Güzellik Ve Doğruluk Da Ol Emrine Tabidir

“Ammâ mezheb-i hak olan Ehl-i Sünnet ve Cemaat derler ki: ‘Cenâb-ı Hakk bir şeye emreder, sonra hasen olur; nehyeder, sonra kabih olur.’ Demek, emir ile, güzellik; nehiy ile, çirkinlik tahakkuk eder. Hüsün ve kubh, mükellefin ıttılâına bakar ve ona göre takarrür eder. Şu hüsün ve kubh ise, sûrî ve dünyaya bakan yüzünde değil, belki âhirete bakan yüzdedir. Meselâ, sen namaz kıldın veya abdest aldın. Halbuki, namazını ve abdestini fesada verecek bir sebep, nefsü’l-emirde varmış lâkin, sen ona hiç muttalî olmadın. Senin namazın ve abdestin hem sahihtir, hem hasendir. Mûtezile der: ‘Hakikatte kabih ve fâsiddir. Lâkin senden kabul edilir. Çünkü cehlin var, bilmedin ve özrün var.’ Öyle ise Ehl-i Sünnet mezhebine göre, zâhir-i şeriata muvâfık olarak işlediğin ameline, ‘Acaba sahih olmuş mu?’ deyip, vesvese etme. Fakat, ‘Kabul olmuş mu?’ de; gururlanma, ucb’a girme.”

İnsanoğlu mülk alemine geldikten sonra beyin ve algıların gelişimi ile varlık aleminin işleyiş kurallarına muhatap olmaktadır. Bu çerçevede iyi-kötü, güzel-çirkin, doğru-yanlış gibi tanımlamaları öğrenmektedir. Bu şekilde mülk alemi tanımlanmakta, insanın bu aleme muhatap oluşunun çerçevesi çizilmekte ve bu çerçeve içinde yaratılışın asıl gayesi olan Halık-ı Alem’i tanıyıp, O’na muhatap olma ve sevgiyle, samimiyetle yönelme sonucu hedeflenmektedir. Bu sonun gerçekleşmesi yolunda kâinat denen zemin, insanın idrakine göre hazırlanmış ve mülk onun sınırlı algılarına mana ifade edecek tarzda şekillenmiştir. Bu durumda, eşyadan esmaya ulaşma konumunda olan insan, alemin tamamını kendi algılarına münhasır olarak algılama ve kabul etme zaafı ile yüz yüzedir. İşin daha da kötü olan yönü, kulun Alemlerin Yaratıcısı’nı da kendi algılarının sınırlılığında algılaması ve o Zat-ı Mukaddes’in de varlık aleminin tanımlarıyla sınırlı kalması gerektiği gibi bir vehme kapılmasıdır. Mülk aleminin bütün doğru-yanlış, iyi-kötü gibi tanımlamaları hiçbir şekilde Halık-ı Kâinat’ı bağlamamakta, sadece varlık lisanı ile kulların O’nu tanıması için konmuş kurallar şeklinde karşımıza çıkmaktadırlar. Aslında O’nun yapmamızı emrettiği şeyler, yasakladığı şeyler çirkindir. Yoksa, O’nun dışında tanımlanmış bir kısım doğru ve yanlışlar, güzel ve çirkinlere O tabi olmak ve o tanımlara göre hüküm vermek durumunda değildir. İnsanlar genellikle esbab aleminin sınırlılığında ve darlığında varlıkları anlamak konumunda oldukları için, Halık-ı Kâinat’ı da bu yapı içerisinde idrak etmeye çalışmanın doğurduğu problemleri sıklıkla yaşamaktadırlar. Zaman ve mekândan münezzeh, dolayısıyla zaman ve mekân içinde yapılmış tanımların dışında olan O Zat-ı Mukaddes’i maddi boyutun değer yargıları ile anlamaya çalışmak, O’nu maddi alemin darlığında görmeye çalışmak ve sebep sonuç ilişkileri içinde anlamaya çalışmak gibi büyük bir yanlışlıktır. Varlık aleminin başlangıcında iyiyi ve kötüyü tanımlayan kudret, zamanın her bir anında, aynı tanımlamalara devam ediyor ve tanımlar O’nun istekleri doğrultusunda şekilleniyor olmalıdır. Başlangıçta her şey nasıl O’nun ilmi, iradesi ve isteği doğrultusunda bir değer almış ve kıymet ifade eder hale gelmişse; aynı şey zamanın en küçük dilimlerinde de geçerlidir. Her şey genel bir değerlendirmenin yanında anda, yani zamanın en küçük dilimlerinde de ezeli irade doğrultusunda yeniden kıymet almakta ve bir değer ifade etmektedir. Bu değerlendirmeyi yapan Adil-i Mutlak herhangi bir şeyin bağlayıcılığı ve sınırlılığı altında değildir. Maddi boyutta çirkin olarak gözüken bir şey O’nun güzel demesi ile güzelleşir; aynı şekilde maddi alemin en güzeli sadece O’nun çirkin demesi ile çirkinleşir. Eşyanın asli değerlerini ve esas kıymet-i harbiyesini belirleyecek olan yalnızca İlahi hükümdür. Çünki, bütün vasıfları her anda ve zamanın bütününde tanımlayan, değer atfeden ve kıymet veren O’dur. Nefsülemiri de esas olarak belirleyen o irade ve Rabbü’l-Alemin’in kabulleri ve yüklediği değerlerdir. İbadetlerin kabul olup olmadığı söz konusu olduğunda da yukarıdaki ölçüler dikkate alınmazsa, tanımlanmış bir alanda karşılıkları belli olan ibadetler ve sevaplar ile hüküm vermek durumunda bir yaratıcı düşüncesi hakim olur ve o yaratıcının tanımlanmış ibadetlere belirlenmiş karşılıklar vermek durumunda olduğu zannedilir. Bu durumda bütün gayret, yapılan ibadeti tanımlanmış olan ibadet şekline eksiksiz olarak uydurmaya yönelir. Şekle verilen bu büyük önem zaman zaman rıza-yı İlahiyi kazanma çabasının önüne geçer. Sebep-sonuç bağlantılarının eksiksiz yerine getirilmesi ile tanımlanan güzel ya da doğru tanımının ortaya çıkacağı düşünülür. Bundan sonra yapılan ibadetin tanımlanmış ibadetle uyumlu olup olamdığı noktasında endişeler, şüpheler ortaya çıkar. Bunun da doğru cevabını bulabilmek mümkün olmayacağı için endişeler ve sıkıntılar zaman zaman hayatı yaşanmaz hale getirebilir. Aslında her şey gibi ibadetlerin de güzeli, onu emreden Zat-ı Mukaddes’in güzel algılaması iledir. Asli güzeli belirleyen ise varlıkların maddi alemdeki görüntüleri değil, uhrevi alemlere olan yansımalarıdır. Bu güzelliğin belirlenmesinde İlahi irade, kulun yaptıklarıyla ilgili bilgisini ve niyetini önemli bir faktör olarak dikkate almaktadır. Maddi boyutun bir parçası olan ibadetin şekli pek çok noktadan önemli olmakla birlikte, hükmü veren için temel faktör değildir. Yani esas olan şekil değil, rızadır. Her varlığın, her işleyişin, her unsurun kıymetini belirleyen Rabb-ı Kerim’i, Halık-ı Kâinat’ı razı edebilme derecesidir. O Zat-ı Mukaddes şeklen en kötü ibadeti niyete göre ve samimiyet ölçüsünde en makbul ibadet olarak kabul edebilir. Kasıt ve bilgi dışındaki eksiklikler ibadetlerin bu güzellik ve doğruluk tanımını hiç etkilememektedir. Unutularak yeme içmenin orucu bozmaması gibi abdest veya namaz gibi ibadetlerde de farkında olunmadan yapılan yanlışlar ve eksiklikler ihlas ve samimiyet ölçüsünde eksiksiz ve güzel kabul edilecektir ve bunların uhrevi alemlere her şeyin hakikatini kaydedildiği nefsülemire eksiksiz ve güzel olarak yansıyacaktır. Bu noktada Mu’tezile mezhebi ibadetin aslında kabahatli ve eksik olduğunu ancak, bilmemenin bir özür olarak kabul edilmesi nedeni ile ibadetin yapılmış hükmünü alabileceğini ifade eder. Ehl-i sünnet itikadına göre kulun samimi ifadesi karşılığında bilmediği bir eksik var olsa bile, İlahi irade öyle kabul ederse bu ibadet aslında ve özünde hem de nefsülemirde noksansızdır. Bütün bunlardan sonra kula düşen Halık-ı Kâinat’a, Rabb-ı Kerim’e samimiyetle yönelip ibadetleri şekli boyutuyla da eksiksiz yerine getirme noktasında üzerine düşeni yaptıktan sonra “acaba!”larla uğraşmamak, eksiklikler ve noksanlıklar üzerinde durmamaktır. Namazı ya da abdesti bozacak herhangi bir durumun belirgin emaresi yoksa her ikisini de eksiksiz ve noksansız yerine getirdiğini kabul etmektir. Bilgi dışında varlığı muhtemel olan eksiklik ve noksanlıklar yok kabul edilir. Kişi abdestini bozduğunu hatırlamıyorsa abdesti var demektir, namazı bozan herhangi bir uygulamanın belirgin emaresi yoksa namaz makbuliyete şayan ve sahih kabul edilmelidir. Bilgi dışındaki eksiklikler ve noksanlıklar kasıt ve irade olmamak şartıyla yok farz edilir. Bütün bunlardan sonra kul en son hükmü İrade-i Mutlaka’nın vereceğini bilmeli ve ibadetinin kabul edilmesi noktasında O’na yönelmelidir. Aksi takdirde, şeklen eksiksiz yerine getirdiği ibadeti Rabb-ı Kerim’in kabul etmesi gerektiğini düşünmek ve bundan emin olmak edebe aykırı olduğu gibi, büyük günahlardan olan “ucb”u doğuracaktır. Kul hiç bir zaman yaptıklarının kesin sonuç getireceği ve mutlaka kabul edilmesi gerektiği duygusuna kapılmamalıdır. Belirli ölçüde kalmak şartıyla ve gurura engel olacak ölçüde “kabul oldu mu?” şüphesi kulluk açısından ve samimiyetle Sultan-ı Kâinat’a hakkıyla yönelebilmek noktasında daima faydalıdır ve teyakkuzda olmaya vesiledir.