme yapılmıyor. İslamiyet gelmeden önce hak din Hristiyanlık değil miydi? Devşirme uygulamasındaki mana şuydu, onlar aslında Müslüman’dı, Müslümanlıklarını unutmuşlardı, onlar Müslümanlığa avdet ettiriliyorlardı. Bu uygulamayı Ayasofya’ya uyguladığımız zaman Ayasofya o zamanın hak din mensupları tarafından inşa edilmiş bir mabed idi. Hak dinin son temsilcisi olan Müslümanlar Ayasofya’yı İslam bayrağı altına aldılar. Dolayısıyla Ayasofya Müslümanların gözünde bir Hristiyan mabedi değildi.

Cihad-ı asgardan cihad-ı ekbere müracaat

Fatih 30’lu yaşlarında yazdığı kitabetinde 10 yıllık fütuhatını anlatıyor, o 10 yıllık fütuhattan sonra medrese açıyor ve “Cihad-ı asgardan cihad-ı ekbere müracaat ediyoruz” diyor. İstanbul’un fethinin ilimle yapacağı cihadın yanında cihad-ı asgar kalacağını vurguluyor. Fatih işte budur. Ulubatlı Hasan hikayeleri yerine, Fatih’in topları yerine Fatih’in asıl bu yönleri anlatılmalıdır.

Ayasofya bir iç mesele değil

Ayasofya’ya dokunduğunuz anda Rockefeller Vakfı’ndan Yunan Konsolosluğu’na kadar herkes harekete geçiyor. Ayasofya Entrikaları ile ilgili tek program teklifi bana bir Yunan televizyonundan geldi. Hiçbir TV kanalı buna cesaret etmiyor. Yunanlılar aradılar, telefonla canlı yayına katıldık, “Siz ne demek istiyorsunuz, ne anlatmak istiyorsunuz bu kitapta?” diye Yunanlıların rahatsızlıklarını ilettiler. Ayasofya bir iç mesele değil, bastığınız zaman düğmeye hangi mihrakların harekete geçtiğini görmüş olduk.

Ayasofya’nın kilise yapılması bir İngiliz projesidir

1919 senesi Ayasofya’nın tarihinde kırılma noktalarından birisi. Arnold J. Toynbee ve Lord Curzon “İstanbul hazır elimize geçmişken Ayasofya mutlaka kilise yapılmalı” diyor. 1850’den itibaren Batı’da kampanyalar düzenlenir, mitingler yapılır, toplantılarda broşürler dağıtılır. William Ewart Gladstone bu kampanyanın başını çekenlerden biridir. Baktığımızda Bediüzzaman ile Gladstone Ayasofya konusunda da karşı karşıyadır. Ayasofya kilise yapıldığında kimin orada hâkim olacağı büyük bir sorundur. Kilise yapıp da kime verecekler? Fener Patrikhanesi’ne verseler Ruslar diyor ki “Ayasofya’nın sahibi biziz.” Ruslara verseler Yunan kilisesi ayağa kalkıyor. Diğer tarafta İstanbul’da 60-70 sene hükümran olmuş Katolikler var. Diyorlar ki “Katolik katedrali olan bir yer bir daha başka mezhebe geçemez bize verilmeli.” Kime verseler diğerleri ile aralarında bir niza çıkacak. Toynbee altın formülü buldu: “Kilise olmayacaksa cami de olmayacak.”

Ayasofya’nın müze yapılması fikri ilk olarak Toynbee’nin 1919 senesinde kitabında ortaya atılmıştır. Bu bir İngiliz projesidir. 30’lu yıllarda birilerinin aklına gelen insanlığa hizmet için yapılmış bir şey değildir. Ya kilise olacak, ya cami olmayacak, mesele buydu.

Amerikanların Mustafa Kemal’le Ayasofya pazarlığı

Ayasofya’nın kilise yapılması için en çok uğraşan kişilerden ikisi Mildred Barnes ve kocası Robert Woods Bliss’tir. Amerika’daki Bizans Enstitüsü’nün finansörüdürler. Enstitü müdürü Thomas Whittemore Amerikan Dışişleri Bakanlığı, Amerikan Büyükelçiliği, Fransa Dışişleri Bakanlığı ve İngiltere Dışişleri Bakanlığı ortak girişimi ile Mustafa Kemal ile Marmara Köşkü’nde görüştürülüyor. Görüşme esnasında tercümanlığı Mustafa Kemal’in manevi kızı Zehra Aylin yapıyor. (Ne gariptir ki kendisi daha sonra Paris’ten Türkiye’ye dönerken trenden düşüp ölüyor.) Bu görüşme belgelidir. Görüşmenin muhtevasını Natalia Teteriatnikov farkına varmadan Koç Vakfı’nın yayınladığı Bir Anıt, İki Anıtsal Kişilik Theodoros Methokites’den Thomas Whittemore’a Kariye adlı kitabında bize veriyor.

İslamî hiçbir eser olmayan Ayasofya Müze’si hayali

Ayasofya müzeye çevrilirken devasa büyüklükteki -üzerinde lafza-i celal vs yazılı olan- Kazasker levhaları yere indiriliyor. Maksatları tüm İslamî eserleri dışarı atıp tamamen bir Bizans müzesi oluşturmak. Mübarek insanlar levhaları o kadar büyük yapmışlar ki bir türlü kapıdan çıkarılamıyor. İbn’ül Emin Mahmut Kemal İnal devletin “Bizim tahsisatımız yok, onları geri asamayız” demesine rağmen Kapalıçarşı’dan topladığı birkaç esnafla kurduğu asansör sistemi ile levhaları tekrar yerine astırıyor.

Ayasofya’nın müze yapılması hukukî açıdan problemlidir

Ayasofya’nın tapusunda sahibi olarak Ebulfetih Sultan Mehmet Vakfı yazmaktadır. Fatih’in vakıf senedinde de görüleceği gibi Ayasofya’nın hangi amaçla vakfedildiği açıktır. Türk Medeni Kanunu’na göre bir vakıf kuruluş gayesi dışında başka bir amaçla kullanılamaz. Bakanlar Kurulu vakfa kuruluş amacı dışında başka bir gaye biçemez. Ne cumhurbaşkanı, ne başbakan, ne meclis ne de başka bir idari güç vakfa amacı dışında bir gaye biçemez. Bakanlar Kurulu aldığı bir kararla camiyi vakıftan alıp Kültür Bakanlığı’na “Al burayı müze yap” diye veremez. Kaldı ki böyle bir işlemin protokolü dahi yoktur ortada. Tamamen bir emrivaki söz konusudur.

Bir diğer problem imza meselesidir. Mustafa Kemal’in imzasını Hagop Vahram Çerçiyan tasarlamıştır. Onun tasarladığı hepimizin alışık olduğu imza değil de daha farklı ve hiçbir yerde görmediğimiz bir imza Bakanlar Kurulu kararında görünmektedir. Mustafa Kemal’in “Atatürk” soyismi 27 Kasım 1934’ten itibaren yasallaşıyor. Ayasofya kararnamesinin tarihi ise 24 Kasım 1934’tür. 24 Kasım’daki kararnameye Mustafa Kemal “Atatürk” imzasını atamaz. Hukukî olan Gazi Mustafa Kemal diye imza atmasıdır. Dolayısıyla bu ve benzeri sebeplerden ötürü bu kararname geçersizdir.

Kararnameyi eğer geçerli sayarsak bile kararnamenin ıslak imzalı aslı yoktur. Elimizde sadece kopyası mevcut. Kararnamenin aslı olmadığı için imzalar kontrol edilemiyor. Ayrıca kararname Resmi Gazete’de de yayınlanmamış. Kararnamenin sıra numarası bir önceki günkü kararnamenin sıra numarasıyla da uyuşmuyor.

Kültür Bakanlığı işgalcidir

Trabzon ve İznik Ayasofyası’nın tekrar cami olması sürecindeki gibi Vakıflar Genel Müdürlüğü “işgalci olan” Kültür Bakanlığı’na karşı dava açmalıdır. Eğer diğer mahkeme sürecindeki gibi mahkeme Ayasofya’yı Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne teslim ederse o da Diyanet İşleri Başkanlığı’nı çağırıp buranın kullanımını size veriyorum demeli. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın görevi de inşaallah halıları serip ilk vakitte orada “Allahuekber” demek olacaktır.

Ayasofya inşaallah açılacaktır

Bediüzzaman Hazretleri Emirdağ Lahikası’nda “Nasıl ezan-ı Muhammediyenin (asm) neşriyle Demokratlar on derece kuvvet bulduğu gibi, öyle de, Ayasofya’yı da beş yüz sene devam eden vaziyet-i kudsiyesine çevirmektir” diyor. Çok ilginç bakın cami olarak demiyor vaziyet-i kudsiyesine olarak belirtiyor. Necmeddin Şahiner’den teyit ettiğim şekliyle Bediüzzaman Hazretleri son kez 1959’da İstanbul’a geldiğinde Ayasofya’nın yanından geçerken rahmetli Av. Bekir Berk “Üstadım Ayasofya’nın yanından geçiyoruz” der demez Bediüzzaman o hasta haliyle doğruluyor ve son bir kez Ayasofya’ya bakarak şöyle diyor: “Ayasofya İslam’ın Hristiyanlığa galebesi, zaferidir. Mutlaka cami olacaktır.”