Her Şeyi Merkezinde Tutabilmek

Varlık aleminde neyin doğru, neyin yanlış olduğunu anlamak için öncelikle her şeyin varlık sebebini bilmek gerekiyor. “Neden yok?” sorusu ancak “Neden var?” sorusunun cevabı hakkıyla ortaya konduktan sonra bulunabilir. Varlığı bizim algıladığımız ve anlamlandırdığımız kavramlar dünyasında değil, asli gerçekliğinde tam ve doğru olarak anlamlandırabiliriz.

Güzellik, temel bazı kurallar ve kabuller çerçevesinde şekillenen bir kavram olmakla birlikte; içinde bir izafilik ve kişiye görelik tarafı hep bulunan bir kavramdır. Bu anlamda toplumun ve ferdin kabulleri, genel kültür yapısı, inançlar gibi pek çok faktör etkili olur. Bir toplumun çok yanlış ve çirkin gördüğü haller, başka bir toplumda kabul gören, el üstünde tutulan durumlar olabilir. Yine ferdin o anki ruh hali, algıladığı her hangi bir nesne ya da olayı güzel veya çirkin olarak tanımlaması açısından çok önemlidir. Aynı iki olay farklı ruh halleri ile farklı şekillerde tanımlanabilir. Bu ve benzeri şartlar içerisinde güzelliğin mutlak tanımı ya da mutlak güzelliğe ulaşma imkanı maddi alemde ve varlıklar planında pek mümkün gözükmemektedir. İnsanoğlu mülk alemine geldikten sonra beyin ve algıların gelişimi ile varlık aleminin işleyiş kurallarına muhatap oluyor. Bu çerçevede iyi-kötü, güzel-çirkin, doğru-yanlış gibi tanımlamaları öğrenmektedir. Bu şekilde mülk alemi tanımlanmakta ve insanın bu aleme muhatap oluşunun çerçevesi çizilmekte, bu çerçeve içinde yaratılışın asıl gayesi olan Halık-ı Alem’i tanıyıp, O’na muhatap olma ve sevgiyle, samimiyetle O’na yönelme sonucu hedeflenmektedir. Bu sonun gerçekleşmesi yolunda kainat denen zemin, insanın idrakine göre hazırlanmış ve mülk onun sınırlı algılarına mana ifade edecek tarzda şekillenmiştir.

Bu durumda, eşyadan esmaya ulaşma konumunda olan insan, alemin tamamını kendi algılarına münhasır olarak algılama ve kabul etme zaafı ile yüz yüzedir. İşin daha da kötü olan yönü, kulun Alemlerin Yaratıcısı’nı da kendi algılarının sınırlılığında algılaması ve o Zat-ı Mukaddes’in de varlık aleminin tanımlarına sınırlı kalması gerektiği gibi bir vehme kapılmasıdır. Mülk aleminin bütün doğru-yanlış, iyi-kötü gibi tanımlamaları hiçbir şekilde Halık-ı Kainat’ı bağlamamakta, sadece varlık lisanı ile kulların O’nu tanıması için konmuş kurallar şeklinde karşımıza çıkmaktadır. Aslında O’nun yapmamızı emrettiği şeyler, yasakladığı şeyler çirkindir. Yoksa, O’nun dışında tanımlanmış bir kısım doğru ve yanlışa, güzel ve çirkine O tabi olmak ve o tanımlara göre hüküm vermek durumunda değildir. İnsanlar genellikle esbab aleminin sınırlılığında ve darlığında varlıkları anlamak konumunda oldukları için Halık-ı Kainatı da bu yapı içerisinde idrak etmeye çalışmanın doğurduğu problemleri sıklıkla yaşamaktadırlar. Zaman ve mekandan münezzeh, dolayısıyla zaman ve mekan içinde yapılmış tanımların dışında olan Zat-ı Mukaddes’i maddi boyutun değer yargıları ile anlamaya çalışmak, O’nu maddi alemin darlığında görmeye çalışmak ve sebep-sonuç ilişkileri içinde anlamaya çalışmak gibi büyük bir yanlıştır.

Varlık aleminin başlangıcında iyiyi ve kötüyü tanımlayan kudret, zamanın her bir anında, aynı tanımlamalara devam ediyor ve tanımlar O’nun istekleri doğrultusunda şekilleniyor olmalıdır. Başlangıçta her şey nasıl O’nun ilmi, iradesi ve isteği doğrultusunda bir değer almış ve kıymet ifade eder hale gelmişse, aynı şey zamanın en küçük dilimlerinde de geçerlidir. Her şey genel bir değerlendirmenin yanında anda da, yani zamanın en küçük dilimlerinde de ezeli irade doğrultusunda yeniden kıymet almakta ve bir değer ifade etmektedir. Bu değerlendirmeyi yapan Adil-i Mutlak herhangi bir şeyin bağlayıcılığı ve sınırlılığı altında değildir. Maddi boyutta çirkin olarak gözüken bir şey O’nun güzel demesi ile güzelleşir, aynı şekilde maddi alemin en güzeli sadece O’nun çirkin demesi ile çirkinleşir. Eşyanın asli değerlerini ve esas kıymet-i harbiyesini belirleyecek olan yalnızca İlahi hükümdür. Çünkü, bütün vasıfları her anda ve zamanın bütününde tanımlayan, değer atfeden ve kıymet veren O’dur. Nefsülemri de esas olarak belirleyen o irade ve Rabbü’l-Alemin’in kabulleri ve yüklediği değerlerdir.

Maddi alemin işleyişinin gerisindeki sırları, kaderi, hayır ve şerlerin yaratılmasının arka planındaki güzellikleri ve her haliyle alemin Yaratıcısı’nın güzelliklerine nasıl işaret ettiğini anlayabilmek için bu temel düsturu hiç aklımızdan çıkarmamamız gerekmektedir. Aksi halde kendi tanımladığımız ve pek çok açıdan çok sınırlı bakışlarımızla tanımladığımız bir alemin güzellik ve doğruluk tarifleri içinde her özelliği ile mutlak, zamandan ve mekandan münezzeh bir Yaratıcı’nın her şeyi bir anda kuşatan özellikleri ile ortaya koyduğu işleyişi çok sınırlandırmış oluruz, bütündeki tarif edilmez güzelliği algılama şansımız kalmaz. Bu hal, Dolmabahçe Sarayı’na bir anahtar deliğinden bakıp sadece deliğin karşısına gelen bir tabloda boğazlanan bir insan resmi görüp sarayın bir işkence odası olduğu hükmüne ulaşmak gibi çelişkili ve komik bir durumdur.

Herkesin zengin olduğu dünya bize göre en ideal haldir, ancak Alemlerin Rabbi’nin isimlerinin hakkıyla tecelli edeceği bir dünya değildir. Elsiz kolsuz insanların olmaması, herkesin sağlıklı olması bize göre en ideal durumdur. Oysa Mün’im, Rezzak, Şafi gibi isimler ancak eksiklik olarak algılanan hallerin bulunması durumunda ortaya çıkabilir. Bize göre mutlulukla zenginlik doğru orantılıdır. Bu düşünce ile çabalayıp zenginliği elde ettiği halde fakir olduğu dönemlerdeki mutluluğu da kaybedenler pek çoktur.

Topkapı’da Merkez Efendi Camii’ne adını veren ve halen çilehanesindeki inzivasına devam eden zata bu ismin verilmesine vesile olduğu rivayet edilen hal çok ibret vericidir. Hocaları Merkez Efendi ve arkadaşlarını, ilim tahsilinde hangi noktaya geldiklerini anlamak amacı ile yanına çağırır ve şunu sorar: “Alemlerin Rabbi bir an şu kainatın idaresini size verse ne değişiklikler yapardınız?” Cevaplar farklı farklıdır: “Fakirliği ortadan kaldırırdım”, “Bütün mevsimleri bahar yapardım”, “Savaşları ortadan kaldırırdım”, “Hastalıkları kaldırırdım”… Sıra Merkez Efendi’ye geldiğinde cevap hem çok ilginç, hem de çok dengelidir: “Hocam ben hiç bir şeye dokunmaz ve bu merkezde tutardım.” Bu muhteşem cevap Hüccetü’l-İslam İmam-ı Gazali Hazrelerinin “İmkan dairesinde olandan daha mükemmeli yoktur” hükmü ile de tam olarak örtüşmektedir.

Aslında hayat ve olaylar yaşanan şekli ile güzel olmalıdır. Tek problem bizim beklentilerimize ve güzellik anlayışımıza uymamasıdır. Bize düşen gerçek güzelliğin bizim güzellik ve doğruluk anlayışımızla her zaman uyuşmayabileceğini kabullenmek, güzel ve doğru anlayışımız çerçevesinde her an önümüze açılan varlık tablolarının şekillendirildiği esnada sözlü ve fiili duamızı yapmak, ancak karşımıza çıkmış olan tablonun en mükemmeli olduğuna inanabilmektir. Bu tablo beklentilerimiz ve doğruluk, güzellik anlayışımız ile uyuşmayabilir. Ancak bilmeliyiz ki, bu durum bizim bakışımızın bütünü kuşatamayışından ve varlıklara sadece maddi alem ile o alemin ilişkiler ağından kaynaklanan bir anlam yüklemiş olmamızdan kaynaklanmaktadır.