Rabıta-ı Mevt

Ölüm çoğunlukla hayatımızın soğuk yüzü ve korku ile algıladığımız bir kavram olagelmiştir. Bukavramın sürekli hatırda tutulması anlamına gelen rabıta-i mevt sadece madde boyutu ile varlığı anlamlandırmakgayretindeki nazarlara garip gelebilir. Herkesin unutmak ve dehşetinden korunmak istediği bir kavramın, hayatın vazgeçilmezbir parçası haline getirilmesi gayreti anlamsız bulunabilir. Böyle bir kavramın Batılı kafalarla anlaşılmasında büyüksıkıntılar yaşanacaktır. Yeni bin yıl değer yargılarının değiştiği; hayata, varlığa bakışın farklılaştığıbir dönem olacağa benzer. Ortaya çıkan emarelerden çıkan o ki, yeni dönemde varlığı materyalist bakış açısı içindeanlamlandırmaya çalışan ve bunun uzantısı olarak pozitivist, determinist, Darwinist, kapitalist yaklaşımlarsergileyen Avrupa medeniyeti ve Batı felsefesi, önemli güç kaybına uğrayacak ve etkileri çok azalacaktır. Buna karşılıkönyargılarla bir tarafa bırakılan, küçümsenen ve Batı medeniyetinin hışmına uğrayan Doğunun değerleri,medeniyeti, kültürü daha çok önem kazanmaya başlamıştır. Doğunun hamuru nübüvvetle yoğrulduğu için hayata,hadiselere, varlığa bakışı bütünü kuşatıcı tarzdadır. Dejenere olsa bile vahyin izlerini hala taşımanın verdiğiayrıcalık, çoğu zaman sezilmektedir. Batı medeniyetinin kartezyen dünyalarındaki, dar çerçevedeki bakışlarlaortaya koyduğu felsefi ekoller, her geçen gün olaylar karşısında daha yetersiz hale gelmektedir. Doğu kültür mozaiğininen parlak unsuru ve hatta temeldeki nübüvvet ekseninde değerlendirildiğinde ruhu, Kur’an medeniyetidir. Bu yönüyle"istikbal inkılabı içinde en yüksek gür sada Kur’an’ın sadası olacaktır" müjdesi gözlerimizin önündetahakkuk etmektedir.

Bu noktadan hareketle önümüzdeki dönemde kavramların, değer yargılarının, tariflerin değişeceğinisöyleyebiliriz. İyi-kötü, doğru-yanlış, mutluluk-üzüntü gibi pek çok kavramın tarifi farklılaşacaktır. Zaman,yaşanan olayları tefsir ederken, Kur’an’ın makam-ı aladan bakışının farklılığı gittikçe daha belirgin olarakhissedilmektedir. Mesela yaşadığımız örneklerden biri "zeka" kavramının anlamındaki değişmedir. Varlıkaleminin işleyişleri arasındaki mantık bağlantılarını iyi kurmak ve sebepten sonuca ulaşmada maharet şeklinde algılanabilecekzeka katsayısı (IQ) kavramı, kişinin bu özelliklerini rakamlarla ifade etme hedefine yöneliktir. Bu özelliği ifadeeden rakamın yüksekliği güzel, doğru olarak algılanmaktaydı ve IQ’su yüksek nesiller eğitimin hedefi olmuştu. Ancakhırsızlar, teröristler içinde sonuca ulaşabilenlerin pek çoğunun yüksek IQ sahibi oluşu, bir yerlerde yanlış yapıldığınıdüşündürdü. Sadece zeka yeterli olmamalıydı. Kişinin mantık bağlantılarını iyi kurabilmesi, bu özelliklerinihep doğru ve güzel doğrultusunda kullanacağı anlamına gelmiyordu. Bu durumda bir de duygu boyutu olmalıydı. Yanihedef sadece zeki ve akıllı insan tipi değil, bu özelliklerini ahlaki değerlere uygun kullanan, duygu boyutu ile sağlamşekillenmiş bir fert olmalıydı. Duygu boyutunu ifade eden EQ kavramı gelişti. Ama bu arada toplumlarda ahlaksızlık,sadizim, yolsuzluk, hırsızlık, terör ve güvensizlik gibi pek çok menfi kavram hakim oldu. Oysa Kur’an medeniyetinin sözcüsüolanlarda bu kavramlar netti. Mesela o kavramların asrımıza ulaştırılması vazifesini üstlenmiş olan zat;"kuvve-i akliye" diye bir kavramdan ve bunun ifrat, tefrit, vasat mertebelerinden bahsetmekteydi. Kur’ani vePeygamberi yol olan vasatta ise "kuvve-i akliye" "hikmet"e dönüşmekteydi. Hikmet kavramı IQ, EQ vebunların da dışında kalan pek çok kavramı içine alan, akla bütüncül bakışın ifadesiydi. Aslında hedef; konumunubilen, Rabb’ini tanıyan, kendine ve varlığa dost insan olmalıydı. Varlığın yalnızca maddi boyutu ile algılandığıbir alemde hiçbir kavramın bütünü kuşatacak tarzda algılanabilmesi ve gerçek anlamına yaklaşılabilmesi mümkün gözükmemektedir.

Bu türden örnekleri çoğaltmak mümkün. "Ölüm" kavramının algılanışında da benzer birhal var. Ölüm, Batı felsefesinin şekillendirdiği eğitim anlayışı ile korkulan, ürkülen, kötü ve kabullenilmesizor bir kavram olmuş. Genel eğilim ölümü unutmak, hatırlamamak ve hatırlatacak şeylerden uzak kalmak yönünde. Oysaölüm hayatımızın en vazgeçilmez, en net kavramı. Kaçış mümkün değil. Zorunlu olarak, hiç istenmediği halde ölümleyüz yüze gelindiğinde ise büyük yıkımlar, depresyonlar yaşanıyor. Kartezyen bakışta, ölüm kötü, hayat iyidir.Halbuki, İslamiyet’in ve insaniyetin rehberi, iyilik timsali Hz. Muhammed (sav); "Lezzetleri tahrip edip, acılaştıranölümü çok zikrediniz!" demektedir. Lezzetlerin tahrip edilip, acılaştırılması Batılı anlayışla bakıldığındaçok ters gelebilmekte, belki mantıkla uyumlu bulunmamaktadır. Bu noktada lezzetin, tahribin, acının tarifi belki yenidenyapılmalı; dar bakışlardan, sadece dünya eksenli değerlendirmelerden kurtarılmalıdır. Aksi takdirde dünyayı,ahireti ve bütün alemleri kuşatan bu ifadenin anlaşılabilmesi çok güç olacaktır. Bu bakışta ise hayatın hayatıimandır ve hakiki lezzet de imanda ve Rabb-ı Rahim’ini tanımaktadır. Avrupa medeniyetinin dünya dışında hiçbir şeyiiçine almayan; hayatı, varlığı, ölümü sadece o dar dünya içinde algılamaya çalışan yaklaşımı yanında Doğununbakışı çok daha kuşatıcı, geniş ve zengindir. Yunan ve Roma dehasının ürünü olan felsefi yaklaşımların ürünüolan bakışlar çoğunlukla dar ve kısır kalmakta ve hayat, varlık ve bunların uzantısı olan ölüm kavramı anlaşılmasıgüç, içinden çıkılmaz bir muamma haline gelmektedir.

"Felsefelogos" dergisinin 2000/4 sayısında Anton Stengl’in "Anti-ütopya Olarak Ölüm"isimli makalesinde şu ifadeler yer almaktadır: "Nietzsche’nin rüyası ‘üst insan’dı (übermensch). Onunla aynısosyal ve kültürel atmosferde yaşayan halefleri çok ileri giderek, bütün kötü değerlerin (işsizlik, ümütsizlikvs.) ancak kendinden geçmeyle bitebileceğini söylediler." Kartezyen dünyadaki bu "üst insan" arayışıaslında Kur’an’ın "eşref-i mahlukat" tarifinin arayışı olmalıdır. Ayrıca kendinden geçmek en güzel şekliyle30. Söz’de "ben"’in "O"na dönüştürülmesi tarzında önerilmektedir. Spengler, "kemiklerindeyorgunluk hisseden insanın fazla uyanık’ olduğunu düşündü. ‘Uyanık insan için tek ve güzel çözüm saf faaliyetçilik(aktionismus) ve savaş ümidi olabilirdi." Evet, hayat faaliyetti ama tek başına faaliyet de ölüme çare değildi.Hatta Bediüzzaman’a göre, Rabb’i ile irtibatsız faaliyet, hareket eden ölüler, yani meyyit-i müteharrik olunmasısonucunu doğuruyordu. Demokrat Jaspers de "Bugünkü varlığın son şansı, gerçeği boşa çıkarmak için gerçekolmaktır’ dedi. Almanya’daki faşistler ‘yarın ölmek için gideceğiz’ diye şarkı söylediler. Heiddeger’in kitleselfanatizmin partisi olan Nazilere sempatisi ancak böyle açıklanabilir." Yine, bu noktada Kur’an’ın önerisi bu cehdinAllah yolunda olması ve bunun mükafatı olarak dünyevi anlamda da ölümsüzlüktür. En değerli varlığı olarak algıladığıhayatını, kendi yolunda feda eden kuluna Halık-ı Kerim, ölümsüzlük vadetmektedir." Birinci Dünya Savaşınıngaddar zulümleri karşısında Sigmund Freud, her insanın ve her yaratığın içinde ölüm içgüdüsünün olduğunutahmin etti. Bu güdü, yaşamın bitmesiyle çözüme ulaşılabileceği içgüdüsü (libido), ölüm içgüdüsüne karşısavaşıp, onun saldırılarına karşı kendi içinde pozitif enerjiye dönüşüyor. Ama bu teoriyi ispat edemeyiz çünkümantıklı değildir. Freud’un düşüncesine problemsiz gidilebilir. Ama Nietzsche ve Hitler’i, kapitalizmdeki "ölümarzusu"nu açıklamak için Freud’un düşüncesi bize yardım edemez." Freud’un ölüme bu tarz yaklaşımıayine-i Samed olan kalpteki ebed arzusu, kalbin sesinin ruhta hissedilmesi şeklinde anlaşılmalıdır. Ebedle ve ebedi ilebağlantısız bir hayatın, ölümden farkı ne ölçüdedir. Bu sorunun cevabına ipuçlarını derginin devam eden satırlarındagörebiliyoruz:

"Boş hayat ne demektir? Böyle bir hayat, yabancılaşmanın maksimum değerinde bulunur. İnsanın entemel, en doğal içgüdüsü olan yaşama içgüdüsü yok edilmiştir. Somut ümitsizlik için soyut ölüm içgüdüsü değil,yaşam yok edilmiştir. İnsanın yapmak istedikleri, dilekleri ve ihtiyaçları gerçekleştirilmek istenmez. Toplumungenelinde umutsuzluk vardır. Bireysel çözüm intihardır. Türkiye’de bu konuda istatistik ya yoktur ya da inanılmayacakistatistikler vardır. ABD’de 20 dakikada bir insan intihar ediyor; 100 bin insandan 13 kişi intihar sonucu ölüyor (resmiistatistiklere göre). İntihara teşebbüslerin tahmini çok zordur; galiba 5 milyon Amerikalı deniyor.

"Ölen bir kültür, ölen bir toplum.

"Bu toplumların temeli insan değildir. Temel, üretim ve tüketimdir. Böyle bir toplumda birey ölümekarşı ne hissedebilir?"

Oysa Kuran’ın talebeleri varlığın "ya ya" sınırlılığından sıyrılmakla iki şeyi birarada hayatlarına geçirebilmektedirler. Yani "ya hayat ya ölüm." tarzında bir yaklaşıma mecbur değillerdir.Doğu kültürünün belirgin farklılıklarından olan ve Nasreddin Hoca’nın davalı ve davacıyı haklı gören ve bunaitiraz eden eşini de haklı gören yaklaşımı aslında yeni fiziğin "hem dalga hem tanecik" tarzındaki yaklaşımındanfarklı değildir. Kur’ani bakış ise çok daha büyük bir genişlik ve bütüncül bakış açısı sunmakta; ölümü,hayatın güzel bir unsuru haline dönüştürüp, vazgeçilmez bir parçası haline getirmektedir. Hayatın bütün değerleriile birlikte ve bütünü ile kişilere mutluluk sağlayacağı bir tarz getirmektedir.

"Eric Fromm’a göre modern kapitalist toplumda iki duygu vardır. Asıl ölüm korkusu ve aynı zamandaölüm isteği, ‘sahip olan ilkesi’ (Haben-Prinzip) budur. Epikür, ölüm önemsizdir, çünkü o gelince biz buradaolmayacağız" der. Yani Epikür’e göre ölüm korkusu mantıksızdır." Aslında bu yaklaşımlarda ölüme çareolmanın değil ölümden kaçışın ifadeleridir. Şu satırlar da Kur’an’dan ve vahiyden uzak bakışın hayatı ve ölümüanlamakta ne kadar zorlandığını ve mutluluktan ne kadar uzak olduğunu ortaya koymaktadır:

"Ölüm korkusu yok, ama varlığının kaybından korkuyorsun: Vücudun, bireyin, mülkiyetin ve kimliğinkaybından korkuyorsun; özdeşliğin gayesine bakmaktan korkuyorsun"

Fromm’a göre "sahip olan" -düşünce yerine "var olan"- düşünce, yani somut yaşamdançıkarılan düşünce ölüm için en uygun hazırlanmadır. Ernest Bloch’un düşüncesi Fromm’un yorumundan uzak değildir.Marksist filozof Bloch’a (From psikanalisttir) göre devrimci sosyalist bilinçle ölüm sorunu çözülebilir.

Devrimci için "ölüm desteği" gerekli değildir. Devrimci yaşam için değil, yaşamın değeriiçin, işçi sınıfının mutluluğu için, yani bütün insanlığın kurtuluşu için çalışır. İnsanlığın kurtuluşuaynı zamanda devrimcilerin de kurtuluşudur. Devrimci ölmek değil yaşamak ister, devrim için onun yaşaması gereklidir.Ama devrim için gerekirse ölür. Öbür dünyadaki cenneti beklemez hiç, ama öldürür ve korkusuzca ölür." Ölümdensonrasını izah etmeyen bir kurtuluş yaklaşımının ne derece ayakları üzerinde durduğu, ölümle yokluğa gideceği düşünüleninsanlığın hangi kurtuluşundan bahsedildiği önemli soru işaretleri olarak durmaktadır.

Batı medeniyetinin ve felsefesinin ölüme bakışının bir özeti olan bu satırlar bu yaklaşım tarzınınne kadar problemli olduğunu ve ölümü izahta ne kadar sıkıntı çektiğini ortaya koymaktadır. İzahların hiçbirisininölümün mahiyetine, hayatımızdaki anlamına ve sonrasına dair çözümü yoktur. Yalnızca ölüme karşı kişinin tavırlarınıbelirleyici çözümler önerilmekte ve büyük çoğunlukla kaçma meyli sezilmektedir. Oysa, kainatta kaçılamayacak tekakıbet ölümdür. Belki de ölüm hayatın en net hakikatidir. Bir taraftan hayata dört elle sarılıp diğer taraftan ölümükabullenebilmek çelişkisinden toplumları ve fertleri kurtarabilecek çözümler yoktur. Bu noktadaki temel problem, hayatıben merkezli anlamaktan kaynaklanıyor olmalıdır. Varlığı ben ve tabiata bağlamış bir insan için ölüm yokluk anlamınagelecektir. Yaratıcı’yı gerçek anlamda var kabul eden biri için ölüm, farazi, itibari varlığın kaybolduğu ve gerçekvarlığa dönüştüğü andır. O yüzden Kur’an medeniyetinin talebeleri ölümü bir kavuşma anı, düğün gecesi"şeb-i arus" olarak algılarlar. Onlar için tek problem varlığın ve hayatın Rabb-i Rahim’den kopuk, sebeplerve benin oluşturduğu bir alemde algılanmasıdır. O yüzden onu unutturacak ben ve dünyayı ön plana çıkaracak her şeydenuzak kalmak isterler. Halbuki nefis ve heva, ben ve dünya hep çekmekle gaflet denen Yaratıcıyı unutma haline zemin hazırlamaktadır.Bu hal dünya ile ilgili arzuların, ihtirasların kanun tanımadan elde etmenin ve ölümü unutmakla bütün değer yargılarınısonsuz bir dünya algısına hasretmenin, yani "tul-u emel"in zeminidir. Bu durumdan kurtulmanın en tesirli yoluise "rabıta-i mevttir". Yani, ölümünü düşünüp, dünyanın fani olduğunu mulahaza edip, nefsindesiselerinden kurtulmaktır.

Kur’an medeniyetinin, Doğu kültür mozaiğinin en belirgin motiflerinden olan tasavvuf ve tarikatın sülukunda,yani kemale doğru yolculuğunda ölümü sürekli hatırlamak, böylece Rabb-i Rahim’i unutmamak çok önemli bir esastır.Bu hale "rabıta-i mevt" denmektedir. Bu yoldaki talebelerin hali Dr. Ahmet Çağıl’ın "Adab-ı Nakşibendiye"isimli kitabında şöyle anlatılmaktadır. "Fatihaların hediyesinden sonra, feyzin geldiğini kabul eder, lakinkalbin bu feyzi almasına mani (mal, evlat, gibi) unsurlar olduğunu düşünerek bunların vesvesesinden kurtulmak için ölümünütefekkür eder. Yani yatağında ölmek üzere can çekiştiğini düşünür, ve bunu fırsat bilen şeytanın imanını çalmakiçin başucunda hazır olduğunu hisseder. Mal akraba ve çocuklarından şeytanın vesveselerine karşı yardım ister,fakat yardım göremez. Bunun üzerine bir rabıta ile sadatın himmetinin son nefeste kendisine ulaştığını ve şeytanındefolduğunu tefekkür eder. Bu rahatlık içinde ruhunu Azrail (a.s.)’a teslim ettiğini düşünen Allah dilerse; dualarıkabul eder, dilerse etmez düşüncesiyle iyice içtenlikle Rabbine sığınır. Sonra tabutunun kabristana gittiğini veinsanların kendisini kabre bırakarak dostlarının üstüne toprak serptiklerini düşünür. Sonra dostları ayrılır vesorgu melekleri gelir."

Bediüzzaman ise sebeplerin ve aklın hakimiyetinin böyle belirgin hissedildiği bir asırda kalbî bağdanönce aklın ikna edilmesini hedefleyen hakikat mesleğinin tarzını şöyle ortaya koyar. "Mesleğimiz tarikat olmadığıbelki hakikat olduğu için bu rabıtayı ehl-i tarikat gibi farazi ve hayali suretinde yapmaya mecbur değiliz. Hem meslek-ihakikate uygun gelmiyor. Belki akıbeti düşünmek suretinde, müstakbeli zamanı hazıra getirmek değil, belki hakikatnoktasında zaman-ı hazırdan istikbale fikren gitmek, nazaran bakmaktır. Evet hiç hayale faraza lüzum kalmadan, bu kısaömür ağacının başındaki tek meyvesi olan kendi cenazesine bakabilir. Onunla yalnız kendi şahsının mevtini gördüğügibi, bir parça öbür tarafa gitse, asrının ölümünü de görür; daha bir parça öbür tarafa gitse dünyanın ölümünüde müşahade eder, ihlas-ı etemme yol açar." Aklın ve bilimin belirgin şekilde etkili olduğu asrımız insanına:"Şu an kendini ölmüş kabul et! Mezara konulduğunu hayal et! Sorgu meleklerinin geldiğini farz et" gibiteklifler çok kabul edilebilir gelmemektedir. Ama zamanın teknolojik gelişmeleri insanın geçmiş günlerini tekrar görüntülemeimkanına sahiptir. Televizyon haberlerinde ölümü haber verilen bir şahsın önceki hayatına ait görüntüler, konuşmalarverilebilmektedir. Veya yakınlarımızdayken çekilmiş bir video kasetini izlediğimizde, o görüntüde olanlardan bazılarıfani dünyayı terk etmiş olabilirler. Bu olaylardaki konumumuzu değiştirip, kendimizi şu anda ölmüşler gibi birkaç yılsonra görüntüleri seyredilen insan yerine koyabiliriz. Yaşadığımız anı o televizyon video görüntüleri gibi değerlendirebiliriz.Mezar taşlarına, önümüzden geçen tabuta bize aitmiş gibi bakıp ölüm haberi verilen şahsın yerine kendimizikoyabiliriz. Bu, günlük yaşamın hengameleri ortasında ölümle olan irtibatımızı koparmamış, dolayısı ile Rabb-iRahimimizi unutmamaya vesile yapmış oluruz. Aynı yaklaşım ile çevrilmiş "Kıyamet" isimli film dünyanın veasrın ölümünü günümüz insanına büyük bir ustalıkla yaşatıyordu. Eve ölümü hatırlamak, öleceğimizi hatıragetirmek için hiç hayale farz etmeye gerek yok. O bütün gerçekliği vazgeçilmezliği ve netliği ile ömrümüzünkalan yıllarına bakıldığında görülebilir.