İslam’da Hadis ve Sünnetin Yeri – Ebubekir Sifil


Risale-i Nur Enstitüsü’nün ‘Pazar Seminerleri’ kapsamında bu ay İslam’da hadis ve sünnetin yeri konusu konuşuldu.

Sunuculuğunu Melih Akkuş’un yaptığı halka açık olan seminer Kur’an-ı Kerim okunması ile başladı. Seminerde konuşan İlahiyatçı-Yazar Yrd. Doç. Dr. Ebubekir Sifil, hadis ve sünnet meselesinin gerçek anlamda bir problem haline geldiği, hadislerin İslam’daki yeri ve önemi ile hadislere nasıl bakmamız gerektiğine dair bir seminer gerçekleştirdi.

Bu bir iman meselesidir

Hadis ve sünnet meselesinin gerçek anlamda bir problem olarak gündemimize geldiği bir zamanda bulunuyoruz. Ümmet-i Muhammed (asm) uzun tarihi boyunca hiçbir zaman hadis ve sünnet meselesini bu kadar –cılkını çıkaracak kadar– konuşmamıştı. Tıpkı Kur’an-ı Azimüşşan gibi son derece tabi bir teslimiyetle kabul ve telakki ettiğimiz bir iman meselesi idi. Sahabe-i Kiram’ın Efendimizden (asm) bir şey duyduğu zaman “Ey Allah’ın Resulü bu Kur’an mıdır, sünnet midir, uyalım mı, uymayalım mı, bağlıyor mu bizi, bağlamıyor mu?” gibi bir meselesi olmuyordu. Onlar Efendimizin (asm) mübarek ağzından bir şey duydukları zaman teslim oluyorlardı.

Ehl-i kitaplaşmamız an meselesi

Kur’an-ı Azimüşşan’ın nakli ile sünnet-i seniyyenin nakli arasında çok fazla bir fark yok. Bize Kur’an nasıl nakledildi ise sünnet de öyle nakledildi. Fakat modern zamanlar dediğimiz –aslında ahir zaman demek gereken– bir zaman dilimine geldik. Bu zaman diliminde Ümmet-i Muhammed’i (asm) bir cin çarptı, hafızamızı, reflekslerimizi, tarihimizi ve kimliğimizi kaybettik. Kendimizi, aidiyetlerimizi ve mensubiyetlerimizi yeniden ve radikal bir biçimde sorgulamaya başladık. Bu çok ciddi bir süreçtir. Eğer bu sürecin içinden doğru bir biçimde çıkamazsak bu süreci doğru bir biçimde yönetemezsek Ümmet-i Muhammed’in (asm) ehl-i kitaplaşması içten bile değildir. İsrailoğulları nasıl Yahudileşti ise Hz. İsa’nın (as) ümmeti nasıl Hristiyanlaştı ise bu ümmetin de kendi ehl-i kitaplaşma tecrübesini yaşaması an meselesidir.

Ümmetin vasıtasıyla Kur’an’ı korunuyor

İçinizde şöyle düşünenler olabilir. Allah Teala, Kur’an-ı Kerim’i koruyacağını vadetmiş. Cenab-ı Hak söz verdiğinde vaadinde hulf etmez, Kur’an-ı kerimi koruyacak. Fakat Cenab-ı Hakkın Kur’an-ı Kerim’i koruma tarzını, nasıl koruduğunu düşünmeye başladığımızda mesele birden bire mahiyet değiştirecek. Gerçekten düşündük mü acaba, Cenab-ı Hak Kur’an-ı Kerim’i nasıl koruyor? Gökten melekler iniyor, kütüphanelerimizdeki mushafları kanatlarına alıyor yukarı kaldırıyor ki, içine birileri bir şey sokuşturmasın. Bazı ayetleri silmesin, ne bileyim matbaalara müdahale ediyorlar, oraları kontrol ediyorlar, böyle mi oluyor? Böyle olmuyor. Nasıl oluyor? Cenab-ı Hak Kur’an-ı Kerim’i bu ümmetin hafızası ve hafızları vasıtasıyla koruyor.

Kur’an’dan şüphe etmediğimiz gibi hadisten de şüphe etmemliyiz

Sahabe döneminden itibaren bu ümmet Kur’an’ı ezberine aldı, hayatı boyunca muhafaza etti ve kendisinden sonraki kuşaklara aktardı. Bugün halen Türkiye’de bir firma/kişi Mushaf-ı Şerif basacak olsa bunu kafasına göre basamıyor. Diyanet İşleri Başkanlığı’nda Mushafları İnceleme ve Kıraat Kurulu var. Bu kurulda kuvvetli kurra hafızlar var. Prova baskı bu hafızların önüne gidiyor, birisi o baskılı metni okuyor, diğerleri de gözlerini kapatıp dinliyorlar. Eğer o basılı metinde, prova baskıda bir harf/hareke hatası varsa “Dur!” Diyorlar. “Onu şöyle düzelt.” Ezberi esas alarak yazılı nüshayı düzeltiyoruz. Cenab-ı Hak Kur’an’ı böyle koruyor. Bu şu demek değildir ama “Tarih boyunca hiç uydurma ayet/sure olmadı.” Böyle düşünenler yanılır. Uydurma ayet de oldu, uydurma sure de oldu, tıpkı hadislerde de olduğu gibi. Bize tevatüren gelmiş bir Kur’an hakikati var ama fert kıraatler de var, hatta uydurma kıraatler de var. Böyle olması bizi nasıl ki, Kur’an hakkında şüpheye sevk etmiyor, kafamız karışmıyor. “Acaba elimizdeki mushaftaki okuduğumuz ayetler uydurma mıdır, nedir?” Böyle bir soru gelmiyor aklımıza. Aynı şey ulemanın titiz süzgecinden geçmiş ve sahihlik damgası vurulmuş hadisler içinde söz konusu olmalıdır. Aynı süzgeç her iki kaynakta da işliyor.

Yahudileşme/Hristiyanlaşma tecrübesi kapımıza dayandı

Münteka diye bir müsteşrik var. Kur’an ve Kur’an ilimleri ile ilgileniyor. Onun neşrettiği Kur’an tarihi ile ilgili bir kitapta vaktiyle Şia tarafından uydurulmuş iki tane sure var: Suretül Velayet ve Suretün Nureyn. Bu surelerin içinde bulunduğu mushaf Hindistan’nın Bankipur şehrindeki Genel Şark Kütüphanesi’nde mevcut. Açıyorsunuz içinde bu iki sure var. Şia’nın iddiası odur ki, Sahabe-i Kiram’ın Kur’an-ı Kerim’i cem ettiği –Hz. Ebubekir (ra) döneminde cem, Hz. Osman (ra) döneminde teksir edildi biliyorsunuz– dönemde muhtemelen Hz. Ebubekir’in (ra) cem faaliyetinde bu iki sure Kur’an’dan çıkarıldı. Şia’nın tefsir kitaplarında pek çok ayet için belki yüzlerce ayet için şu ifadeleri görüyoruz “Bu ayet aslında şöyle inmişti, sahabe bunu değiştirdi, böyle yaptı. Aslında bu sure/ayet şöyle inmişti(!).” Diye bize mübarek ehl-i beyt imamlarına da iftira atarak onlar vasıtasıyla naklettikleri rivayetlerde ayetlerin nasıl tarif edildiğini bizlere anlatıyorlar. Evet, bu vakıa Kur’an-ı Kerim için sabittir, varittir. Aynı şekilde sünnet içinde varittir fakat son zamanlarda maruz kaldığımız bir bilinç kayması durumu bize Kur’an konusunda vaad-i İlahî var ama sünnet konusunda yok. Dolayısıyla Kur’an tahrif edilemez ama sünnet/hadis tahrif edilebilir/uydurulur şeklinde bir algıyı örtülü açık biçimde dolaylı doğrudan biçimde bize kabul ettirmenin yollarına bakıyorlar. Yaşı benim kadar ve benden büyük olanlar direniyoruz ama bizden sonraki kuşakların bizim direncimizi göstereceği biraz şüphelidir. Çünkü bizden sonraki kuşaklar eğer bize bu bilinci armağan eden ecdadımızın bize bıraktığı mirası aynen onlara ilim, usul, tedrisat, şuur ve teslimiyet olarak bırakamazsak birkaç nesil sonra bir Yahudileşme/Hristiyanlaşma tecrübesi kapımıza dayanabilir. Abarttığımı düşünmeyin. Zira, ehli kitabın nasıl Yahudileştiği/Hristiyanlaştığı birazcık dinler tarihi okumuş herkesin malumudur.

İslamî ilimlerin altı oyuluyor

Ciddi anlamda derin boşluklarımız var. Dinler tarihi konusunda, mezhepler tarihi konusunda, hatta ve hatta İslam tarihi konusunda olsun ciddi boşluklarımız var, ciddi bilinç kaymasına maruz kalmış durumdayız. İslamî ilimlerle ilgilenenlerin bir meselesidir bu. ‘İslamî’ etiketi taşıyan bir bilginin gerçek anlamda İslamî olup olmadığını tespit etmek İslamî ilimlerle uğraşanların vazifesidir. Ancak içinde bulunduğumuz zaman diliminde bu vazife de büyük ölçüde ihmale uğramış durumda hatta tam tersi bir durum söz konusu. Akademyamıza bakın büyük ölçüde İslamî ilimlerle uğraşan akademisyenlerimizin önemli bir kısmı tefsirciyse tefsirin, hadisçiyse hadisin, kelamcıysa kelamın, fıkıhçıysa fıkhın altına oymakla meşgul. Meslektaşlarımız bunlar bizim, doğru bildikleri bir şeyi yapıyorlar ama vakıa budur. Bize kadar intikal etmiş bu ilim mirasının altı oyuluyor. Bu ilim mirası itibarsızlaştırma operasyonlarına maruz kalmış durumda. Bu alanı ihmal edersek bu bizim fecaatimiz olacak.

Kur’an fiilen tahrif ediliyor

Ehli kitabın macerasına biraz bakmamız lazım. Kuran-hadis yada hadis-Kur’an ilişkisini konuşurken ehl-i kitap yada Mü’min Muvahhid Musevî Müslümanlar, Mü’min Muvahhid İsevî Müslümanlar nasıl Yahudileşti/Hristiyanlaştı bunu bilirsek büyük ölçüde bizim de maruz kalmakla yüz yüze bulunduğumuz dönüşümü anlayabiliriz. Araştırmacılar bize diyor ki, ehl-i kitabın kendi kitaplarını tahrif etme süreci dört başlıkta olmuştur. (1) Kitabın içindeki ayetlerin bir kısmını dışarı atmak, kitaptan ayet çıkarmak. (2) Dışarıdan kitaba ayet ithal etmek, ayet olmayan şeyleri ayet diye kitaba sokmak. (3) Bağlamla oynamak, kelimelerin ve cümlelerin yerlerini değiştirmek. (4) Yorumda tahrif. Maruz bulunduğumuz en büyük tehlike yorumdur. Artık Kur’an’dan kimse eline silgi alıp ayet silemiyor. Ayet olmayan bir şeyi ayet diye kitabın içine ithal edemiyor. Bağlamla oynayamıyor. Ancak yorumda öyle tahrifat yapıyorlar ki bunu belki bizden önceki nesiller duysaydı, görseydi, muhtemelen muvazeneleri bozulurdu. Bizi küfürle, irtidatla veya şirkle falan itham ederlerdi. Biz bugün bu türlü tahrifatla karşılaştığımızda ya dudak büküp geçiyoruz veya aldırış etmiyoruz, gündemimize bile almıyoruz. Bu kitap fiilen tahrif ediliyor. Bu öyle etiketler altında yapılıyor ki biz bunu bir tahrif faaliyeti olarak anlamıyoruz. Öyle algılamıyoruz. Yapılan iş aslında tahriftir.

Yahudileri ve Hristiyanları cennete doldurmak için tahrif ettiler

Özellikle bu dinler arası diyalog faaliyetlerinin ayyuka çıktığı dönemde Kur’an-ı Kerim’den birçok ayet yorum ile tahrif edildi. Birçoğumuz bu ülkede pek çok insan pek çok çevre o dinler arası diyalog rüzgarının etkisiyle savrulduk. Aynı rüzgarın büyüsüne kapıldık ve burada yapılan tahrifatı fark edemedik. Kur’an-ı Kerim’den iki tane ayet üzerinde durarak bunu anlatırsak: birisi Bakara Suresi’nin 62. ayeti diğeri ise Maide Suresi’nin 69. ayetidir. İfadeleri birbirine çok yakın bu iki ayetin lafızlarının arasında küçük nüans farkı var. Cenab-ı Hak buyuruyor ki, “İnnellezîne âmenû vellezîne hâdû ven nasârâ ves sâbiîne men âmene billâhi vel yevmil âhiri ve amile sâlihan fe lehum ecruhum inde rabbihim, ve lâ havfun aleyhim ve lâ hum yahzenûn” dört grup sayıyor cenabı hak, iman edenler, Yahudiler, Hristiyanlar ve Saabiler. Bunlardan her kim Allah’a iman ederse, ahiret gününe iman ederse ve bir de salih amel işlerse onların ecirleri Rableri katındadır. Onlara korku yok, onlar mahsun da olmayacak. Dört grup, üç şart ve bir netice. “Güzel arkadaşlarım, güzel kardeşlerim” dediler bize o zaman. “Allah Teala bir şeyi eksik bıraktı da siz mi tamamlıyorsunuz? Allah burada peygambere imanı şart koşmamış, kitaba imanı şart koşmamış, meleklere imanı şart koşmamış. Amentü diye sayıyorsunuz altı tane bir şey, koyuyorsunuz insanların önüne, bunlara iman edilmezse mahvolunur diyorsunuz, bu yetkiyi size kim verdi? Bakın iki tane ayet, üç tane şart, Allah’a iman, ahirete iman ve salih amel. Allah Teala neyi nasıl anlatacağını bilmiyor mu? Siz mi tamamlıyorsunuz? Dolayısıyla Hristiyanlardan olsun, Yahudilerden olsun bunlardan her kim bu üç şartı yerine getirirse kurtulur(!).” Dediler. İşte bu bir tahrifti. Yahudileri ve Hristiyanları cennete doldurmak için öyle bir tahrif ettiler ki, sadece bu iki ayet değil başka pek çok ayet gözümüzün önünde tahrif edildi. Biz de buna çok büyük, dünya çapında faaliyet diye göz yumduk.

Kitleler halinde deizme gidiliyor

Bugün pek çok ateist insan “Yevme lâ yenfau mâlun ve lâ benûn, İllâ men etâllâhe bi kalbin selîm” (Şuara 88-89) ayetinden hareketle diyorlar ki,  “kalbin temizse kurtuldun kardeşim.” Namaz, oruç zekat ve hac bunlara gerek yok. Allah diyor ki, “Kim temiz bir kalple gelirse kurtulur(!) bitti.” Şimdi bakın yeni bir süreç yaşıyoruz. Ülkemizde “Sadece Kur’an bize yeter” sloganıyla yola çıkan kitleler, kitleler halinde deizme doğru gidiyor. “Allah var, başka bir şey yok, Allah’a inan kurtulursun(!)” buraya doğru gidiyoruz hızla. Ne adına olursa olsun, kimden gelirse gelsin eğer bu tahrif faaliyetine karşı duramazsak bu tahrif hareketi insanımızı kitleler halinde deizm çukuruna doğru götürüyor. Bilhassa İslamî ilimlerle ilgilenenlerin çok büyük sorumluluğu var, çok büyük vebali var.

Bildiklerimizi şuur haline dönüştüremiyoruz

Kur’an yorum üzerinden tahrif ediliyor. Buna direnmenin tek yolu da İslamî ilimlerdir. Bu ilimler içerisinde de bilhassa anlama faaliyetinin düzenleyen, anlatan, ayrıntılandıran ve uygulayan usul-i fıkıhdır. Eğer bu ilmi yeniden ihya edemezsek bu tahrif faaliyetleri yürüyüp gidecek. İslamî ilimlerin iki tane aslı vardır. Bütün ilimler bu iki asıl üzerinde neşvünema bulur. Bunlardan biri usul-i dindir, diğeri de usul-i fıkıhtır. Cumhuriyet döneminden beri bu iki ilimde müthiş bir kuraklık yaşıyoruz. Bu iki ilim dalında özellikle akademyada orijinal tek bir çalışma yoktur. Birisi beni keşke mahcup etse de bu sözü geri alsam. Bu kuraklık sebebiyle Müslümanlığı; bildiğimiz, söylediğimiz ve inandığımız şeyleri şuur haline dönüştüremiyoruz.

Sünnet de tıpkı Kur’an gibi vahiydir

Kur’an-ı Kerim’i hadis/sünnet olmadan bihakkın idrak edebilir miyiz? Sünnet tıpkı Kur’an gibi vahiydir. Bir farkla ki, Kur’an vahyi metluvdur, lafzı korunmuştur, ibadet edilir, tilavet olunur. Sünnet lafz-ı Kur’an gibi birebir korunmamış, manası korunmuş, sadece onu okuyarak namaz kılamayız, Kur’an kıraat etmemiz lazım namazda. Alimlerimiz vahy-i metluv ve vahyi gayri metluv diye ayrım yapmış.

Sahabe toplumu nasıl inşa edildi?

Bir müşrik toplum hangi kanallar üzerinden beslenerek sıfırdan yeniden inşa edilmiş? Onlara yeniden kitap gelmiş, kitap tebliğ edilmiş, sonra kitap öğretilmiş, ardından sünnet öğretilmiş ve devamında o toplum rendelenmiş, şekle sokulmuş, kıvama getirilmiş yani tezkiye edilmiş. Evet, sahabe toplumu böyle inşa edildi. Cenab-ı Hakkın Efendimiz’i (asm) dört temel misyonla görevlendirdiğini unutmamamız lazım. (1) Kitabı tebliğ etmek, (2) kitabı öğretmek, (3) hikmeti/sünneti öğretmek (4) ve tezkiye. Acaba Sahabe-i Kiram bu rehberliğe muhtaçtı da biz bundan münezzeh miyiz? Buna ihtiyacımız yok mu? Elbette bizim daha çok ihtiyacımız var.

Kur’an bize emanettir

2000’li yılların ortalarında haftalık Newsweek dergisi 1975 senesinden o zamana kadar ki Türkiye’de neşredilmiş telif-tercüme Kur’an meallerinin adedinin 250’yi geçtiğini yazmıştı. Şimdiye gelirsek Allah bilir 400’ü bulmuştur bu mealler. Yarım asırda yazılan meallere karşılık bu ümmetin 1400 senelik tarihinde bu kadar Türkçe tefsir bulamazsınız. Anlıyoruz ki, bu kadar mealin bir esbab-ı mucibesi var. Hiç biri sebepsiz değil. Müstakim olanları paranteze alarak söyleyelim bu meallerin büyük çoğunluğu yenilik peşinde. Ezber bozma peşinde. Kur’an-ı Kerim’i farklı anlama peşinde. Bu herkesin istediği gibi keseceği –haşa- bir kadavra değil ki. Bu kelam-ı İlahî, herhangi bir insan sözü değil. Siz kendi kitabınızın başka biri tarafından alınıp “bu yazar öyle demek istemedi, doğrusu şu” şeklinde tahrif etmesinden razı olur musunuz? Bu kelam bize emanettir. Bu emanet -bir kısmı da Arapça bilmeyen- meal yazarlarının elinde bakın ne halde.

Müteşabihler ile oynayan fitne çıkarıyordur

Aziz kitabımız içinde muhkem ve müteşabih ayetler bulunur. Müteşabihler dört gruptur: Hafi, mücmel, müşkil ve özel anlamıyla müteşabih. Muhkemler de dört gruptur: Zahir, nas, müfesser ve özel anlamıyla muhkem. Al-i İmran Suresi’nin 7. ayeti “Huvellezî enzele aleykel kitâbe minhu âyâtun muhkemâtun hunne ummul kitâbi ve uharu muteşâbihât.” Çok açık ki, bu kitapta muhkemler ve müteşabihler var. Kalbinde fitne bulunanlar bu kitabın müteşabihlerinin peşine düşerler. Dertleri fitne çıkarmaktır. Bu kitabın müteşabihlerinin tevilini Allah’tan başkası bilmez. Emin olun ki, bu müteşabihler ile oynayan fitne çıkarıyordur.